Erol AYDIN

Erol AYDIN

14 Aralık 2025 Pazar

    DİĞER YAZARLARIMIZ

    HAYATIMIN ALTI ÜSTÜ

    HAYATIMIN ALTI ÜSTÜ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Alt ve üst, birbirinin zıddı olmasına rağmen hiç ayrılmayan bir ikilem olarak hayatımızda hep yer almıştır. Bu iki kavramı hep bir arada kullanmak neredeyse yazılı olmayan bir kural gibidir.

    Hepimiz kader ve mukadderat çerçevesinde bir hayatı aslında yaşamıyor, sadece figüranıyız. Birçok şeyi kendi cüz’î irademizle yapıyormuş gibi görünsek de aslında olması gereken oluyor. Bize biçilen rolü oynamak, içimize sinse de sinmese de boynumuz kıldan ince. Çünkü Yüce Allah, bizim nasıl bir insan olacağımızı ezelde bildiği için ortaya çıkan süreç planın bir parçasıdır.

    Hemen akla şu soru gelebilir: Her şey bir plan çerçevesinde ise ve bizim irademiz dışında oluyorsa biz niçin mesul oluyoruz? El cevap: Yüce Allah’ın sonsuz rahmet ve merhametine sığınarak Sıratı Müstakîm yolunda alacağımız mesafeye bağlı olarak belki affeder düşüncesidir. O’na sığınarak, ram olmak bizi felaha ulaştıracaktır. Müslüman, ümit ve korku arasında olmak zorundadır!

    İnsanoğlu yaşarken, hayatının alt üst olmasından dolayı büyük korku ve endişe yaşamaktadır. Bu, belki haklı bir gerekçe gibi görünse de neyin hayır, neyin şer olduğunu bilmediğimiz için aslında çok vahim bir durum değildir. Bir kapı kapanırken başka birçok kapının açıldığı herkesin malumudur. Fakat bu süreci yaşamak çok sıkıntılı olduğu için, bu sınavı herkesin başarılı bir şekilde geçmesi de kolay değildir.

    Şüphe, kaygı, korku ve evham; bizi farklı yollara savurabilir. İmanımız, inancımız, itikadımız ve güçlü kişiliğimiz, çıkış yolunda bizim en büyük motivasyon kaynağımız olacaktır. Bunun yanında; sabır, şükür ve dua ile de bu tahkimatı güçlendirmek gerekiyor.

    Bazen alt üst olmak, yeni bir başlangıç da olabilir. Dolayısıyla Allah’tan gelen her şeye sonsuz bir tevekkül ile teslim olmak, meselenin halli yolunda önemli bir merhale olacaktır. İnsan beşerdir; çoğu zaman şaştığı için, “Neden?” diye sormaktan kendini kurtarması gerekiyor. Her şeyi anlamaya çalışmak, çoğu zaman gereksiz ve beyhude bir çaba olacağı için, “Bunda da bir hayır vardır!” diye düşünmek, aynı zamanda fıtrata da uygun olacaktır.

    Sonuç olarak; ya hayatımın altı, üstünden daha iyi ve hayırlıysa, o zaman ne olacak?

    O yüzden, her şerden bir hayır çıkacağı umuduyla meseleye daha geniş zaviyeden bakmak; aslında tam bir Müslüman tavrı olacaktır!

    Sonrası mı? Allah kerimdir; mutlaka bir kapı açacaktır, daha ne olsun?

    Esenlik dileklerimle,

    Devamını Oku

    BU BENİM HAYATIM…

    BU BENİM HAYATIM…
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    İnsanoğlu doğarken de ölürken de yalnızdır. Etrafında kalabalıkların olması onu bu yalnızlıktan kurtarmaz. Bu döngü dün de öyleydi, yarın da öyle olacaktır; bundan kimsenin şüphesi olmasın!

    İnsanın sosyal bir varlık olarak asosyal olması fıtrata aykırı olduğu gibi hayatın ritmine de uygun değildir. Asosyal insanların sonu, akıl hastanesine kadar uzanan sonun başlangıcı olmaktadır. “Bu benim hayatım” diyerek istediğiniz kadar özgür olmadığınız herkesin malumudur. Sizin özgürlük alanınız başkalarının mahrem alanına kadardır. Netice olarak toplumu düzenleyen kurallar belli bir düzeni kurmak için vardır. Düzenin olmadığı yerde kaos ve kargaşa olacağı için huzurdan bahsetmek de mümkün değildir.

    Hayat benim, fakat sınırsız bir tasarrufa sahip değilim. Öncelikle bedenim bana emanet; dolayısıyla ona hıyanet hakkı da yine bana ait değildir. Yaradan’a en azından kul olmak gibi bir görevim var. Bu dünyaya neden ve niçin geldiğimi sorgulamak durumundayım. Yüce Allah’ın verdiği akıl ve izan çerçevesinde bunu es geçmem olası değildir. Sadece nefsime köle olarak, onun istekleri istikametinde bir yaşam da boşa geçmiş demektir.

    Yine bu hayat benim, fakat bunu tamamen kendim için yaşadığım da söz konusu değildir. En az yarısını başkaları için yaşadım! Çünkü ben aynı zamanda psikolojik bir varlık olarak; korku, kaygı, endişe, evham ve “başkaları ne der” diye yaşadım. Attığım her adım, aldığım her karar, yaptığım her aksiyon ve de soluduğum her nefeste hep toplumun kınamasından korktum. O yüzden de ben çoğu zaman kendim olamadım. Kendim olamadan yaşadığım hayatta doğal olarak bana ait değildir. Dolayısıyla hayattan alacağım var, fakat bunu kimden ve nasıl tahsil edeceğim konusu belli değil. Bu belirsizlik ise beni strese sokarak bir kısırdöngüye hapsediyor ki buradan çıkmak için uğraşırken bir bakıyorsun ömür saati dolmuş ve sen başka bir sefere çıkmışsın.

    Sonuç olarak; bu hayat benim fakat yarısını başkaları için yaşadım. Toplumsal hayatın norm ve standartları bunu bana âdeta dayattığı için çaresiz bir şekilde teslim oldum. Tek başıma bir çıkış yolu bulmam mümkün olmadığı için kader ve kısmet çerçevesinde boyun eğdim. Kırıp dökmeden, bencilliğin zirvesine çıkmadan, empatiyi göz ardı etmeden, merhameti de es geçmeden mümkün mertebe kendi hayatını yaşayanlara selam olsun. Onlar ikinci bir şansının olmadığını bilen ender ve nadir varlıklar olarak Kutup Yıldızı olmaya devam edeceklerdir.

    Esenlik dileklerimle,

    Devamını Oku

    BİR DAMLA KAN, BİN BİR ENDİŞE

    BİR DAMLA KAN, BİN BİR ENDİŞE
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Başlık, aslında insanı değişik ve alternatif bir şekilde tanımlamaktadır. Kur’an ise insanı “Eşref-i mahlûkat” olarak görür. Yine aynı insan her türlü kötülüğü yapabilme potansiyeline de sahiptir. Onu alıkoyan ise aklı ve iradesidir. Yapabileceklerinden ziyade yapmak istediklerine engel olma muhakemesi onu çok daha üst bir seviyeye taşımaktadır.

    Dünyada öleceğini bilen tek varlık insandır. Böyle olunca da yüzyıllardır insanoğlu ölümsüzlüğün peşinden koşmuştur. Oysaki ölümsüz olmak öngöremediğimiz birçok sıkıntıyı da beraberinde getirmektedir. Her şeyden önce bedenimiz aşınarak deforme olacağı için bir muhtaçlık söz konusudur. Muhtaçlık ise muhtaç olmayanların anlayacağı bir duygu değildir.

    Müslüman ise aslında ölümden korkmaz, onun isteği sadece biraz daha kalabilme arzusudur. Bunun dışında “Şeb-i Arûs” olarak kabul edilen ölüm, sevgiliye kavuşmadır. Yaşarken elimizde sadece niyet ve ona bağlı olarak gayretimiz vardır. İyi niyet ve gayret çerçevesinde olanlarda da olmayanlarda da bir hayır vardır. Bundan sonrası tamamen teslimiyettir. Her şeyi akışına bırakarak yol almak fıtrata en uygun davranış olacaktır.

    İnsanlara dışarıdan bakınca çok büyük farklılıklar görmek olası değildir. Onları birbirinden farklı kılan endişeleridir. Bu endişeleri ise onlar ortaya koymadığı sürece anlamak mümkün değildir. Birçok insanın bize göre; çok komik, çok absürt, çok saçma, çok aykırı, çok sıra dışı veyahut “İncirin çekirdeğini doldurmayacak!” endişeleri vardır. Biz bunları eleştirsek de o durum onları huzursuz ederek yaşam kalitesine çok büyük darbe vurmaktadır. Onları bu endişeleri yüzünden yargılamak ve ayıplamak yaraya tuz basmakla eşdeğer olmaktadır. Bunu bildikleri için de birçok insan yine içinde yaşadığı bu endişeleri kimseyle paylaşmak istemez. Çoğu zaman bunu bir sır olarak saklayarak ta mezara kadar götürür.

    O yüzden insanların saçma ya da değil endişelerine saygı duymak ve mümkünse yardımcı olmak elzemdir. Bunu yaparken de meselenin hassasiyeti göz önüne alınarak mahremiyeti de muhafaza etmek yine çok insani bir davranış olacaktır. İfşa etmeden, büyük bir samimiyet ve ciddiyetle karşı tarafı da rencide etmeden yaraya merhem olmak gerekir.

    Sonuç olarak; insan bir damla kan ve çokça endişeleri olan hassas bir varlıktır. Yüce Allah’ın halife olarak gönderdiği bu canı incitmeye kimsenin hakkı yoktur. Aksi takdirde Hakk’ı incitmiş oluruz ki bunun hesabı çok çetindir. Anlamak ve yardımcı olmak; hepsi bu kadar, çok mu zor? Biyoloji ile psikoloji arasında sıkışan insan ancak merhametle huzur bulacaktır.

    Esenlik dileklerimle,

    Devamını Oku

    BİR HARF UĞRUNA…

    BİR HARF UĞRUNA…
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Takvim yapraklarında neredeyse boş bir gün yok gibi. Ticari kaygılar, popüler kültür, gelenek, töre ve taklit derken insanlar ister istemez bu akıma kapılıyor. Herhangi bir özel günü kutlamadığınızda, toplum baskısı ile birlikte linç yemeniz içten bile değildir.

    24 Kasım da bu günlerden birisidir. Sadece bir güne öğretmenleri hapsetmek büyük haksızlık olmaktadır. Oysa ki; eğitim, öğretim, ilim, bilim, âlim ve öğretmenlerle ilgili ne çok söz söylenmiştir. İnancımızda ayet ve hadislerden tutun, filozof hatta devlet adamlarına kadar farklı duygu ve düşünceler dört bir yanımızı sarmış durumdadır.

    Peki, bunların hepsi iyi, güzel de dönüp baktığımızda öğretmenlik, günümüzün en çileli mesleği ve öğretmenler şamar oğlanı durumundadır.

    Her bir aile tek çocuğunu bile idare edemezken, onlarca çocuğu bir öğretmen nasıl idare edecek? Eskiden “Eti senin, kemiği benim!” anlayışı ile öğretmene tam bir güven duyulurken, günümüzde veliler öğretmeni yönetmektedirler. Çocuklarını âdeta fanuslarda büyüten aileler, aşırı korumacı tutumları ile okul yollarında heba olmaktadırlar. Çocukları evin karşısındaki okula bile kendileri götürmekte, çıkışa yetişemezlerse büyük bir travma onları bekliyor olmaktadır. Bu şekilde bir tutum ve davranış ise çocuklara iyilik değil, kişilik gelişiminin önünde büyük bir engel olmaktadır. Evet, belki zaman kötü, yaşanmış birçok olumsuzluk olabilir; fakat çözüm bu mudur?

    Birçok ülkede öğretmenlik, kariyer olarak en üst basamakta iken, bizde “Hiçbir şey olmazsa bari öğretmen olsun.” algısı çok yaygındır. Böyle bir toplumda eğitimden ve öneminden bahsetmek mümkün değildir. Çocuklar âdeta yarış atı gibi okul sonrası kurslarda, çocukluklarını yaşayamadan zebil olmaktadırlar.

    Her ne kadar müfredat; eğitim ve öğretim olarak sunulsa da ortada eğitim mevcut olmayıp, sadece öğretim bulunmaktadır. Bu kavramlar sıkça karıştırılmıştır. Eğitim, “eğmek” kökünden gelmekte olup; bir şeye şekil vermek, bükmek, kalıcı olarak başka bir şekle dönüştürmektir. Öğretim ise herhangi bir bilginin karşı tarafa aktarılmasıdır. Şimdi bu tanım çerçevesinde, okullarda uygulanan müfredatın ne olduğuna siz karar verin! Bu yüzden öğretmenlik, ideal insanların işi olup başkalarının bu işe yönelmesinin önü kesilmelidir.

    Sonuç olarak; bir harf öğrettiği için kırk yıl köle olanlardan, öğrenciye bir fiske vurduğu için öğretmen katledenlere bayağı yol kat etmiş olmak, büyük mesafedir!
    Bir harf uğruna, ya Rab ne nesiller yok oluyor!
    Şimdi, 24 Kasım’da neyin kutlamasını yapacağız?

    Esenlik dileklerimle,

    Devamını Oku

    CİNSLİĞİN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI

    CİNSLİĞİN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bir insandan “Cins” diye bahsedildiğinde, genellikle bu yargı bir eleştiriyi de beraberinde getirmektedir. Dolayısıyla toplumun genel kanaat ve değerleriyle çelişen aykırı bir prototip ortaya çıkmaktadır.

    Çoğunluğun her zaman haklı olmayacağını göz önüne alırsak, bu meseleyi sosyolojik olarak incelemek faydalı ve yararlı olacaktır.

    Bunun yanında meseleye farklı ve ters açıyla bakacak olursak da, aslında sıra dışı bir kişilikten bahsetmek yanlış olmayacaktır. Hatta bir kişi kendisi hakkında biraz da gururla “Ben cins bir insanım!” diyorsa, aslında kendisinin çizgi ötesi bir karakter olduğunu beyan etmiş olmaktadır.

