21 Kasım 2024 Perşembe
Önümdeki kâseyi önüne koyup,
“Ana ye sen, seviyon bunu,” dedim.
“Yok oğlum, sen ye; işe gidiyon, gece gündüz sen çalışıyon,” deyip tekrar bana doğru iteledi.
Yarım dakika kadar bekleyip, aynı şeyleri tekrar ederek yine ikram ettim.
Az önceki benzer sözleri yine duyup, çok sevdiği Kellogg’s dolu kâseyi önüme sürdü.
(Kellogg’s’un Türkçesini ben de bilmiyorum. Mısır gevreği gibi, bal ile tatlandırılmış bir kuru ve çıtır yiyecek. Eskiden beri severdi.)
Karşılıklı olarak aynı şeyi defalarca yineledik.
Ben, eskiden beri sevdiği bir şeyleri burada kaldığı süre içerisinde ikram etmek isterken, o yaşlı insan, evimin bereketi, başımın tacı, bunu bana yedirmek derdindeydi.
Biz böyle karşılıklı cedelleşirken, elindeki telefonla meşgul olduğunu sandığım ciğerimin içi torunumun kıs kıs güldüğünü gördüm.
Göz edip,
“Hayrola, bir şey mi oldu?” diye gülümseyerek sordum.
“Dede, sen büyük annanneye, o sana verip durdunuz ama kimse yemedi. Ortada duruyor.”
“Sana kurban olurum. Büyük nene biraz rahatsız, biliyorsun. Bazen ısrar etmek, bazen itiraz ettiği halde çaktırmadan önüne koymak iyi oluyor. Az sonra iddiasını unutup afiyetle yiyor ama bu sefer hata bende oldu. Önüne bırakıp dışarı çıksaydım, bu kadar olmazdı.”
“Ama dede, niye zorluyorsun ki? Büyük annane zaten alzheimer değil mi? Hemen unutuyor. Sen de seviyon, sen yeseydin ya?” diye masumane bir çözüm sundu kendince.
Önümdeki bardaktan bir yudum alıp, sözlerimin yaralamadan yerine varabilmesi için beklediği cevabı vermeye zaman kazanmak istedim.
“Doğru, Kellogg’s benim severek yediğim bir güzelliktir.
Ama büyük nine burada misafir.
Misafire, hastaya, büyüklere senin sevdiğin ve onların hoşlandığı şeylerden ikram etmek inancımız gereğidir.
Doğru mu?”
“Doğru.”
“Evet, büyük nine konuştuğumuzu hemen unutuyor ve birkaç saniye sonra aynı şeyi tekrar soruyor veya söylüyor.
Doğru mu?”
“Doğru.”
“Büyük nine alzheimer hastası ve sen bunun ne olduğunu biliyorsun.
Doğru mu?”
“Evet, biliyorum.”
“Ama kurban olduğum, o hasta olsa da ben hasta değilim, ben alzheimer değilim.”
Yüzü al al oldu ciğerpâremin. Gözleri buğulandı, ağladı ağlayacak. Yüreğim parçalandı. Ağlasa ben de ağlarım.
Buğulu gözler, titreyen sesiyle bana dönüp usulca:
“Dede, sen hasta olma. Tamam mı? Yoksa ben çok üzülürüm!..”
Gazi KAYA (Kadiroğlu Gazi)
Geçen günlerde sosyal medyada bir kısa videoya denk geldim. Kör olan bir eşeğin tabiat ortamına bırakılıp, bir zaman sonra ölmesini konu ediyordu.
Evin büyüğü; “Ben kör olsam, beni de mi dağ başına bırakacaksın?” diye oğluna sorunca, eşek o iş göremez kör haliyle, ölene kadar iki yıl daha normal şekilde besleniyor. Vefâ, kıymet bilmek, adalet konusunda güzel bir örnek.
Birkaç gün önce yaşlı kayinvalidemi almak için havalimanına gittik. Aile büyüğü olduğu için, vakit geç de olsa, kızım da iki çocuğunu alıp, büyük annesini karşılamaya gelmiş. Haberimiz yoktu, görünce hem mutlu olup sevindim hem de, ninesine olan saygısından onur duydum. Bir şeyleri doğru yaptığımızın ispatıydı bu.
Uçak inmiş olsa da, yolcuların gelmesi biraz süreceği için, kapı önüne bir sigara içmeye çıktım. On yaşındaki torunum da benimle beraber gelmek istedi. “Hava serin, üstündekiler de pek kalın değil, ceketimi giyersen gelebilirsin,” dedim. “Yok dede, sen üşüme!” dedi ama yine de geldi.