    Cins insanların sayısı toplum geneline göre azınlıkta olduğu için de, aslında kıymet-i harbiyeleri su götürmez bir gerçektir. Bu gerçekliğe başka parametre ve açılardan bakarsak, ortaya tamamen farklı neticeler çıkmaktadır. Bu şekilde karşılaştırma ve mukayese yöntemiyle meseleyi bağlamından koparmadan irdelemek daha ikna edici olacaktır.

    Ekonomide “Nedret Kanunu” diye bir kavram vardır. Bunun açılımı: Doğada az, nadir, cüzi, kıt, biraz ve noksan olanın değerli olmasına hükmeden bir anlayıştır. Bu tanıma göre “altın” çok değerlidir. Bu madenin değerli olmasının tek sebebi az olmasındandır. Yoksa başka artı hiçbir özelliği mevcut değildir.

    Eskilerin “Nevi şahsına münhasır” dedikleri insan tipinin, popüler kültürdeki tanımı “Cins insan” olmaktadır. Bu insanlar, öncelikle prensip sahibi ve kuralcıdır. Bakış açıları ve vizyonları çok daha geniştir. Geleceği görme feraset ve algıları çok farklı ve gelişmiştir. Dağın arkasını gördükleri için toplumun genelinden ayrışırlar ve bu durum onları özgün yapmaktadır. Eksantrik düşünceye sahip bu insanların kafaları farklı çalıştığı için her türlü mucitlik de bunlardan çıkmaktadır. Risk almayı severler ve asla başarısızlık karşısında pes etmezler.

    Cins insanlar, her türlü ihtimal ve olasılığı önceden gördükleri için sürekli bir huzursuzluk halleri mevcuttur. Kalpleri hiçbir zaman mutmain olmadıkları için, kontrolün sürekli ellerinde olmasını isterler. Kimseye güvenmedikleri için de kendilerini yıpratmak gibi bir zaafları da onların yumuşak karnını oluşturmaktadır. Yaratılış ve fıtrat olarak bu durumdan mustarip olsalar da, durumu düzeltme yolunda ortaya koydukları çaba çoğu zaman başarısız olmaktadır.

    Toplum, bu tür cins insanları kendi haline bıraktığı için çok fazla sorun yaşamazlar. Anlamaya çalışmak yerine önyargılı bir tutumla etiketlemek daha kolaylarına gelmektedir.

    Sonuç olarak; cinsliğin dayanılmaz ağırlığına sahip bu insanları cinslik bataklığına saplamadan, zirveye taşımak topyekûn fayda açısından elzemdir.

    Esenlik dileklerimle,

    Devamını Oku

    KIRIK KALPLER MÜZESİ

    KIRIK KALPLER MÜZESİ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    İnancımız, “Bir kalbi kırmanın, Kâbe’yi yıkmak gibi olduğunu” haber vermektedir. Hatta bunun ötesinde, çok büyük ikaz ve uyarı ile insanları bu işten men etmekte, toplumsal fayda mülahaza edilmektedir.

    Kalbin, sağlığımız açısından da büyük önemi artık herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Diğer tüm organlar çift yaratılırken kalbin tek olmasının hikmetlerinin yanı sıra, çok yaygın olan kalp krizi yüzünden de binlerce insan hayatını kaybetmektedir.

    Kalp krizinin yanı sıra, günümüzde yine pek bilinmeyen “Kalp Kırığı Sendromu” diye bir hastalık da mevcuttur. Bu hastalığın belirtileri kalp kriziyle benzer olup, farklı semptomları olan, yoğun duygusal ve fiziksel strese bağlı geçici bir kalp hastalığıdır.

    Kalp kaslarının zayıflaması ile kanın pompalanmasında ortaya çıkan zaaflar olarak tarif edilmektedir. Bu hastalık genellikle; ölüm, boşanma, kötü haber, kaygı, korku, kaza, ameliyat ve bunların oluşturduğu yoğun stres sonrası ortaya çıkmaktadır.

    Hasta, bütün bu korku, kaygı ve evhamlarından oluşan bir hayali müze oluşturarak sabah akşam bu müzeyi ziyaret etmektedir. Dolayısıyla her ziyaret sonrası, daha büyük hayal kırıklığı ve dehşetle, büyük bir stresle kalbine yüklenmeye devam etmektedir. Bu kadar büyük bir yüke dayanamayan kalp, zaman içerisinde asli görevini yerine getirmekte zorlanarak teklemeye başladığında, ilk teşhis kalp krizi olmaktadır.

    Fakat yapılan tetkik ve anjiyo sonrasında damarların tıkalı olmadığı görüldüğünde, bunun bir kriz değil, kırıklık olduğu; hastanın da hikâyesi dinlendiği zaman ortaya çıkmaktadır. Bu hastalık ilaçla tedavi edildiği gibi, tekrar görülmesi de stresten uzak durulduğunda olası değildir.

    İnsan, psikolojik bir varlık olduğu için birçok konuda stres oluşturması normaldir. Önemli olan, bu stresi yönetebilecek kapasite ve bilinçte olmak; meselenin halli yolunda önemli katkı sağlamış olacaktır.

    Üzülmekle hiçbir meselenin hallolmadığı gibi, kendimizi yıpratarak daha büyük sorunlara yol açtığımızı çoğu zaman anlatmak mümkün olmuyor. “Elimde değil, yapamıyorum, yapım bu, yaratılış ve fıtrat!” diyerek birçok insan kendini bu işten sıyırmaya çalışsa da; irade ve bilinçaltımız ile bunun üstesinden gelmek zor değildir.

    Sağlığımızı korumak, kendimizin dışında hem toplumsal hem de kamusal olarak da birçok yükü ortadan kaldırarak fayda sağlamış olacaktır. Bir yılda acil servislere iki yüz milyon insan müracaat ediyor, bunun külfetinin altından kalkmak hem maddi hem de manevi olarak mümkün değildir.

    Sonuç olarak; ne kalp kırın ne de kalbinizi kırın!
    Kendi hayal dünyanızda oluşturduğunuz kırık kalp müzesinden dışarı çıkarak, hayata karışın! Gelecek ömrünüz, geçen ömrünüzden çok daha kısa… Bunun bilincinde olarak, kendimize bir iyilik yaparak kalbimizi koruyalım.

    Esenlik dileklerimle,

    Devamını Oku

    İMANINIZDAN ŞÜPHENİZ VAR MIDIR?

    İMANINIZDAN ŞÜPHENİZ VAR MIDIR?
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL


    İman konusuna sosyolojik açıdan bakıldığında, korku ve ümit arasında bir yer olarak tarif edilmektedir.

    Niye korku? Çünkü korkmak; aynı zamanda insanı diri tutan, tedbir almaya zorlayan ve öz denetim sağlayan bir eylemdir. Korku, aynı zamanda şüpheyi de içinde barındıran bir durumdur.

    Şüphe, sizi tedbir almaya ve kendinizi sürekli çek ederek kontrol altında tutmanıza yardımcı olacaktır. Bilimde dahi şüpheyle yol alınarak ilerlemek mümkündür. Şüphe olmadan yeni bir şey icat etmek ve hedefe ulaşmak mümkün değildir. İlmin yarısı merak ise, diğer yarısı da şüphedir. Şüphe, bizim mükemmele ulaşma yolunda en büyük gerçeğimiz olacaktır.

    Bunun yanında ümit de yine aynı şekilde, her daim sarılacağımız bir can simidi olmak zorundadır. Her şey, bir hayal ve ümitle başlamaktadır. Hayatta ümidini kaybetmiş insan, aslında canlı ceset gibidir. Bizleri ayakta tutan; geleceğe dair plan ve ümitlerimizdir.

    Tekrar başlığa dönecek olursak, avama “İmanınızdan şüpheniz var mıdır?” diye soracak olursanız, alacağınız cevap: “Tabii ki yok!” şeklinde olacaktır. Bu cevap, derin düşünülmüş bir fikir olmayıp sadece spontane olarak ortaya konmuş bir reflekstir.

    Oysaki Müslüman, her daim imanından şüphe etmek zorundadır. Şüphe etmediği zaman, her an yanlışa düşmesi ve hata etmesi olasıdır. Şüphe, bir inançsızlık değil; tam tersine imanı tahkim etmek için ortaya konmuş bir emniyet supabıdır.

    Şüphe, kalbin mutmain olması için olumsuzlukların ortadan kaldırılarak huzura ermek adına çıkılan ince ve uzun bir yoldur.

    İslâm inanç ve felsefesi, Müslümanların korku ile ümit arasında bir denge kurmasını salık vermektedir. Müslüman bunu her daim duyduğu için kanıksamış; fakat içselleştirememiştir. Kulağa hoş gelse de, tam olarak ne demek istendiği konusunda tefekkür bizde maalesef mevcut değildir.

    Böyle olunca da, yeni fikirler ile birlikte yeni düşünceler ortaya çıkmadığı için bu kısır döngüden çıkmamız da mümkün olamamaktadır. Kur’an, defaten “Hiç akıl etmez misiniz?” diye bize açık kapı bıraksa da, bu kapıdan geçen Müslümanların sayısı çok fazla değildir.

    Sonuç olarak; bir Müslüman için ahir ve akıbet çok önemlidir. Son nefeste imanını kaybeden insanlar mevcut iken, bizlerin iman konusunda sürekli şüphe ile kendimizi zinde tutmamız elzemdir.

    İmanından mutlak emin olanlar, sadece cehaletin zavallı kurbanlarıdır. Siz; korku ve şüphe ile yaşayarak her daim ümitvar olmak zorundasınız, başka türlüsü de zaten akılcı değildir.

    Esenlik dileklerimle,

    Devamını Oku

    ÇENGELKÖY ÇENGELİ

    ÇENGELKÖY ÇENGELİ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bir davet üzerine 10-14 Ekim tarihleri arasında yine yolumuz İstanbul’a düştü. Sisli, puslu ve yağmurlu bir gün olsa da bu kutlu şehir her zaman çok güzel… Hem çok büyük cazibesi var hem de büyüklüğü ve kalabalık olması insanı ürkütüyor. Ayrıca sahipleri de pek yaman! Bize de yine bir İstanbul sosyolojisini yazmak vacip oldu.

    Biz, İzmir’den; karşı aile ise ta Kastamonu’dan buluşmak ve de tanışmak için bir cumartesi sabahı kahvaltıda Çengelköy’de buluştuk.

    İlk karşılaşma olduğu için iki tarafı da onore edecek bir prestij mekânında buluşmak mantıklı gözüküyordu. Dolayısıyla mekân, İstanbul Boğaziçi’nde, Çengelköy mevkiinde bir tarihi yalıdaki restoran olarak seçilmişti. Çengelköy deyince akla ilk olarak meşhur salatalığı geliyor. Gerçi günümüzde buralarda ne bağ ne bostan kaldığı için, sarsılmaz imajı sadece isim olarak varlığını sürdürüyor. Tam da bunları düşünerek mekâna doğru yürürken, manav değil ama derme çatma bir barakada adam salatalık satıyordu. Hırpani kılıklı adam, dağa çıksa eşkıya olacak bir tipte olduğu için fiyatını merak ederek etikete gözüm takıldı. Aslında sürpriz değildi. Günümüzde en büyük banknot ne ise, etikette oydu. “Vay be,” dedim, “müşteriler yalı sahibi olunca fiyatta bu şekilde çarpı altı kat oluyormuş!”

    Her ne ise, yalıdan bozma restoranı kurumsal bir şirket işletiyor. Havalı bir girişi, bazı ürünlerin sergilenmekte olduğu bir banko, hatta günlük gazeteler de yine farkındalık adına müşterilerin hizmetine sunulmuş. Fakat yasal zorunluluk olmasına rağmen fiyat menüsü ne girişte ne de masalarda mevcut değil! Adamlar şöyle düşünmüş olabilir: “Yalıda kahvaltıya gelen adamın fiyatla işi olmaz!” Fakat biz yine de internet üzerinden fiyatlara bir göz atmıştık. Böyle bir mekân için oldukça makul görünüyordu fakat kazın ayağı öyle değilmiş; onu da daha sonra yaşayarak öğrenmiş olduk.

    Boğaziçi’nde kahvaltıya gidiyorsanız, hava muhalefeti ne olursa olsun dışarıda oturmak neredeyse kanun hükmünde. Bunun bilincinde olan işletmeci de talep olması durumunda battaniye temin ediyor.

    Gökyüzü kırçıllı grinin değişik tonlarında, çelik gibi bir örtü ile kaplı. Güneşi öyle bir hapsetmiş ki, bugün yüzünü bize göstermesi mümkün gözükmüyor. Ara sıra atıştıran yağmura rağmen bizler, çadırdan sundurmanın altında sohbetin sıcaklığıyla ısınıyoruz.

    Lüks sayılacak mekânda masalar mozaik kaplı ve de üstünde bunu kapatacak örtüye bile gerek duymamışlar. Herhâlde şöyle düşünüyorlar: “Dünyanın en güzel sahilinde oturuyorsunuz, daha ne istiyorsunuz!” Sipariş verdik, gelen malzeme ve ürünler vasat! Etrafta neredeyse adam başına bir garson düşse de hizmette aksamalar gözden kaçmıyor. Çok kalabalık bir personel grubu olduğu için herkes birbirine bırakınca hep bir şeyler eksik kalıyor.

    Sonuç olarak; mekân, konum, lokasyon, doğa ve manzara mükemmel iken hizmet ve işletme vasat. Asıl sürpriz sonradan ortaya çıktı ki bir bardak çay ile yarım kilo çay almak mümkün. Yani birçok yerde çaylar sınırsız olarak ikram edilirken, burada çaylar ile sizi çengele asıyorlar. Siz siz olun, Çengelköy’de çengele asılmayın!

    Esenlik dileklerimle,

    Devamını Oku

    MUSALLA TAŞI

    MUSALLA TAŞI
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL


    Yaşam ile ölüm ve dünya ile ahiret arasındaki en önemli geçiş, musalla taşında gerçekleşmektedir. Bir anlık bekleme odası olan bu platformlar, dünya ile ilgili tüm plan ve düşüncelerin son bulduğu yerdir.

    Musallaya konulan kişi, etrafında cereyan etmekte olan bütün olaylara şahit olmaktadır. Sevdiklerini, dostlarını etrafında görmekte; onlara dokunmak için elini uzatsa da bu mümkün olmayacaktır. Onlara seslenmek istediğinde sesinin çıkmadığına şahit olarak bu işe bir anlam veremeyecektir. Ta ki defin sonrasında kafasını kaldırmak istediği sırada merteklere çarpmasıyla, ölen kişinin kendisi olduğunu anlayacaktır. Bu süreç ister birebir gerçek olsun, ister kurgu veya metafor olsun, sonuçta çok da abes bir durum değildir.

    Cenaze ve defin işlemine kadar; eşiniz, çocuklar, aile, dostlar, bunun yanında malınız da sizi takip edecektir. Bunların hepsi geriye dönerken sadece amelinizle baş başa kalacağınız en büyük gerçektir. Amel ise bir kul olarak Sırat-ı Müstakim çizgisinde bir ömür sürmekle huzura kavuşacaktır. Sadece yaptığınız ibadetlerle kurtuluşa ereceğinizi sanmak ne büyük gaflettir! Günümüz Müslümanlarının en büyük açmazı bu yanılgıdır. İbadetler sadece görevlerimizdir. Bunun dışında; iyi ve faydalı insan olmak, merhametli ve adil olmak, her daim hak ve hukuk peşinde, ahlâklı olmak da gerekli değil, mukaddestir. Bir Hadis-i Şerif, “İnsanların en hayırlısı, en faydalı olandır!” diye referans vermektedir.

    İnancımız, ibret için cenaze törenleri ve mezarlık ziyaretlerini tavsiye etmektedir. Tabii bunun altında, “Bir gün yolun buralara düşecek. Bundan hiçbir fani muaf değildir; dolayısıyla dünyaya kendini çok kaptırma,” mesajı yatmaktadır. İnsanoğlu sürekli geleceğe yönelik planlar yaparken, ömür sayfaları da bir bir tükenmekte olsa da, o bunun pek farkında değildir. Çocukların boyunu aşması, torun torbaya karışmak, saçlardan eksilen ve beyaza dönüşenler çok büyük mesaj olsa da o bunları es geçerek, “Benim ruhum genç!” diyerek kendisine toz kondurmamaktadır. Oysa ki sadece albümdeki eski fotoğraflara bakmak bile yeterli olacaktır. Kendisini bu şekilde avutan insan, bir bakmışsın ki musalla taşında boylu boyunca uzanmış yatıyor… Buradan geri dönüş yok; dolayısıyla “keşke” diye hayıflanmak fayda etmeyecektir.

    Sonuç olarak; ölüm en büyük gerçek, musalla ise en somut yüzleşme yeridir. Musallaya konulmadan önce öyle bir hayat yaşa ki musalla, senin için Şeb-i Arus sahnesi olsun. Oradan da, cennet kapılarının giriş kapısı olan kabir hayatına tüm dostlarınla birlikte düğün alayı ile gir.
    Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz de o şekilde diriltilirsiniz.
    Meselenin özü budur, daha fazlası lâf-ı güzaf olacaktır.

    Esenlik dileklerimle,

    Devamını Oku

    BİLİNÇ VE BİLİNÇALTI

    BİLİNÇ VE BİLİNÇALTI
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Okuduğum kitaplardan istifade ettiğim doğrudur. Dolayısıyla, zaman zaman bunların toplumsal faydasına olan inancımdan mütevellit sizlere de aktarmak istiyorum. Son okuduğum kitap, “Bilinçaltı” konusunda bilimsel bir araştırmanın bir sonucuydu. Şimdi özet olarak bu bilgileri sunuyorum.

    Yaptığımız her türlü eylem ve fiili bilincimizle yaparken, bir de “karanlık odamız” olan bilinçaltı var ki, o, her bir şeyi depolamak suretiyle biriktirmektedir.

    Bilinçaltımız en değerli hazinemizdir. Onu verimli kullanmasını öğrendiğimiz zaman, bütün hayatımız değişecektir. Kendisi 24 saat süreyle kesintisiz çalışarak bizi hem bedensel hem de ruhsal olarak iyileştirmektedir. Özellikle yatmadan önce, gevşemiş ve rahatlamış olarak inanarak yapacağımız telkinler neticesinde bize inanılmaz yardımcı olacağından emin olabilirsiniz.

    Mesela, bir hastalığınız var; bilinçaltına, “Benim tüm organ ve uzuvlarımı mükemmel yaratan Yüce Allah’ım, ortaya çıkan bu bozulmayı ancak sen tamir edersin!” diyerek mesaj gönderdiğinizde, durumunuzda çok büyük iyileşme olacağına şaşıracaksınız. Hatta bu mesajı ilettikten sonra, “Lütfen, lütfen, lütfen…!” diyerek defalarca tekrar ederek uykuya dalarsanız, uyandığınızda çok büyük rahatlık ve hatta bariz bir düzelme sizi şaşırtacaktır.

    Bizzat iki olayda test ettiğim vakalarda elde ettiğim sonuç mükemmeldi. Birincisi, belim tutulmuş ve eğilip kalkarken inanılmaz şekilde canımı yakıyordu. Yatmadan, daha doğrusu uyumadan önce halimi bilinçaltıma arz ettim. Zihnimde bunu tek kelimeye indirerek, sürekli tekrarlayarak uykuya daldım. Sabah uyandığımda, bel ağrısından eser olmadığı için rutin işlerime odaklandığımda birden aklıma geldi ki benim belim tutulmuştu. Derken ortaya çıkan sonuca hem hayret ettim hem de çok sevindim.

    İkinci deneme, gündüz saat 11.30’da üzerime bir ağırlık çökerken, yarım saat şekerleme yapmak istedim. Bu arada bilinçaltıma da “Beni tam saat 12.00’de uyandır!” diye telkinde bulundum. Derin ve kaliteli bir uykuya daldığımda, birden gözlerimi açtım; saat tam 12.00’yi gösteriyordu. Gözlerime inanamadım!

    Tüm bu faydalarından dolayı da birçok sanatçı ve bilim adamı, bilinçaltını çok iyi kullandıkları için büyük ölçüde istifade ettiklerini kendileri ifade ederek kayıtlara geçmiştir. Bilinçaltı, aynı zamanda karşı tarafa da enerji göndermek suretiyle etki ve tepkiye sebep olduğu için, bunun farkında olan insanların, hayatlarını büyük ölçüde kolaylaştırdıkları da yine tecrübeyle sabittir.

    Sonuç olarak; bilinçaltımız, çok büyük bir potansiyelimiz olarak emrimize âmâde bir şekilde sizden talimat bekliyor. Hiçbir isteği geri çevirmediği gibi 7/24 görev yapması da cabası, daha ne olsun? Bir an önce bilinçaltınızla tanışmanız sizin lehinize olacaktır!

    Esenlik dileklerimle,

    Devamını Oku

    ATAM BİLİR ATASINI, BEN BİLİRİM ÖTESİNİ

    ATAM BİLİR ATASINI, BEN BİLİRİM ÖTESİNİ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Hiç bir şey dışarıdan göründüğü gibi değildir. İnsanoğlu meselenin iç yüzüne vakıf olmadan yapacağı her yorum suizan olacaktır ki bu da büyük bir vebali olan en hafif ifadesiyle günahtır.

    Kul hakkı ve günah sizin için bir şey ifade etmiyorsa zaten ötesini konuşmak da gereksiz olacaktır. Günümüzde dijital çağın getirmiş olduğu yozlaşma ile bütün değerler aşındığı için her doğruyu her ortamda söylemekte yine etkisiz kalmaktadır. Sözün etkisi olması için karşı tarafın da belli bir kalibrede olması şarttır. Yoksa aranızdaki farkı diğerlerinin anlaması mümkün değildir.

    Atalarımız yaşadıkları birçok tecrübe sonrası akıl süzgecinin imbiğinden geçirerek ortaya koydukları her bir söz değerlidir. Bunlar boşuna söylenmiş sözler olmayıp, tecrübe ile tescillenmiştir. Akıl sahibi olan bizlere düşen ise bu mesajları alarak yerli yerinde kullanmaktır. Dünya döndüğü sürece söylenecek söz tabii ki bitmemiştir ve de bitmeyecektir. Bugüne kadar bütün sözler söylenmiş dolayısıyla bundan sonra yeni bir söz söylemek gereksizdir yaklaşımı yanlıştır. Derin tefekkür ve olaylara kalp gözü ile bakıldığında yeni düşünce kalıpları ortaya koymak olasıdır. Boş bir kafa ve zihin yeni bir fikir üretmeye yeterli olmayacağı için onu en iyi şekilde doldurmak elzemdir. Bunun tek ve standart yolu ise sadece okumaktır. Bir kap dolmadan onu taşması mümkün olmadığı gibi kişilerin de okumadan yeni bir düşünce ortaya koyması söz konusu değildir.

    Günümüzde bazı siyasetçiler elde ettikleri yalan yanlış bilgileri teyit etme ihtiyacı bile duymadan halkın üzerine boca etmektedirler. Yalancının mumu yatsıya kadar bile yanmadan tekzip yediklerinde itibarlarını yerle bir etmekte beis görmüyorlar. Balık hafızalı bir millet olduğumuz için konunun kısa sürede unutacağı zannıyla hareket etmeleri sık rastladığımız durumlar olmaktadır. Oysaki söz sanatı olan siyasetin en temel argümanı güvenilirlik olmalıdır. Böyle olmayınca da karşılıklı çamur siyaseti ile alınacak mesafe mevcut değildir. Bilmek kadar doğru bilgiyi de kitlelere ulaştırmak siyasetin temel hedefi olmalıdır; yoksa kalıcı olmanız ve iz bırakmanız mümkün değildir.

    Sonuç olarak; birisi veya bir olay hakkında kesin bilgi ve belge sahibi olmadan ortaya konulan iddia sizi mat edebilir. Buna istinaden karşı taraf, “Atam bilir atasını, ben bilirim ötesini!” diyerek sizi ters köşeye yatırdığında vereceğiniz makul cevap olmayacaktır. Sözün ve bilginin kıymetini bilmek, toplumsal erdem zincirinin en önemli halkası olmaktadır.

    Esenlik dileklerimle,

    Devamını Oku

    İYİ YETMEZ, MÜKEMMELE ULAŞMAK GEREKİR!

    İYİ YETMEZ, MÜKEMMELE ULAŞMAK GEREKİR!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Çalışma hayatı ve özellikle iş dünyasında klasik olarak insanlar ve çalışanlar bir şirketin en değerli varlığı kabul edilirdi. Zaman içerisinde değişen ve dönüşen çağ ile birlikte bu kabul artık eskide kalmış gözükmektedir. Günümüzde artık en değerli varlık insanlar değil, “doğru insanlar” olmaktadır.

    Bir işletmeye teknolojik yatırım yapsanız, son sistem cihazlarla donatsanız, en kalifiye elemanları da toplasanız belki iyi bir şirket olabilirsiniz; fakat asla mükemmele ulaşamazsınız. Mükemmele ulaşmayan şirketlerin uzun süre ayakta kalması, kâr etmesi, gelecekte de var olması olası değildir.

    Bunun yanında doğru insanları işe almanız durumunda, bunların yetkinlikleri ve kabiliyetleri sınırlı da olsa başarıya ulaşmanız mümkündür. Çünkü kişilik, karakter ve değerlere bağlı bir insanı eğiterek ondan azami verimi almanız hayal değildir. Bunun yanında; kabiliyetli, zeki, yetenekli, kalifiye bir elemanın karakteri bozuksa, ondan kısa vadede istifade etseniz de uzun vadede sizi yarı yolda bırakacağından emin olabilirsiniz.

    İşe alım yaparken şüphelerinizin olması durumunda, o insanı kesinlikle işe almayın! İşletmeyi bir otobüse benzetirsek, bu tür insanları otobüsten indirmek yerine onları otobüse hiç almamak daha rasyonel bir davranış olacaktır. Otobüse aldığınız doğru insanları da uygun koltuklara yerleştirdiğiniz zaman, artık hedefe doğru yol almakta bir mahsur olmayacaktır.

    İş ahlakı ve iş etiği konusunda hassasiyeti olan doğru insanlar, işletmeye sadakatle bağlı olarak, bunun yanında büyük bir aidiyet duygusu ile hareket edeceklerdir. Şirketin kazanması durumunda kendisinin de kazanacağı duygusu ile daha büyük hedeflere koşmak için gerekli motivasyonu kendisi oluşturmuş olacaktır.

    Yöneticiler ise mümkün olduğunca bürokrasi ve hiyerarşiyi en aza indirerek yalın yönetim ile çalışanlara destek olması elzemdir. Disiplinli insan, disiplinli düşünce ve disiplinli eylem ile de istikrarda sürekliliği sağlamak durumundadırlar. En basitinden baret renklerinin bile farklı olması durumunda bir ayrımcılık ortaya çıkacaktır ki bundan bile kaçınmak gerekir. Bazı elemanların baretlerini arabalarının arkasına koyarak sosyal sınıf ayrımcılığı yapmaları bile masum kabul edilmemelidir.

    Sonuç olarak; kalıcı başarıya ulaşmanın yolu insandan ve de özellikle doğru insandan geçmektedir. Doğru insanları bulduğunuzda rekabette bir sıfır öne geçtiğinizden emin olabilirsiniz. İyi, mükemmelin düşmanı olduğu sürece her zeminde ve her ortamda mükemmelin peşinde koşmak sizi her daim zirvede tutacaktır. Bu durumda iyi ile yetinmek yerine hedef mükemmel olmalıdır; başka türlü başarılı olma şansınız olmayacaktır.

    Esenlik dileklerimle,

    Devamını Oku

    VATANDAŞ GÖZÜNDEN KARAKOL BASKINI

    VATANDAŞ GÖZÜNDEN KARAKOL BASKINI
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Balçova Salih İşgören Polis Amirliği, oturduğum mahallede olduğu için baskına ait duygu ve düşüncelerimi paylaşmak belki faydalı olacaktır diye düşünüyorum. Bugüne kadar kimsenin dile getirmediği güvenlik zaafları, belki bundan sonrası için alınacak tedbirler açısından yararlı olacaktır.

    Karakolun hemen arkasındaki camiye gitmek için günde beş kere olay mahallinden geçiyorum. Öncelikle karakolun konumuna bakmamız gerekiyor. Mahalle arasında ve işlek olmayan bir sokakta bulunması dolayısıyla büyük bir rahatlık ve rehavetin olduğunu her gün gözlemliyorum ve bu durum beni tedirgin ediyordu. Bunu vatandaş olarak ben görüyorsam, art niyetli kişi ve örgütler de bu zafiyeti mutlaka dikkate almışlardır.