Dışarıda, delikanlı boyunda olan torunumla, oradan buradan sohbete başladık. Bir ara: “Büyük nene niye geliyor Almanya’ya?” diye sordu. “Büyük nene yaşlı ve biraz rahatsız. Birilerinin onunla birlikte yaşaması ve ona arkadaşlık etmesi gerekiyor ve bunu da Türkiye’deki büyük teyzeyle biz yapıyoruz güzel oğlum,” diye cevapladım.
Biraz durup: “Dede, Almanya’da yaşlıları huzurevine (yaşlılar evi) bırakıyorlar. Siz büyük neneyi niye oraya bırakamıyorsunuz?” diye ikinci merak ettiği durumu sordu. “Ben veya annen yaşlanınca bizi o dediğin yerlere bırakır mısın?” Sustu. Derin bir sessizlik. Her duygu yoğunluğunda yaşadığı gibi yüzü kızarmaya başladı. O susunca ben de üstüne gitmedim ama yandan bakınca içinde kopan fırtınaları anlamak zor olmuyordu.
Bir zaman sonra, ağlamaklı gözlerle bana dönüp: “Dede ben seni seviyorum, ben seni hiçbir yere bırakamam.” “Ben de sana kurban olurum aslan parçası,” deyip bağrıma bastım. Dersini almış, öğrenmesi gerekeni öğrenmişti bu sefer de.
Yaşayarak öğrenmek, öğrenirken yaşamak gibi güzel durum bir olmasa gerek. Bizler takatten düşen hayvanlarını bile yazıya/yabana atmayan, atamayan Türk milletinin mensuplarıyız.
“İnsan bugününü değerlendirirken geçmişini, atalarını bilmeli ve saygı duymalı,” der büyüklerimiz.
Yüksek öneme sahip değerlerimizi yaşayarak ve yaşatarak öğretmezsek, kendi eskiliklerimizi ve hatalarımızı kamufle etmek için, menşei dışarıda olan “Z KUŞAĞI” teranesine gün gelir kendimiz de inanırız. İnsanlıktan nasip almamış mahluklar müstesna.
Şeyh Edebali’nin damadı Kara Osman Bey’e dediği gibi: “EY OĞUL; ANANI ATANI SAY, BEREKET BÜYÜKLERLE BERABERDİR.”
Selam ve muhabbetle.
Gazi KAYA
Kayahan bir şarkısında diyordu ya hani:
“Bizimkisi bir aşk hikayesi
Siyah beyaz film gibi biraz!”
Bizimkisi aşk değil, Ocak, Ülkü Ocağı hikayesi.
Üstelik siyah beyaz da değil,
Üstüne kan rengi düşen bir sevda.
Ruhi Kılıçkıran’dan Fırat Çakıroğlu’na uzanan bir hikaye,
Tekbirlerle yolcu ettiğimiz binlerin hikayesi.
Kaybeden iyilerin, mertlerin, dürüstlerin, cesurların, adam satmayanların, yolda bırakmayanların, karşılıksız sevenlerin, yiğitlerin hikayesi bu hikaye.
Parayı ve makamı bulanlarca yüzlerine kapılar çarpılanların hikayesi.
“Ülkücülük bazen evinin bir köşesine çekilip, lekesiz, onurlu bir şekilde yaşamaktır.” diye yalnızlaşan, bir köşede oturarak makus kaderine şükreden, kalbi kırılsa da isyan etmeyenlerin hikayesi.
Kısacası,
Dünyayı ocak, ocağı dünya belleyen;
İdealleri, vefaları, hatıraları olan,
Mücadele azimleri hiç bitmeyen Ülkü Ocaklı yiğitlerin hikayesi.
Bir Ülkücü yazmış, alıp okumak boynumun borcudur.
Bilir ve derim ki:
Ülkücü olsun da çamurdan olsun!
Gazi KAYA
Bana bazen eski kafalı, bazen örümcek kafalı, bazen çağdışı – yobaz, bazen faşist – ırkçı, bazen de (dini akidelere hassasiyetim sebebiyle) “Allah’cı”, kız babası olarak kesin ve keskin kurallarımdan dolayı “istibdatçı – baskıcı” diye eleştiriler geldi yıllarca.
Ardından 100 çakal havlamayana kurt mu derim?
Hele bu insan bir de Bozkurt olma iddiasındaysa, bırak kıyamet kopsun!