    Karakolun tam karşısında park var ve parkın tam orta yerinde asırlık bir ağaç, siper ve sütre için çok elverişli. Buna karşılık karakol, boydan boya sadece kafes bir tel örgü ile saldırıya karşı oldukça savunmasız! Karakolun köşesinde bir adet nöbet kulübesi var; bunun dışında siper alacağınız, sütre oluşturacak bir platform mevcut değil. Ayrıca dışarıda bulunan sundurmanın altında büyük bir masa etrafında oturma grupları ile çoğu zaman kalabalık ve iç içe geçmiş bir şekilde, her türlü saldırıya açık güvenlik mensupları oturmaktadır.

    Saldırının parktan yapılması, saldırganın 16 yaşında olmasına rağmen kendisini park halindeki arabalara siper etmesine ve ilk ateşte bir polisi şehit etmesine sürpriz gözüyle bakılmamalıdır. Çünkü karakolun tüm cephesi boyunca kendinizi koruyacak veya hedef küçültecek ne bir duvar ne de beton bloklar maalesef mevcut değildir. Bu güvenlik zaaflarını her gün görerek kendi kendime “İnşallah bir saldırı olmaz” diye düşünürken, olanlar oldu.

    Çatışma sonrası saldırganı takip eden polislerin yine hiçbir siper almadan ve hedef küçültmeden yaptıklarına rağmen, saldırganın kendisini arabalara siper etmesini de hep birlikte ibretle izledik. Takip eden ve şehit olan polis müdürünün de yine çok açıktan bunu yaptığı, görgü şahitleri tarafından görülmüştür.

    Sonuç olarak; belki bu saldırıyı önlemeniz mümkün olmayabilirdi. Fakat alınacak basit tedbir ve eğitimlerle bu saldırı, can kaybı olmadan atlatılabilirdi. Olay sonrası parkta bulunan çit ağaçlarının sökülerek karakolun görüş alanının açılmış olması ise “tam bize göre” bir tedbir olmuştur. Şehitler için Yüce Allah’tan rahmet diliyorum. Testi kırılmadan tedbir aldığımız gün, bu tür olaylar gündemi meşgul etmeyen, sadece kayıtlara geçen bir vaka olacaktır. Aksi takdirde hep birlikte kahrolmaya devam edeceğiz!

    Esenlik dileklerimle,

    Devamını Oku

    TOPRAK YİYEN ÇOCUK VE ÖTESİ

    TOPRAK YİYEN ÇOCUK VE ÖTESİ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Sokak röportajlarında mikrofon uzatılan bazı insanlar, papağan misali hep birlikte, “Açız, aç; millet aç!” diyerek bir algının parçası olmakta sakınca görmüyorlar. Oysa kılık kıyafet, söylem ve eylemlerine bakınca bu ifadeler pek inandırıcı gelmiyor. Tamamen iflah olmaz muhalifliğin ideolojik bir uzantısı olarak kendilerini algı odalarına hapsederek başka seslere kulak tıkamaktadırlar.

    Bu cennet vatan, bugüne kadar açlıktan kimsenin öldüğüne rastlanmamıştır. Bir kere inancımız, “Komşusu açken tok yatan bizden değildir!” felsefesi gereği sosyal dayanışma buna izin vermez. Dahası, aile ve akrabalık ilişkileri buna müsaade etmez. Daha ötesi, sosyal devlet iddiası buna engel olur.

    Gazze’de insanlar gerçek anlamda açlıktan ölürken, bu ifadenin dillere pelesenk olmuş bir şekilde sürekli tekrar edilmesi ayıptır, günahtır. Siyonist İsrail öyle bir abluka uyguluyor ki hiçbir yardım ulaşmasına müsaade etmediği gibi, es kaza yardım dağıtılıyor olsa bile bunu toplu katliam için fırsata çevirmek için kullanmaktadır.

    Bir videoda Filistinli bir çocuk isyan ederek, “Toprak yediklerini ve bunun sorumlusu olarak da sizsiniz!” diyerek bütün dünyaya isyan ediyordu. Bugün Gazze, savaş filmlerindeki yerle bir olmuş yerleşim yerleri platosu görünümü ile vicdanları yaralasa da gördüklerimiz maalesef bir film sahnesi değildir. Taş taş üstünde kalmamış bu korkunç manzaraya rağmen insanların yediden yetmişe; inanç, kararlılık, itikat ve direnişleri fevkaladenin fevkindedir. Her şeylerini kaybetmiş bu insanların imanlarını muhafaza ederek, bir isyan ve şüphelerinin olmaması ne büyük teslimiyettir?

    Yahudiler, dünya üzerinde nüfus olarak bir yekûn tutmasalar da sermaye sahibi olmaları ve ekonomik varlıkları sayesinde çok büyük bir güçtürler. Ve inançları gereği kendilerini üstün ırk olarak gördükleri için de diğerlerini insan olarak dahi görmüyorlar. Bunun karşısında durmak için de birlik ve güçlü olmaktan başka yol yoktur. Bütün bu yıkıma rağmen bundan ders çıkaran ve ibret alan bir topluluk var mıdır? Bunun cevabı maalesef yok!

    Sonuç olarak; bazı kavramları ulu orta kullanarak aşındırmamak gerekiyor. “Açız!” diyenler Gazze’ye bakarak bundan hicap duymalıdır. Karnını doyurmak için topraktan başka bir şey bulamayanların ahı huzuru mahşerde hepimizin en büyük sorgusu olacaktır. “Gazze’den bize ne!” diyen bir grup mahluk içinse söz fayda etmediği için kendi hezeyanlarında boğulmaları için onları serbest bırakıyorum. İnsanlığın en büyük sınavı olan Gazze bir gün inancın zaferini yaşayacaktır, fakat bu duruma sırtını dönenleri ve üç maymunu oynayanları da asla affetmeyecektir.

    Esenlik dileklerimle,

    Devamını Oku

    KAN PARASI / BEDELİ

    KAN PARASI / BEDELİ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kan, muadili olmayan ve ikamesi sadece insan olan bir sıvıdır. Yolu hastalık ve hastane ile kesişmemiş insanlardan kan konusunda hassasiyet beklemek saflık olur.

    Kızılay’ın kan bağışı için kentin en merkezi meydanlarında açmış olduğu stantları, vitrin seyreder gibi geçip giderler. Sağlıklı iken, sosyal sorumluluk çerçevesinde kan bağışında bulunmak gündemlerinde değildir. Fakat günün birinde lazım olduğunda, feryat figan Kızılay’ın yolunu tuttuklarında, ay bacayı savuşmuş olacaktır.

    Kan, sadece hastalıkla ilgili olmayıp, sosyolojik olarak da birçok mevzuya konu olmaktadır. Mesela husumetli aileler arasında, “kan davası” gibi bir ilkellikle hâlen daha mücadele devam etmektedir. Çatışma sonrası taraflardan birisi hayatını kaybettiğinde, arayı bulmak ve barışı sağlamak için ortaya konulan en önemli argüman: “Kan parası / kan bedeli!” olmaktadır.

    Ölen bir insanın kanına bedel ve paha biçmek, dünyanın en saçma işi olsa da maalesef uygulamada rastladığımız durumlardır. Güya karşı tarafın mağduriyetini gidermek, onları bir nebze olsun teselli etmek için bunun pazarlık konusu olması, insan onuruyla bağdaşmayan bir uygulamadır. Bu durum sadece kan davasında değil, sıradan bir kaza sonrası ortaya çıkan durumlar için de söz konusudur. Anlaşmaya varmak ve davadan vazgeçmek için paranın mevzubahis olması kabul edilemez.

    İnancımız, “Haksız yere bir insanı öldürmek, bütün insanları öldürmek gibidir!” diyerek bu konuda gayet açık bir hüküm ortaya koymuşken, buna muhalif bir tutum kabul edilebilir mi? İslâm’ı yaşama konusunda hiçbir davranışımız uygun olmadığı gibi, bu konuda da zaafımız büyüktür. Allah’ın verdiği canı almak için insanın başka bir mahlûka dönüşmesi gerekir ki bu da aslında çok kolay değildir. Cani olarak adlandırılan bu insanların nasıl bir ruh hâlinde olduğunu anlamak gerçekten mümkün değildir!

    Canın ve de kanın bir bedeli olamaz! Bunun teklif edilmesi bile abesle iştigaldir. Bunun yanında mağdur tarafın bu paraya ihtiyaç duyması bile başka bir vakadır. Ölene büyük saygısızlık, onun aziz hatırasına ihanet ve de insanlık dışı bir davranıştır.

    Sonuç olarak; “kan parası / kan bedeli” adı altında yapılan tüm pazarlıklar, her iki taraf için de çok çirkin ve çok ayıptır. Bu ayıbın kısa dönemde ortadan kalkması da maalesef mümkün değildir. Birkaç neslin devri daim olarak zihinsel dönüşüme ihtiyacı vardır. Bu durumu başka toplumlara anlatmak, izah etmek olası değildir. Bu kansızlığı hiçbir su yıkamaz ve de temizleyemez, bunun da bilinmesi gerekir!

    Esenlik dileklerimle,

    Devamını Oku

    DÜZENLİ İNSANLARA DAİR

    DÜZENLİ İNSANLARA DAİR
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Yontulmamış ve pimpirikli insanlardan sonra üçlemeyi düzenli insanlarla tamamlamış olacağız. Bu seriyi aslında çok fazla uzatmak mümkün olsa da tadında bırakmak isabetli olacaktır. İnsanları sonsuz bir şekilde kategorize etmek mümkün olsa da onları olumlu yönde değiştirmek çok fazla mümkün olmadığı için sadece tespit ile yetinmek durumundayız. Ötesi istek ve irade işi olduğu için sınırın ötesine maalesef geçemiyoruz.

    Düzenli insanları en iyi tarif sanırım, “Kurumsallık” kavramı ile mümkün olacaktır. Kurumsallığın bireysel izdüşümü bu tür insanlara en uygun tanımdır. Her işleri belli bir standart ve kurallar manzumesi olarak tezahür etmektedir. Hayatlarında hiçbir kötü sürprize yer yoktur. Her adımları planlı, programlı ve düzenlidir. Âdeta saat gibi şaşmaz bir şekilde dakiktirler. Her türlü programa ve randevuya tam saatinde veya önceden gitmeleri elzemdir. Geç kalmamak için her türlü olumsuzluğu göz önüne alarak tedbirli davranmaları askeri disiplin seviyesindedir. Sivil hayatı asker gibi yaşamak ve bu konudaki tavizsiz tutumları toplumda rahatsızlık yaratsa da prensiplerinden asla taviz vermezler. İstikrar ve çelik gibi sağlam iradeleri ana omurgalarını oluşturmaktadır.

    Erken yatıp, erken kalkarlar. Günün bereketini heba edecek davranışları kabul etmeleri mümkün değildir. Nefes alır gibi günlük okumaları olmazsa olmazlarındandır. Zaman israfına sebep olacak boş iş ve boş insanlardan uzak dururlar. En önemli özelliklerinden birisi de “Hayır!” demenin erdemine inanarak gerektiğinde kıvırmadan, topu taça atmadan hayır diyebilmeleridir. Gündemi sürekli takip ederek neler olup bittiği konusunda sürekli fikir sahibidirler. Yurtta ve dünyada yaşanan olayları kaçırdıklarında büyük bir boşluk hissederek rahatsız olurlar. Eskilerin, “Ajans saati” konusundaki hassasiyetlerini bilgi çağı düzeyinde takip ederek mutlu olurlar.

    Kendileri çok düzenli ve dakik oldukları için aynı zamanda aceleci ve sabırsızlık gibi bir zaafları da olumsuzluk olarak görülebilir. Beklemeye tahammülleri yok hükmündedir. Kimseyi bekletmedikleri için karşı taraftan da bu konuda anlayış beklerler.

    Sonuç olarak; bir ülkenin kalkınması ve ilerlemesinde düzenli insanların katkısı çok büyüktür. Dünya liderlerine baktığınız zaman yaşantı ve felsefe olarak diğer insanlardan çok farklı oldukları görülür. Düzen, disiplin, prensip ve kurallar manzumesi birçok insanı sıksa da dünyaya düzenli insanların yön verdiği de bir gerçektir. Yontulmamış insanlar hayatı zorlaştırır, pimpirikli insanlar stres kaynaklıdır, düzenli insanlar ise tam bir denge unsurudurlar. Hayatın zıtlıkları içerisinde denge kurmak az şey değildir! Bunu da düzenli insanlara borçluyuz.

    Esenlik dileklerimle,

    Devamını Oku

    PİMPİRİKLİ İNSANLARA DAİR

    PİMPİRİKLİ İNSANLARA DAİR
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Her insan hammadde olarak etten ve kemikten yaratılmış olsa da ruhları birbirinden oldukça farklılık göstermektedir. Duygular, düşünceler, kaygılar, korkular ve evhamlar psikolojik olarak her fıtrat farklı davranış kalıpları ortaya koymaktadır.

    Bu durum ise en basitinden yaşam kalitesi üzerinde çok büyük farklılıklara neden olmaktadır. Şu üç günlük dünyayı kendilerine zehir ettikleri gibi, etrafa yaydıkları negatif enerji ile hayatı çekilmez hale getirmeleri işten bile değildir. Bu tür insanları pimpirikli olarak ifade ettiğimiz zaman taşlar cuk diye yerine oturacaktır.

    En temel özellikleri, aşırı kaygı ve korku ile sürekli temkinli olmalarıdır. Her durumda bir sonraki adımı düşünerek sürekli en olumsuz ve uç ihtimalin gerçekleşeceği korkusu hâkimdir. O yüzden de hiçbir zaman mutlu olamazlar. “Ya, ya…” diyerek sürekli kaos ve kargaşa senaryosu üretirler. Mörfi teorisine bağlı olarak dedikleri çıktığında ise, “Bak, ben söylemiştim veya tahmin etmiştim!” diyerek, zeytinyağı gibi üste çıkma çabası ile sürekli bir mücadelenin içerisinde hem kendilerini hem de karşı tarafı törpüleyerek yok ederler.

    Hiçbir zaman kalpleri mutmain olmaz. Bu kaygılar sonrasında en basit ve rutin işleri sarpa sardığında, bu kısır döngüden çıkmaları da mümkün değildir. Şeytanın bile aklına gelmeyecek yönden meseleye eksantrik yaklaşarak, “Bu kadarı da olmaz!” diyerek saçlarınızı yolsanız da durum değişmeyecektir. Bu tür zor insanları kendileriyle baş başa bırakmak bile çözüm olmayacaktır. Sürekli söylenerek başınızın etini yemeleri sıradan durumlardır.

    Çok zeki ve akıllı oldukları için onları basit cümlelerle ikna etmeniz mümkün değildir. Hatta uzman klinik psikologlar bile bu tür kişiler karşısında kariyerlerini tehlikeye atacak kadar çaresiz kalmaktadırlar. Pimpirikli insanların aslında diğer insanlardan ayrılan en önemli özellikleri, kafatasının akıl için dar olmasıdır. Akıl kafaya sığmayacak kadar fazla olunca normal insanlar gibi düşünmesini beklemek haksızlık olacaktır. O yüzden cahil ve dünyadan bihaber insanlar çok mutludurlar. Çünkü hiçbir şeyin farkında olmayınca, kaygı ve korkunun olması da teknik olarak mümkün değildir.

    Sonuç olarak; aslında pimpirikli insanların farklılıkları çoğu zaman kendi ellerinde olmayan durum kaynaklıdır. Fakat yaşamlarını olumsuz etkilediği de yine bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Yapılması gereken, onları anlamaya çalışarak mümkün olduğunca yardımcı olmaktır. Kendilerinin de durumun farkında olmaları meselenin çözümü için yeterli olmadığı gün gibi ortadadır. Kaygının pençesindeki bu insanlar için kaygı duymamak elde değil!

    Esenlik dileklerimle,

    Devamını Oku

    Yontulmamış İnsanlara Dair

    Yontulmamış İnsanlara Dair
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    İnsanoğlu, yaratılış ve fıtrat gereği birçok özellikle donatılmıştır. Diğer bazı özellikler ise sonradan; çevre, coğrafya, iklim, sosyal doku, gelenek ve inanç gibi dış etkenlere bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Bütün bu bileşenler ise kişilik ve karakter olarak bir bedende hayat bulmuştur.

    Eğitim süreçlerine bağlı olarak bazı özellikler tekâmül çerçevesinde gelişme göstererek davranış değişimleri oluştursa da “Bir insan yedisinde ne ise yetmişinde de odur!” genel kanaati çerçevesinde çok büyük değişimler gözlemek olası değildir.

    Öyle insanlar var ki hayatı boyunca; “Teşekkür ederim, rica ederim, lütfen, sağ ol, minnettarım, müteşekkirim, affedersin, özür dilerim, üzgünüm, pardon” gibi incelik ve nezaket kelimelerini kullanmamıştır. Onların lügatinde bu ifadelere yer yoktur. Çünkü bunları kullanmanın bir acziyet ve düşkünlük olacağı kanaati bilinçaltında yerleşmiştir. Bunda çevre ve ailenin büyük etkisi vardır; hâl ilmi çerçevesinde bunları duymadığı, işitmediği için kullanmak bir kusur ve ayıp gibi görülmektedir. Bu durum bir kültür ve gelenek mirası olarak diğer nesillere de yansıdığı için bunun düzelmesi imkânsız olmasa da çok zor olmaktadır. Kişi ancak bir vesileyle başka sosyal çevreye katılması sonrasında ve zaman içerisinde yontulma ile yavaş yavaş istenilen kıvama gelecektir. Bu arada birkaç nesil heba edilmiş olsa da kimin umurunda, medeniyet dediğin nedir ki? Düşe kalka mutlaka bir orta yol bulunacaktır, nasıl olsa kervanı yolda düzmeye alışmış bir millet olarak acelemiz yok!

    Bütün bu mahsurlar göz önüne alındığında kapalı toplumların ilerlemesi için mutlaka başka toplumlarla etkileşimi elzemdir. Bu etkileşim, tüm değerlerin dejenere edilerek özümüzü kaybetmeden olumlu yönlerin alınarak bünyemize adapte edilmesiyle olmalıdır. Aksi takdirde öz benliğimizi kaybetmiş oluruz ki bu bizi taklitçilik tuzağı ile yok olmaya kadar götürür.

    Hayat tezahürlerinin tamamı olarak ifade edilen medeniyet, yüzyıllar boyunca damıtılarak ortaya çıkan özdür, bunu bir anda yok etmek veya sulandırmak kimsenin haddine değildir. Dolayısıyla değişip dönüşürken de değerlere bağlı kalmak meselenin özetidir.

    Sonuç olarak; toplumda yontulmamış insanlar her devirde olacaktır. Bunların en temel seviyede insanlık ve medeniyet adına değişmesi, toplumun uygarlık seviyesine de katkı sunmuş olacaktır. Önemli olan yeni yetişen nesillerin taklitçiliği bir kenara bırakıp tahkikat sonrası doğru davranış kalıpları ile doğru olanı sahiplenmiş olmaları ile süreç başarıya ulaşmış olacaktır. Unutmayın, yontulmamış taş, ya ayağınıza takılır ya da başınızı yarar!

    Esenlik dileklerimle..

    Devamını Oku

    DİYANET MERCEK ALTINDA!

    DİYANET MERCEK ALTINDA!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bir şeyin mercek altında olması, niyete bağlı olarak değişiklik gösterebilir. Eğer niyetiniz, “Öküz altında buzağı aramak!” ise açık bulmak için sürekli teyakkuzda olmanız gerekir. Açık yoksa da gerçekleri çarpıtarak algı operasyonu yapmanız da içten değildir.

    Tıpkı yazılı basında muhalif kanatta yer alan; cumhuriyetin hamisi, halkın sözcüsü ve nefes borusu iddiasında bulunan yayın organlarının Diyanet’i sürekli göz altında tutmaları gibi. Bu üç gazete her gün; teşkilatı, başkanı veya cuma hutbesini manşete taşıyarak itibar suikastı yapmaktadır.

    Kendileri ve taraftarları seküler bir yaşam sürdükleri; cami, cemaat, namaz, ezan ve İslam’a dair hiçbir hassasiyet taşımadıkları halde ortaya koydukları itibarsızlaştırma faaliyetleri sürpriz değildir. Onlar kendilerine yakışanı yapmaktadırlar. Aslında, direkt Müslümanlara ve İslam’a saldıramadıkları için bunu dolaylı olarak bu şekilde ortaya koymaktadırlar.

    Son cuma hutbesinde konu hayâ olduğu için buna bağlı olarak; giyim, kuşam, estetik, dövme gibi konuların inancımıza uygun olmaması eleştirilmiştir. Diyanet’in misyonu, zaten insanları iyi, güzel, doğru ve fıtrata uygun olma yolunda tebliğ vazifesi olduğu için yaptığı, kuruluş amacına uygun hareket etmekten ibarettir. Aksi takdirde görevini yerine getirmediği için anayasa suçu işlemiş olacaktır.

    Fakat muhalif basın bunu; insan yaşamına müdahale, laikliğe aykırı eylem, anayasa suçu, şeriat özlemi, gericilik, yobazlık ve cumhuriyete saldırı olarak ifade etmektedir. Yaptığınız bu algı ile “yatacak yeriniz yok” desem de ahiret inancınız olmadığı için zaten sizin için bir şey ifade etmeyecektir.

    Bu şekilde tutum ve davranışla Diyanet’i, dolayısıyla hükûmeti yıprattığınızı düşünseniz de bu durum, Müslümanlar arasında daha büyük bir kenetlenmeye neden olmaktadır. 23 yıllık bir iktidarı bu şekilde değiştirmenin mümkün olmadığını anlamadıkları için kendi hezeyanlarında boğulmaya devam ediyor olmaları ibretliktir.

    Bir kesimi; aşağılamak, hor görmek, küçümsemek, yok saymak ve itibarsızlaştırmak, bugüne kadar bir şey kazandırmadığı gibi bundan sonra da netice almak için yeterli olmayacaktır. Bunu anlamamış olmaları, kervanın yürümesine katkı sağladığı için bunda da bir hikmet ve hayır olduğu muhakkaktır.

    Sonuç olarak; dinimize, inancımıza, değerlerimize ve kutsallarımıza Diyanet kanalıyla yapılan saygısızlık kabul edilebilir değildir. Kendi insanına ve toplumuna bu kadar yabancı bir güruh, dünyada çok rastlanır bir şey değildir. Muhalefetin de bir raconu vardır; bunların yaptığı resmen ve alenen din düşmanlığıdır. Allah ıslah etsin diyeceğim fakat bunların hidayete ermek gibi bir dertleri olmadığı için kendi hallerine bırakıyorum.

    Esenlik dileklerimle,

    Devamını Oku

    TUVALET TERLİĞİ İLE GEZENLER…

    TUVALET TERLİĞİ İLE GEZENLER…
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Arsa konusunda yaşadığımız dolandırıcılık ve mağduriyeti bir başka açıdan irdeleyerek özeleştiri yapmak, meselenin sağlıklı değerlendirilmesi açısından elzemdir.

    Öncelikle, insanoğlunda bu tamahkârlık olduğu sürece dolandırıcılar ekmek yemeye devam edeceklerdir! Bu durumu değişik misallerle somut hâle getirmek daha anlaşılır olacaktır.

    İzmir Menderes Küner’e yakın yerlerde tapulu ve sadece 200 m² arsalar 4 milyona satılırken, tapusuz da olsa 500 m² arsayı 500-600 bin liraya alırken bu farkı hiç sorgulamadık! Buradaki çelişkiyi göz önüne alarak bu işte bir bit yeniği olabileceğini, açgözlülüğümüz ve nefsimizle birlikte kabul etmek işimize geldi.

    Diğer bir husus, arsayı gördük fakat kafamızda soru işaretleri olduğu hâlde emlakçının sürekli fiyatı aşağı çekmesine yine fit olduk. 1,2 milyondan 600 bine kadar, yani %50’lik bir indirimden rahatsız olmadık! Çünkü hem kesemize hem de nefsimize hoş gelmişti.

    Noter satışı ve temlik usulü satışta sürekli noterin değişiyor olması bizi rahatsız etmedi! Ada, parsel, pafta gibi bilgiler yanlış giriliyor ve bunları ortaya çıkardığımız zaman hiç profesyonel olmayan bir şekilde orada düzeltmeye çalışmalarını, “olur böyle şeyler” diye önemsemedik!

    Satış üzerinden bir sene geçmiş olmasına rağmen henüz daha yerlerimizin haritacı tarafından belirlenerek kazık dahi çakılmamış olmasını dert etmedik! Nasıl olsa toprak sahibi olmuştuk ya, “nasıl olsa halledilir” diye umutla her türlü yalana kendimizi inandırdık.

    Yerlerimiz belli olursa hemen etrafını çevirerek üzerine, “Özel mülktür!” diye afiş asmamız gerektiği uyarısından şüpheye düşmedik! Oysaki yer bizimse buna ne gerek var diye sorgulamadık.

    Buna benzer birçok husus bizi rahatsız etmediği için uysal koyun gibi her denileni doğru kabul ederek aslında bu mağduriyeti sizce de hak etmedik mi? Duygular bazen aklın ve mantığın önüne geçtiğinde sağlıklı düşünmek bunun yanında rasyonel bir davranış ortaya koymak maalesef ortadan kalkmaktadır. Buna emlakçıların lafazanlık, ikna kabiliyeti ve insan psikolojisini çok iyi bildiklerini de eklerseniz netice ortada.

    Sonuç olarak; bu işte herkes kendini haklı görerek bir savunma mekanizması geliştirmiş durumdadır. Emlakçının köylüler hakkındaki tespiti, “Düne kadar tuvalet terliği ile gezenler, bugün marka arabalara biniyorlar!” diyerek aslında kendisinin de aracı olarak bir şey kazanmadığını ifade etmektedir, yerseniz tabii! Çuvaldızı hep başkalarına batırırken, iğneyi de kendimize batırmayı hakkaniyet adına uygun gördüm, her ne kadar bazıları itiraz etse de!

    Esenlik dileklerimle,

    Devamını Oku

    SUÇ SABİT, SUÇLULAR SERBEST!

    SUÇ SABİT, SUÇLULAR SERBEST!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Yargı ve adalet konusunda işin ucu size dokununcaya kadar çok fazla duyarlılık kasmasanız da, günün birinde mağdur olarak feryadınız arşı âlâyı tuttuğunda dönüp bakan olmayacaktır. Beşer olan insanoğlunun maalesef böyle bir zaafı vardır.

    Arsa konusunda yaşadığımız dolandırıcılık ve mağduriyet sonrası bir grup arkadaşla işi yargıya taşıdık. İki acar avukatımız, elimizde ne kadar bilgi, belge, doküman, çıktı, yazışma, görüşme, kayıt, dekont, senet, sözleşme ve de noter satışı varsa hepsini bir dosyada topladılar. Bu tür klasörler biraz da abartılarak “tuğla” kalınlığında diye ifade edilse de, bizimkisi abartısız “istinat duvarı” gibi durmaktaydı. Bu kadar belgeyi okuyacak savcı ve hâkime doğrusu acımıştım. Diğer taraftan da böyle kabarık bir dosyanın yargıda karşılık bulmaması söz konusu olamazdı diye düşünerek hep birlikte mutlu olmuştuk.

    Acar avukatlarımız sayesinde çok hızlı bir süreç bizi bekliyordu. Kısa süre sonra tüm mağdurlar emniyete ifadeye çağrılıyor ve dosya sürekli kabarıyordu. Bu durum bizim için hem umut hem de moral olacak gelişmelerdi. Bu arada çete olarak tam 13 zanlı tespit edilerek gözaltına alınıyor; bu durum bizleri hayli sevindiriyordu.

    Yargıdaki bu hız bizleri mutlu etse de, bu işin nereye varacağını merakla takip ediyorduk. Savcının; suçların sabit olması, boyutunun büyüklüğü ve de nitelikli dolandırıcılık kapsamında tutuklanması konusunda görüşüne rağmen, mahkeme başkanı hâkim, zanlıların yurtdışı yasağı ve haftada bir gün karakola imza verme karşılığı, bununla birlikte adli kontrol şartıyla serbest bırakılmasına hükmetmiş olması bizleri ziyadesiyle üzmüştür.