Meşhur özdeyiş vardır, bilirsiniz:
“Kızını dövmeyen dizini döver,
oğlunu dövmeyen kesesini döver!”
Son 20-25 yıldır günbegün artan bir kültür ve ahlak erozyonu yaşıyoruz.
Batı’dan özentiyle Türk’ün kadim kültürüne uymayan ve Türk İslam Kültürü’nde yeri olmayan eğlence ve organizasyonlar artık kimi çevrelerde sidik yarışı halini aldı.
“Bekarlığa veda partisi” mi dersiniz,
“Cinsiyet ifşa partisi” mi dersiniz,
“İlk adım – ilk diş çıkarma” partisi mi dersiniz,
“Tesettür mayo defilesi” mi dersiniz, var oğlu var!..
Benim gibi “örümcek – geri – eski kafalı” birini dinden imandan çıkarmak için her halt mevcut.
Mehmet Doğan rahmetlik hocamın dediği gibi:
“Batılılaşmak isterken batıllaşıyoruz” galiba.
Çağdaş(!) ve ilerici(!) beynini kafasına sıktığı bir kurşunla dağıtarak Cehennemi boylayan zamanın Ankara Valisi Nevzat Tandoğan, Milli Şef marifetiyle 1944’te Türkçülükten tutuklanan Osman Yüksel Serdengeçti’ye:
“Ulan öküz Anadolulu! Sizin milliyetçilikle, komünizmle ne işiniz var? Milliyetçilik lâzımsa bunu biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var: Birincisi, çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi, askere çağırdığımızda askere gelmek.”
Mazbut, muhafazakâr, mütedeyyin aile yapısına sahip olması gereken ve o tür ailelerden geldikleri izlenimi veren zıpçıktılara icra ettirilen bu ezilmişlik, kompleksli, varoş hallerinin dışa vurumu bana Osman Yüksel Serdengeçti’ye söylenenleri hatırlattı.
Müslüman Türk’ün kültür, anane, gelenek ve görenekleri yine Müslüman Türk’e benzeyenler tarafından tarumar edilir oldu. Müslüman Türk olarak ben bunlara dayanamıyorum.
Hülâsa;
Örnek alınan Batı’nın, çanak tutan yerli işbirlikçilerin, “dindar” diye “ahlaksız – töresiz – geleneksiz” nesil yetiştirenlerin idrar yollarına taş dursun, çölde kutup ayısına denk gelsin, bağırsakları bozulsun da abdesthane bulamasın!
Gazi Kaya
Sosyal medya alışkanlığı ve vazgeçilmezliği hepimizce malum.
İnternet imkânları sınırsız olunca, dünyanın bir ucunda gerçekleşen veya paylaşılan durumları diğer ucunda aynı anda görmek ve takip etmek mümkün hale geldi. Bu durumun elbette bazen yararlı ve etkili faydaları mutlaka vardır.
Fakat kıymetli dostlar,
“Hikâye/Story” adı altında ve/veya çeşitli platformlarda komiklik olsun diye yapılan kepazelikler, ar damarı çatlamasının nerelere vardığını ortaya koyar oldu.
Alkolsüz şampanya ile bekarlığa veda partisi yapan “tesettürlü zottirikler”;
Çocuğu arka planda kendini paralarken canlı yayın yapan malamatlar;
Ununu eleyip eleğini asmış olması gerekirken kamera karşısında göbek atan densizler;
Gencecik eşini sürükleyerek, şah-ı namahrem olan, yatak odasına götürmesini yayınlayan namussuzlar…
Bu örnekleri daha da çoğaltmak elbette mümkün fakat gereği yok.
Hele bir de “ne oldum delisi” olanlar var.
Yediği bir kremalı pastayı, içtiği bir kahveyi, Azmanistan (ABD) markası olan kafelerde avuç dolusu parayla aldığı içeceği paylaşanlar yok mu, onlar tam evlere şenlik.
“Aşkitomla kahve keyfi”
“Bebişimle sabah kahvaltısı”
“Kocişimle gezmeler”
Yuh ulan alayınıza!..
Babanın bekini ye…
Zıkkımın dibini iç, salak, soytarı!..
Elbette maddi gücün yetiyorsa her şeyin en iyisini ye, en iyisini iç, en kalitelisini giyin kuşan ama bunu kimsenin gözüne sokma, görgüsüz manda!..
Nefis var nefis.
Bir de hesap günü var, bilirsin.
Bugün yediğin hurmalar yarın nereni tırmalar belli olmaz!..
Gazi KAYA