    Savcı ve avukatlarımızın itirazı da yine aynı kapsamda değerlendirilerek reddedilmiştir. Tam netice alacağız diye umutlanmışken elimiz böğrümüzde öylece kala kaldık. Böylece kötüler ve kötülük ödüllendirildi, dolayısıyla bunlar da bundan cesaretle daha fazla insanı dolandırmaya devam edecekler. Acı fakat gerçek durum bundan ibarettir.

    Sonuç olarak; suçları sabit olmakla birlikte, suçluların serbest kaldığı bir sistemle huzurlu bir toplum inşa etmek mümkün müdür? “Taşların bağlanıp, köpeklerin salıverildiği” bir ortamda hak aramak boşa kürek çekmek olacağı için suçluların ödüllendirildiği bir zulümle abad ne mümkün! Hak mücadelesi tabii ki devam edecektir, bunun yanında kul hakkı diyeceğim ama bu kadar kötü insanları bu şekilde etkilemeniz de çok mümkün gözükmüyor. Yine de Allah’a havale etmeyi de unutmuyoruz! Ormanköy, umutlarımızın başladığı ve bittiği yer olarak kalmaması için, “Aheste çekme kürekleri kayıkçı, Küner uyansın!” diye dua ediyoruz.

    Esenlik dileklerimle,

    Devamını Oku

    HER KURUM, KURUMSAL MIDIR?

    HER KURUM, KURUMSAL MIDIR?
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    İş dünyası ve çalışma hayatında gerek referans gerekse algı olarak “kurumsallık”, en moda kavramlardan biri olarak her daim güncelliğini koruyan beylik laflardandır. İnsanlar söze başlarken, kendini ifade ederken özellikle kurumsallığın altını kalın çizgilerle çizerek ön plana çıkarmayı prestij olarak gerekli görürler.

    Kurumsallık, kamu için önemli değildir; çünkü devletin imkân ve gücünü arkasına alan bir işletmenin kurumsal olmama ihtimali yoktur. Kurumsallık genellikle özel sektör için geçerlidir. Çünkü gerek öz sermayesi, gerek insan kaynağı ve gerekse sürdürülebilirlik açısından uzun ince bir yol onları bekliyor olmaktadır. Kurumsal bir firmanın oluşması bugünden yarına olacak iş değildir. Profesyonel yardımın yanında bakış açısı ve vizyonla ilgili olarak kısa, orta ve uzun vadeli planların ortaya konulması elzemdir. Üretimin iş akışı, prosesi, personel yönetimi, satış, pazarlama, bakım, satın alma, depolama ve stok yönetimi gibi birçok konuda her bir işlem talimat ve prosedüre tabi olmalıdır. Kurulan sistem, kişiden bağımsız olarak tam ve eksiksiz şekilde çalışıyor olmalıdır. Her bir icraat, anlık kararlarla değil kalite yönetim sisteminin gerekleri doğrultusunda ele alınmalıdır. Ayrıca bütün sistemleri denetleyecek iç ve dış denetim mekanizmalarının da çalışıyor olması esastır.

    Kurulan sistemin yanı sıra, kuruma özgü olarak geleneksel değerler varsa bunlar da sisteme entegre edilmelidir. Aile şirketlerinde beka sorunu yaşanmaması için mutlaka aile anayasasının da olması kaçınılmazdır. Burada yönetim kademeleri, hiyerarşik basamaklar, terfi, atama ve cezalar yine tanımlı olmalıdır. Çalışanların ve paydaşların tüm hak ve menfaatleri mutlaka bir prosedüre bağlı olmalıdır. Ayrıca çevreye, topluma, kamu yararına katkı sağlayacak sosyal sorumluluk projeleri ile halkla ilişkiler ve tanıtım faaliyetleri de sistematik olarak, konjonktüre bağlı şekilde güncellenerek katkı sunulmalıdır.

    Kurumsallık, tüm bunları yerine getirirken bedel ödemek ve elini taşın altına koymak olacağı için birçok işletme ve patron için külfeti ağırdır. Bu yüzden kurumsallık hedefi olmayanların ona erişmesi mümkün değildir. Her kurum kurumsal olmadığı gibi, kurumsal olanların da bunun kalıcı ve sürdürülebilir olmasını sağlaması çok kolay değildir. Kurumsal şirketlerin testleri asıl kriz dönemlerinde ortaya çıkmaktadır. Krizden yıpranmadan ve yıpratmadan, en az zararla çıkanlar rüştünü ispat etmiş; diğerleri ise sınıfta kalmıştır.

    Sonuç olarak; kurumsallık, firmaya itibar ve prestij olarak büyük katkı sağlarken, yerine getirilmesi gereken yükümlülükler açısından da zor bir süreçtir. Bunu başaranlar gelecekte de var olarak yoluna devam ederken, küçük hesaplar peşinde koşanların maratonu tamamlaması söz konusu değildir.

    Esenlik dileklerimle,

    Devamını Oku

    MESLEKİ DEFORMASYON

    MESLEKİ DEFORMASYON
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Çalışma hayatına büyük bir aşk, şevk ve heyecanla, idealist bir şekilde başlayan birçok insanın, ilerleyen yıllarda rutinin getirdiği tekdüzelikle birlikte tükenmişlik sendromu yaşadığı doğrudur.

    Bu yüzden bir ömür boyu yorulmadan çalışabilmek için yaptığınız işi sevmeniz esastır. Sevmediğiniz bir işi yaptığınızda sıkılmanız, tekrara düşmeniz ve rutinin çarkları arasında yok olmanız kaçınılmazdır.

    Bu durum; motivasyon kaybı ile birlikte halsizlik, uyumsuzluk, sürekli yorgunluk, sinirlilik, hırçınlık ve nobranlık gibi davranışlarla birlikte verimsizlik ve iş kayıplarına sebep olacaktır.

    Kendinizi sürekli geliştirecek tutumlar ortaya koymak, kabuğunuzu kırmak ve kendinizi gerçekleştirmek mesleki deformasyonu önleyen davranışlar olsa da; kimse konfor alanının dışına çıkmak istemediği için bu dönüşüm kolay gerçekleşmemektedir.

    Kamuda emeklilik yaşı 65 olduğu için birçok kişi daha erken yaşta emekli olmamaktadır. Emeklilikle birlikte yaşanacak gelir kaybı ise en büyük engel olarak karşısında bir duvar gibi durmaktadır.

    Bu yaşa gelmiş birinin yalnızca “tecrübesi var” gerekçesiyle kurumda tutulması hiçbir mantıkla izah edilemez. Fiziki olarak güç kaybetmiş, yorulmuş, mental olarak bağını koparmış, aidiyet ve sadakatini yıllar önce yitirmiş birinin kuruma yalnızca bir kambur olduğu ortadadır.

    İşte mesleki deformasyon dediğimiz olgu tam da budur.

    Dışarıda üniversite mezunu bu kadar işsiz genç varken, sırf yaşını doldurmayı bekleyen milyonların olması kabul edilebilir değildir.

    Özel sektörden emekli olmuş birisi olarak, rica minnet ve faydalı bir çalışan iken yalnızca 52 yaşına kadar çalışabildim. Benden sonra da işletme batmadı, gençlerle yoluna devam etti.

    Bu süreçte ne ben tükenmişlik sendromu yaşadım, ne de işletme performans kaybı yaşadı. Aksine genç, dinamik ve zinde kadrolarla verimliliğini artırdı.

    Bu sirkülasyon, ekonominin ve endüstrinin sürdürülebilir şekilde yoluna devam etmesi açısından rasyoneldir.

    Kamu bu yapıyı gerçekleştiremediği için; siyasilerin arpalığı hâline gelmiş, hantallaşmış ve verimsizlik örneği bir sistem ülkenin sırtında yük hâline gelmiştir.

    Reel sektör olmadan, yalnızca hizmet sektörüyle bu ülkenin kalkınması ve ilerlemesi mümkün değildir.

    Üretim, tasarruf, ihracat olmadan cari açığın kapanması söz konusu değildir. Dolayısıyla hantal devlet yapısı sil baştan düzelmedikçe tek başına bir kurtuluş da mümkün değildir.

    Sonuç olarak; çalışanları tükenmişlik sendromuna sokan mesleki deformasyon oluşmadan, hem bireysel hem de idari anlamda önlem almak elzemdir. Aksi takdirde eşitsizlik, adaletsizlik, liyakatsizlik, verimsizlik ve vizyonsuzluk nedeniyle oluşacak kayıpları telafi etmek kolay olmayacaktır.

    Esenlik dileklerimle,

    Devamını Oku

    DİN GÖREVLİSİ Mİ, DİN GÖNÜLLÜSÜ MÜ?

    DİN GÖREVLİSİ Mİ, DİN GÖNÜLLÜSÜ MÜ?
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Din konusu her daim polemik konusu olmaya devam etmektedir. Bu kapsamda doğal olarak din görevlileri ve Diyanet de bu çekişmelerden nasibini almaktadır. Cami, cemaat ve din ile ilgisi olmayan seküler kesimin art niyetli eleştirilerini bir tarafa bırakarak, hüsnüzan ile meseleye bakmak yapıcı eleştiri kapsamında faydalı olacaktır.

    Muhafazakâr birisi olarak, bugüne kadar dinlediğim sohbet ve vaazlardan istifade etsem de “Vav!” diyebileceğim bir durum bugüne kadar gerçekleşmedi. Diyanet gibi çok büyük teşkilat ve personele sahip bir kurumun caminin dışında varlığının olmaması acıdır. Dışarıda ateist ve deist sayısında sürekli artışa rağmen, imkânları ile büyük bir camia bilişim çağının gereklerini yeterince kullanamadığı için sürekli kan kaybetmektedir. Bazı din görevlilerinin bireysel çabası ise sadra şifa bir durum ortaya koymaktan uzaktır.

    Camilerde görevli personelin büyük çoğunluğu, bir memur zihniyetiyle sadece görevini yaparken çok azı çizgi ötesine geçerek farkındalık ortaya koymaktadır. Cemaat de buna teşne olduğu için, karşılıklı durum idare edilerek kimse “Eski köye yeni adet!” getirmeye teşebbüs bile etmiyor. Oysaki din görevlisi, sıradan bir namaz kaldırma memuru değildir; bunun ötesinde bir vizyona ve misyona sahip olmalıdır! Din görevlisinin mevzuatla belirlenmiş olan görev tanımı ile kendisini sınırlandırmaması gerekiyor. Bunun ötesine geçerek din gönüllüsü olma yolunda bir tutum ortaya koyması, hem vicdani hem de ahlaki olarak elzemdir.

    Görevini hakkıyla yapanları tenzih ederken, kaptı-kaçtı yapanları da kınamak, onların mükemmele ulaşması yolunda kaçınılmazdır. Her meslekte olduğu gibi imamlıkta da herkesi memnun etmek mümkün olmadığı için bir orta yol mutlaka bulunmalıdır. Camiye gelen cemaat zaten “cepte” olduğu için, önemli olan dışarıda olanlara ulaşmak aynı zamanda bir beka meselesi olmaktadır.

    Bugün camilerin bahçeleri bile işgal altındayken, özellikle gençlerin ilgisini camiye çekecek aksiyonlara ihtiyaç vardır. Camilerin bu kadar çoğaldığı bir memlekette sadece cuma cemaati bile yavaş yavaş elini eteğini çekmiş durumdadır. Diyanet kurumsal olarak bu kadar akademi, televizyon, dergi, eğitim merkezi ve de kamplara sahipken, bu gidişatı tersine çevirecek çalıştaylar yaparak meselenin bilimsel olarak irdelenmesi gerekmektedir. Yoksa yakın gelecekte, cemaati olmadığı için birçok caminin kapısına kilit vurulması sürpriz olmayacaktır.

    Sonuç olarak; camiler tekrar eskiden olduğu gibi cazibe merkezi olmak zorundadır. Camileri sadece namaz mekânları olmanın ötesinde, hayatın merkezi konumuna getirmek gerekmektedir. Bunu din görevlileri ile yapmak mümkün olmadığına göre, acilen din gönüllülerine ihtiyaç vardır. Yoksa din, kültürel bir motif olarak sembolik bir yok olma süreci yaşayacaktır ki bu çözülmenin önüne geçmek mümkün olmayacaktır.

    Esenlik dileklerimle,

    Devamını Oku

    KALORİFER PETEĞİ UÇAR MI?

    KALORİFER PETEĞİ UÇAR MI?
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Milli ve yerli muharip savaş uçağımız Kaan’a ait ilk parça üretildiğinde, kalorifer peteğine benzetilerek aklı sıra alay konusu olmuştu.

    O parça, zamanla ete kemiğe bürünüp, ortaya kaporta çıkınca bu sefer de maket olarak dalga konusu olmuştu. Karada hareket ettiğinde, uçmuyor diye tiye alındı. İlk defa havalandı, bu sefer de uçuş süresini beğenmeyerek burun kıvırdılar. Deneme uçuşu ve testleri başarıyla tamamlandığında, bu sefer de motoru bize ait değil diye itibarsızlaştırmak istediler.

    Son olarak 48 adet Kaan, Endonezya’ya satıldı. Hızını alamayan iflah olmaz muhalifler, ona da kılıf bulmakta ve kulp takmakta gecikmediler. Bu satıştan elde edilecek 10 milyar dolar sanki devletin kasasına değil de Erdoğan’ın cebine girecekmiş gibi feveran ediyorlar. İnsan hakları, demokrasi, hukukun olmadığı ve geçim derdinin olduğu yerde Kaan’ın sadra şifa olmayacağı öngörüsüyle düşünce tarihinde çığır açtıklarını sanıyorlar!

    Bütün bunlar şaka değil, gerçek ve bizzat yaşandı. Savunma sanayinde ortaya çıkan bu başarının tüm hazımsızlığı, iktidar ve Erdoğan düşmanlığı olarak ortaya çıkmaktadır. Geçmişte yapılanlar hafızalarda tazeliğini korurken, beka sorunu olan savunma konusu siyaset üstü bir konu olması gerekirken, maalesef bağnazlıkta sınır tanımayan muhalifler yüzünden bizim dış düşmana ihtiyacımız olmadığını da bir kez daha yaşayarak görmüş olduk.

    Türkiye, son yıllarda yaptığı atak ve yatırımlar ile bütün dünyanın dikkatini çekmektedir. Bu aksiyonlarla Türkiye sınıf atlamış olup, bir üst lige çıkarak özellikle İHA ve SİHA konusunda dünyada çok önemli bir aktör durumuna gelmiştir. Karabağ ve Ukrayna savaşlarında elde edilen başarılar, dosta güven, düşmana korku salmış durumdadır. Geri dönüşü olmayan bu yolda, Teknofest gibi etkinliklerle halkın büyük katılımı ve desteği sağlanmıştır. Bu sayede birçok gence vizyon ve gelecek sağlanarak büyük bir ivme yakalanmıştır. Rol ve model olarak Baykar’ın öncülüğü, büyük bir heyecan ve teveccühe mazhar olmuştur.

    Sonuç olarak; kervan Kaan ile yola çıkmış olup, hedef Kızılelma olmaktadır. Bu uğurda elini taşın altına koyan herkes tarihte altın harflerle yerini alacaktır. Şairin dediği gibi, “Mehmet’im, sevinin, başlar yüksekte! Ölsek de sevinin, eve dönsek de! Sanma bu tekerlek kalır tümsekte! Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir! Gün doğmuş, gün batmış, ebet bizimdir!” Demek ki neymiş, Mevla’m isterse kalorifer peteği de uçarmış! Bunu da bizzat yaşayarak görmüş olduk. Yüce Allah’ım, sen nelere kadirsin.

    Esenlik dileklerimle,

    Devamını Oku

    EV KIZINDAN, EV GENCİNE…

    EV KIZINDAN, EV GENCİNE…
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Eskiden, “Ev Kızı” diye bir kavram vardı. Bundan maksat, genellikle ilkokul sonrası eğitimi yarım kalmış, varsa bulunduğu mahallenin dikiş-nakış kursuna veya en fazla Kur’an Kursu’na devam sonrasında kısmetinin çıkmasını bekleyen kişi olarak anılırdı. Genellikle muhafazakâr ailelerin ortak kaderi olarak bu durum toplumsal olarak da kabul edilmiş, yazılı olmayan kurallar manzumesindendi.

    Günümüzde bu durum tersine dönmüş durumdadır. Artık hiçbir genç kız evde oturarak beyaz atlı prensini beklemiyor. Eğitimi yarım kalmış olsa bile çalışma hayatına karışarak hem ekonomik özgürlüğün tadını çıkarıyor hem de sosyalleşmenin etkisiyle kabuğunu kırmaktadır. Emeğinin sömürülmesi, sendikasız veya sigortasız çalıştırılması gibi problemler olsa da yaşadığımız ekonomik şartlar dolayısıyla her iki tarafın da rızasıyla hayat bir şekilde akıp gitmektedir.

    Kız çocukları bu şekilde hayata tutunmaya çalışırken, yine günümüzde “Ev Genci” diye erkek çocuklardan oluşan bir kesim ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bunlar genellikle bir üniversiteden mezun olmuş, bitirdiği bölümün iş dünyası ve reel sektörde karşılığı olmadığı için evde kalmış kişilerdir. Üniversite mezunu oldukları için zincir marketlerde kasiyer olmayı da gururlarına yediremedikleri için iki arada bir derede kalmış kayıp nesil olarak hemen hemen her hanede mevcuttur. Ailesinin kanatları altında, geceleri gündüzlerine karışarak ekran başında ve sanal ortamda zaman öldürmekten helâk olmuş durumdadırlar.

    Burada temel sorun, eğitim sisteminin plansızlığı olarak ortaya çıkmaktadır. Sanayi ve endüstride çok acil olarak ara insan gücüne ihtiyaç varken sürekli karşılığı olmayan bölümlerden üniversite mezunu vermek, büyük bir kaynak israfına da neden olmaktadır.

    Yapılacak olan, reel sektörün ihtiyacı olan bölümler belirlenerek meslek liselerini cazip hâle getirmektir. Mezuniyet sonrası iş garantisi gibi düzenlemeler ile hem ihtiyaç karşılanmış olacak hem de üniversite önündeki yığılmalar önlenmiş olacaktır.

    Bugüne kadar genç nüfus hep önemli bir avantaj gibi görülse de rasyonel bir şekilde üretim ve istihdama katılmadıkları zaman faydadan daha çok zararlı olmaktadır. Doğurganlık oranlarının son yıllarda azalması ve bu ivmenin aşağıya doğru devam etmesi durumunda daha büyük sıkıntılar oluşacaktır. Bugün Avrupa’nın en büyük problemi, nüfusun yaşlanmasıdır. Bu durum hem iş gücünü hem de sağlık ve bakım giderlerini artırdığı için hükûmetleri zor durumda bırakmaktadır.

    Sonuç olarak; “Ev Kızı”ndan sonra yeni bir kavram olarak “Ev Genci”ne dönüşen bir sosyolojik süreç yaşanmaktadır. Bu süreç, eğer gerekli tedbirlerle iyi yönetilmezse hem toplumsal hem de ekonomik olarak büyük problemler bizi bekliyor olacaktır.

    Esenlik dileklerimle,

    Devamını Oku

    ERZİNCAN’A AY DOĞDU!

    ERZİNCAN’A AY DOĞDU!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Yurdumun her bir köşesi cennet vatan olmakla birlikte, bazı yöreler farklı özellikleri ile ön plana çıkmaktadırlar. Bazen de abartılı bir şekilde algı oluşturmaya çalışılırken, kantarın topuzunun kaçtığı da yine gerçektir.

    Mesela bir Malatya türküsünde, “Gönülleri coşturur ayla güneşin” derken, sanki Malatya’nın dışında ay ve güneş yokmuş gibi bir mübalağa söz konusudur. Bunun yanında “Can Erzincan” diye bir metafor uydurulmuş, neye hizmet ettiği belli değil!

    Erzincan’ın medyatik bir milletvekili, diline pelesenk olmuş bir şekilde millete sadece Sarıgül dağıtırken, kentin valisi insanlara gülüveriyor.

    “Gülüveriyor” kavramını biraz açarsak, daha iyi anlaşılmış olacaktır. Sayın Vali, modern zamanın bir dervişi olarak; dağ, bayır, tepe, çayır, ova, köy, kent, sokak, mahalle demeden sürekli hareket halinde dolaşıyor. Bunu yaparken de insanlara tepeden bakmadan, onlarla hemhal oluyor. Aşkla, sevgiyle, muhabbetle ve de empati kurarak bir abi, bir evlât, bir baba veya bir kardeş olarak gönüllere giriyor. Samimiyeti anında karşı tarafa geçtiği için de gönüllere girmesi, bütün kapıların sonsuza kadar açılmasına neden oluyor; gerisi mi, malum çorap söküğü veya su misali akıp gidiyor.

    Oysaki Erzincan’ın öyle bir valisi var ki kentte neredeyse dokunmadığı insan kalmamış. Genç, yaşlı, çocuk, talebe, esnaf, köylü, kentli… Her kesimin derdine derman olmak üzere seferber olmuş durumdadır. Bildiğimiz çatık kaşlı, koyu takım elbiseli, resmi, mesafeli, makamın dışına adım atmayan yöneticilerden değil. Her an, her yerde karşınıza çıkabiliyor. Herkesle çok kolay diyalog kurarak istek, talep ve arzuları anında yerine getiriyor. Bu tür bir vali profili, geçmişte yine aynı yerde görev yapmış olan merhum Recep Yazıcıoğlu’na ait olup, efsane olarak hâlen daha hayırla yâd edilmektedir.

    Makamlar gelip geçici olduğu için önemli olan, gök kubbede hoş bir sada bırakmak esas olmalıdır. Bu minvalde görev yapan Erzincan Valisi, şimdiden efsane olmuş durumdadır.

    Darısı diğer kentlerin başına diyerek; mütevazı, sevgi dolu, iyiliği esas alan, gönüllere dokunan, faydalı ve yararlı olmayı bir ibadet aşkıyla yapan valimiz her türlü takdiri hak etmektedir.

    Sonuç olarak; günümüzün en etkili iletişim aracı olan sosyal medyayı da etkin kullanarak, kendisini bütün Türkiye’ye tanıtmanın yanında rol ve model olarak da Erzincan’ın üzerine güneş gibi olmasa da ay gibi doğan Sayın Hamza Aydoğdu’yu canı gönülden tebrik ediyorum. Devlet-vatandaş kaynaşmasını görmek isteyenleri Erzincan bekliyor olacaktır.

    Esenlik dileklerimle,

    Devamını Oku

    AHMET MİDHAT EFENDİ

    AHMET MİDHAT EFENDİ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kendisi, Osmanlı’nın son döneminde yaşamış önemli bir Tanzimat dönemi yazar ve romancıdır. Popüler bir yazar olarak, 200 eser ortaya koyduğu için “40 beygir gücünde yazı makinesi” olarak ifade edilmiştir.

    Tıpkıbasım olarak Türk Dil Kurumu tarafından basılan 6 romanını peş peşe okuyunca bir değerlendirme yapmak kaçınılmaz oldu.

    Romanların dilinin günümüz Türkçesine çevrilmediği için oldukça ağdalı ve ağır olduğunu peşinen söylemekte fayda var. Eski dile vakıf olmayanlar için okuması oldukça külfetli olacağı için gerekli verimin elde edilmesi de zor olacaktır. Bu arada dilin yaşayan bir varlık olarak 130 senede nasıl bir değişim ve dönüşüm gösterdiğini anlamak açısından da faydalı olmuştur. Fakat dilde maalesef geriye doğru gidiş son derece can sıkıcı olmuştur. Günlük konuşma dilinin bile en az yarısı günümüzde tedavülde değildir.

    Dil dezavantajını bir kenara bırakırsak; konu, kurgu, tarz, sunuş, hikâye ve anlatım olarak kendi stilini oluşturmuş olması son derece takdire şayandır. Okuduğunuz bir romanda edebi olarak tam zirveyi gördüm, artık sonrası ne olabilir ki diye düşünürken bir başka romanda onun da ötesine geçilmiş olmasına hayret ve hayranlıkla ağzınız bir karış açık kalıyor. Günümüz romanları seviye olarak yerlerde süründüğü için mukayese bile kabil değildir.

    Ahmet Midhat, hikâyeye tam ortadan başlıyor, daha sonra başa dönerek devamında anlattığı ortayı atlayarak sonunda meseleyi hitama erdiriyor. Bu geçişler sırasında ise okuyucu ile hasbihal ederek karşılıklı konuşuyormuş gibi fikir teatisinde bulunuyor. Ayrıca hikâyeye fasıla vererek deneme tarzında dönemle ilgili hem sosyolojik hem de psikolojik tahlil ile esere değer katıyor. Dönemle ilgili olarak, Batı hayranlığı, özellikle Fransa ve Fransızca çok baskın trend olarak neredeyse ikinci bir dil olmaktadır. Yine entelektüel yaşamın konak ve köşklerde geçtiği, bunun yanında eğlencenin vazgeçilmez bir unsur olarak öne çıktığı da satır aralarında sunulmaktadır. Konak ve köşk olunca da illaki; uşak, kâhya, aşçı, bahçıvan ve cariyelerin özellikle gayrimüslimlerden oluştuğunu da müşahede ediyoruz.

    En büyük özelliği, romanlardaki gidişat ve gelişmeleri asla tahmin edemiyorsunuz. Öyle sürpriz gelişmelerle bir final sizi bekliyor ki, âdeta abandone oluyorsunuz. Günümüz romancılarının model olarak kendisini örnek almaları edebiyatımız için de katkı olacaktır.

    Sonuç olarak; Ahmet Midhat, özellikle roman konusunda hem okunması hem de idol olarak baş tacı olması gereken bir mertebededir. Bu önemli şahsiyet ve değerimizin tekrar hak ettiği kıymeti bulması adına herkese tavsiye ediyorum. Tabii öncelikle Osmanlıcayı bir şekilde hazmetmek şartıyla!

    Esenlik dileklerimle,

    Devamını Oku

    KANDİL’İ SÖNDÜRMEK!

    KANDİL’İ SÖNDÜRMEK!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Asırlar boyu Kandil, sadece bir dağın masum ismi iken, terör örgütünün yuvalanması sonrasında sakıncalı bir kelime olarak hep gündemde olmuştur. Siyasi, ideolojik ve de sosyolojik bir kavram olarak yarım asır boyunca dillere pelesenk bir sakıza dönüşmüştür.

    PKK, ilk başlarda üç-beş çapulcu olarak ifade edilerek hafife alınmış, daha sonrasında köyleri yakmaktan, bölgeyi boşaltmaya varıncaya kadar inkâr politikaları ile mesele kangrene dönüşmüştür. Başa gelen her iktidar, terörü bitirmek vaadiyle genellikle askerî politikalar üreterek sonuç almaya çalışmışsa da kısmi başarıların ötesine geçilememiştir.

    İlk defa mevcut hükümet ve Bahçeli’nin inisiyatifi ile başlatılan süreç sonrasında PKK silah bırakarak Kandil söndürülmüştür. Fakat gel gör ki “Terörsüz Türkiye” hedefi bazı muhalif kesimleri kesmemiş gözüküyor. “Silahların bırakılmasına evet…” diye başlayan cümle, akla hayale gelmeyen nifak cümleleri ile akamete uğratılmaya çalışılmaktadır. İşin içine Lozan’ı da katarak meseleyi sulandırmak adına arşivler didik didik edilerek geçmişteki söylemler gün yüzüne çıkartılmakta ve yüzeysel değerlendirmelerle beyhude bir çaba ortaya konmaktadır. Geçmişe takılı kalarak bir gelişme ve tekâmül söz konusu değildir. Yeni günde yeni şeyler söylemek gerekmektedir. Tarafların siyaseten söylemiş oldukları ifadeler, sadece tabanlarına yönelik mesaj olduğu için yapacaklarına odaklanmak daha sağlıklı olacaktır.

    Aslında ifrit oldukları asıl mesele, bu başarının hükümete ve de Erdoğan’a yarıyor olmasının yanı sıra terörden elde ettikleri kazanımların yok olmasıdır. Kimsenin ülke adına ortaya koydukları bir endişe mevcut olmayıp, herkes kendi çıkarını ve ideolojik beklentisini ön plana aldığı için bunu karşı tarafın yapmış olmasının hazımsızlığı olarak görmek gerekiyor. Tam ekonomik kriz, geçim derdi, kayyumlar derken muhalefet psikolojik üstünlüğü ele geçirdiğini düşünürken Erdoğan yine gündemi değiştirmek suretiyle herkesi ters köşe yapmıştır.

    Son yarım asırda 50 bin insan yok olmuş, ülkenin kaynakları heba edilmiştir. Bunlar şehitlerdir. Ülkenin bölünmesi ve Öcalan üzerinden hamasetle ilkokul talebesi düzeyinde politika üretiyorlar…

    Elde edilen başarı asla küçümsenecek bir olay değildir. Erdoğan, hem içeride hem dışarıda gündem belirleyen lider iken muhalefetin sadece “İstemezuk!” tutumuyla kumda oynaması anlaşılır değildir. Muhalefetin anlamadığı diğer bir husus ise dünya siyaset sisteminin henüz daha Erdoğan’dan vazgeçmediğidir.

    Sonuç olarak; Kandil ebediyen sönmüştür ve söndürülmüştür.
    Bundan sonraki süreçte barışın tesisi ile birlikte “Türkiye Yüzyılı” gerçekleşiyor olacaktır. Kervan yürümeye devam ediyor, itlerin ürümesi onu yolundan alıkoymaya yetmeyecektir.

    Esenlik dileklerimle,

    Devamını Oku

    DİJİTAL PERHİZ

    DİJİTAL PERHİZ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Perhiz, genellikle sağlık söz konusu olduğunda başvurulan bir arınma yöntemidir. Yani bugüne kadar yapılan yanlış ve hatalı uygulamalar için bir ihtarnamedir. En azından eski hâl muhal oluncaya kadar ortaya konan iradedir.

    Uzunca bir süredir dijital çağın pençesinde olduğumuz herkesin malumudur. Hayatımıza getirmiş olduğu kolaylıkların yanı sıra birçok bağımlılığa da dûçâr olduğumuz yine ortak kanıdır. Âdeta efendilerimizi cebimizde taşıyoruz ve sürekli irademize ipotek koyarak bizi bizden kopartarak başka mecralara savurmaktadırlar. Küresel bilişim şirketleri bizim üzerimizden kârlarını sürekli katlarken, bizi de sürü olarak gördükleri için bir meçhule doğru sürüklemekte mahsur görmüyorlar.

    Çoluk çocuk ve avamı bir kenara bırakın, en entelektüel insanımız bile dijital çağın cazibesinden kendisini kurtaramıyor. Belli bir amaç için elimize aldığımız cep telefonu bizi kendisine öyle bir bağlıyor ki bir süre sonra asıl gaye unutularak kendimizi bir okyanusun ortasında bulduğumuz çok olmuştur.

    Artık çocukları bu bağımlılıktan kurtarmamız mümkün olmadığı için bari verimli ve faydalı kullanmaları konusunda yönlendirmek elzem olmaktadır. Bu saatten sonra hiçbir nasihat geçerli olmayacaktır. Çocuklara örnek ve model olma dönemi kapanmıştır. Dolayısıyla onlarla yüz göz olarak daha fazla itibar kaybetmektense, özellikle sosyal medya okuryazarlığı konusunda onları bilinçlendirmek daha etkili olacaktır. Eskiden olduğu gibi yasak koymak, sınır koymak ve men etmek çözüm olmayacaktır. Aklın yolu bir olduğuna göre artık çağın gereği olan durumu kabullenerek en efektif şekilde istifade etmek gerekmektedir. İnternet üzerinden yayın yapan birçok faydalı ve yararlı kanalı takip etmek gerekiyor. Yine konusunda uzman ilim ve bilim adamlarının yayınlarını izlemek, boşa geçen zamanı lehimize çevireceği için özellikle çocuklar teşvik edilmelidir.

    En azından yetişkinler olarak bazen fişi çekerek kendimizi resetlememiz bizi bu girdaptan çıkaracaktır. Doğaya çıkmak, seyir ve temaşa ile hem gönlümüzü, bunun yanında zihnimizi de temizlemek iyi gelecektir. Ailemiz ve çocuklarla göz göze, diz dize sohbet etmek, birlikte zaman geçirmek, konuşmak, dertleşmek yine dijital çağın olumsuz etkisini azaltmak adına sadra şifa olacaktır.

    Sonuç olarak; dijital perhiz yapmak bizi çağın olumsuzluklarından tamamen kurtarmaya yetmeyecektir. Fakat en azından etkilerini azaltmak açısından bir nebze olsun fayda sağlayacaktır. Perhizden optimum netice almak için istikrar son derece önemli olduğu için dijital perhiz de aynı kapsamda ele alınmalıdır. Yoksa aynı tas, aynı hamam devam edeceği için şikâyet etmeye de hakkımız olmayacaktır.

    Esenlik dileklerimle,

    Devamını Oku

    KAVUŞMANIN YARISI?

    KAVUŞMANIN YARISI?
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    İletişim ve haberleşmenin sadece mektupla olduğu zamanlarda, bu imkân için mektup, kavuşmanın yarısı olarak kabul edilirdi. Mektubun yazılması, postaya verilmesi, yerine ulaşması, cevabın beklenmesi derken en az bir aylık bir süreye ihtiyaç duyulurdu.

    Bu kadar uzun periyot ve süreye rağmen mektubun ayrı bir heyecanı vardı. Mektup; namedir, vuslattır, özlemdir, sıladır, hasrettir, kavuşmadır, haberdir, beklemektir, sabırdır, meraktır, endişedir, şükür ve de selamettir. Bazen ucu yakılır, içine yaprak konur, çiçek konur, gönül konur, sevgi konur, aşk konur; tüm duygular sembollerle ifadesini bulurdu. Ev halkına ayrı, yavukluya ayrı ve iç içe tek zarfla iki mektup bir arada sunulurdu. Halden anlayan büyükler, gereğini en zarif bir biçimde yerine getirmeyi görev bilirlerdi. Bu dönem, bir daha açılması mümkün olmayan şekilde kapanmıştır. Artık kimse ne mektup ne de postacı yolu gözlemiyor.

    Bunu, bilişim çağının Z Kuşağı nesline anlatmak mümkün değildir. Anında mesajlaşma yanında, görüntülü olarak iletişim kurmak bile yeterli olmuyor. Yakında ışınlanma ile mekân değiştirme bile gerçekleşirse çok da şaşırmamak gerekecektir. “Görüşürüz!” ifadesini anında karşı tarafa ileten bir nesilden sabırlı ve kanaatkâr olmasını beklemek saflık olacaktır. Anında kavuşma ve tüketme üzerine kurulu bir hayat tezahürü ile alacağımız yol bizi menzile ulaştırmayacaktır. Fakat ne yazık ki, eldeki malzeme ve insan kaynağı bundan ibarettir. Bu vasatlık ile müreffeh olmak ise imkânsız olmasa da ham hayal olmaktadır.

    İlim ve teknolojik gelişmenin bu şekilde insanların hayatını kolaylaştırması bile istenen tatmini sağlamıyor olması son derece düşündürücüdür. Eskiden imkânlar kısıtlı, zorluk ve meşakkat çok olsa da her zahmette bir rahmet olduğu bilinciyle büyük bir tevekkül herkesi sarıp sarmalamaktaydı. Günümüzde hız ve haz ile birlikte; duygu, düşünce, tasavvur, kanaat, sabır ve şükür hak getire… Dolayısıyla, günümüzde popüler kültür ve küreselleşme ile birlikte gönül dünyası kaybolmuş durumdadır. Her şey anında tüketim üzerine kurulmuştur. Derinlik yok, tefekkür yok, ince düşünce yok, ayrıntı yok… Bu kadar yokluk, beraberinde yüzeysellik ve basitliği de getirmektedir. Bu basitlik; kültür, sanat, edebiyat ve hayatın tüm alanlarına tezahür ederek beraberinde yozlaşmayla sonuçlanmaktadır.

    Sonuç olarak; eskiden kavuşmanın yarısı kabul edilen mektup, günümüzde anlam ve manasını tamamen kaybetmiştir. Gelişme ve tekâmül, hayatın vazgeçilmez unsuru olsa da ortaya çıkan bu durum, bizi değerlerimizin ötesine taşımaktadır. Özümüzün ve değerlerimizin korunduğu bir gelişme, çok daha anlamlı ve değerli olacaktır.

    Esenlik dileklerimle,

    Devamını Oku

    YÜZÜNÜ BATI’YA DÖNMEK!

    YÜZÜNÜ BATI’YA DÖNMEK!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Yön olan batının sosyolojik veya aktüel anlamı bir medeniyet tasavvurudur. Bu anlamda “Batı” ile kast edilen; gelişme, tekamül, teknoloji, yenilik, medeniyet, kültür, sanat, edebiyat, vizyon, gelecek ve aydınlanma olmaktadır. Bazı seküler kesimler ise bu kavramı âdeta bir kalkan gibi kullanıyor. Asıl karşı oldukları hususları bununla kamufle ederek sütre gerisinden atışa devam etmektedirler. Dini, ayak bağı ve pranga olarak görerek gelişmeye engel olduğunu ima etmektedirler. Bunu açıktan söyleyemedikleri için de üstü kapalı olarak ifade etmeleri, oku hedefine ulaştırmak bakımından yeterli görmektedirler. Bu zihniyet, çağlar değişse de maalesef her devirde kendisine taraftar bulmaktadır.

    Tam da bu yüzden geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerde, “Yüzünü Batı’ya dönmek” bir deyim olmanın çok ötesinde anlamları olan büyülü bir kavramdır. Batı hayranı her bir birey ağzını açtığında bir tekerleme olarak bu lakırdıyı diline pelesenk etmiştir. Oysaki âdeta taptıkları Batı, teknolojik olarak bir adım önde gibi görünse de ahlâk ve değerler olarak hızla yozlaşarak bir felaketin eşiğindedir. Işığın doğudan yükseldiği gerçeği ile Çin, Güney Kore, Tayvan, Japonya gibi ülkeler büyük bir atakla dünyaya meydan okumaktadırlar. Bu yüzden de eski ezberlerin bozularak yeni Batı, Orta Asya ve Uzak Doğu olmaktadır. Geçmişe takılıp kalanların bunu fark etmesi, bu kafa yapısıyla mümkün değildir.

    “İlim, Çin’de de olsa arayın, bulun!” diyen bir dinin temsilcisi olarak bizlerin, bağnazlığı bir tarafa bırakarak yenilik neredeyse yönümüzü o tarafa döndürmemiz elzemdir. Paranın dini-imanı olmadığı gibi teknolojinin de böyle bir aidiyeti söz konusu değildir. İşimize yarar ne varsa, dünyanın neresinde olursa olsun almak ve kullanmak, aklın yolu olmalıdır. Meseleye ideolojik olarak bakmak ve buna göre bir refleks ortaya koymak, rasyonel bir davranış olmayacaktır. Körü körüne başımızı kuma gömerek sadece kendi dünyamızı karartırız ki yine olan bize olacaktır. Gerçekleri bu şekilde ters-düz etmek olası değildir.

    Sonuç olarak; bazı kavramlar âdeta kaçış rampası gibi kullanılarak asıl maksadı gizlemek için vazgeçilmezdir. Çoğu zaman ezber ve taklit, bu tutum sözün kuvvetini artırmak için kullanılsa da zihnin arka planını gün yüzüne çıkardığı için etkisi tam tersi bir etkiye sebep olmaktadır. Batı, netice itibariyle bir kültür ve medeniyet tasavvuru olduğu için özünü yakalamadan körü körüne taklitçilikle duvara tosladığımız gün gibi ortadayken, bazılarının uyanması bir hayli zaman alacakmış gibi görünüyor.

    Esenlik dileklerimle,

    Devamını Oku

    FİKİR, ZİKİR, ŞÜKÜR

    FİKİR, ZİKİR, ŞÜKÜR
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Kimimizin dini İslâm, kimimizin dini de modernite… Oysaki modernite bir din değil, fakat seküler insan için din mesabesinde kabul görmektedir. İnsanların tercihine saygı duymakla birlikte içeriğine baktığımızda; haz, hız, eğlence, faydacılık, bencillik, özgürlük, ölüm ve her şeyin sonu, ötesi yok!

    Müslüman için ise geçici olan bu fani dünya bir mola yeri ve asıl hedef ahireti kazanmak. Peki, bu dünyada Müslüman’ın mutlu ve huzurlu olmaya hakkı yok mu? Tabii ki var, fakat bunun da şartları var.

    Öncelikle fikirde, yani tefekkürde samimi olması gerekiyor. Derin düşünce ile kendini sorgulaması ve niçin yaratıldığı sorusuna cevap bulması elzemdir. Olumlu, pozitif, hüsnüzan ile hareket ederek faydalı ve yararlı olması esastır. Kur’an’da çokça geçen “Düşünmez misiniz, akıl etmez misiniz?” uyarı ve ikazı, tefekkürün önemine vurgu yapmak babındadır. Bu şekilde idrak ederek doğru yolu bulmak çok daha kolay olacaktır. Aksi durum ise tam bir pişmanlık ve nedamet olacağı için, asıl müflis olma durumu bu aşamada gerçekleşmiş olacaktır.

    Sonrasında, zikir ile ibadetlerini süsleyerek imanını tahkim etmesi kaçınılmazdır. Allah’ı diline pelesenk ederek O’na layık kul olmanın şartlarını eksiksiz yerine getirmesi, kurtuluşu konusunda avantaj sağlamış olacaktır. Yine Kur’an’da “Kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur!” ayeti, zikrin önemine vurgu için son derece anlamlıdır. Zikir, aynı zamanda kalbin diri kalması ve dünyaya olan meylini de sigaya çeken bir unsur olmaktadır.

    Daha da önemlisi, şükür sahibi bir Müslüman olarak hamd etmelidir. Tüm varlığı, kazanımları, serveti, sağlığı, ailesi ve çoluk çocuğu için tazimde bulunmalıdır. Yukarı değil, aşağı bakarak kul olmanın bilinciyle şükranlarını yine Yaradan’a sunmalıdır. Yine şükür konusunda da Yüce Kitabımız ilgili ayetinde, “Şükrederseniz, nimetimi arttırırım!” diye buyurmaktadır. Bu şekilde rızkımıza olan teminatını da teyit etmiş olmaktadır. Bizler de minnet ve teşekkür ifadesi olan şükrümüzü her fırsatta hem söz hem de davranışlarımızla ortaya koymak durumundayız.

    Sonuç olarak; Müslüman için huzurun yolu fikirle başlar, zikirle devam eder ve şükürle tamamlanır. Bu üç kavram, dünya hayatını anlamlı ve ahiret hayatını da umut dolu kılmak için her Müslüman için rehber niteliğindedir.

    Esenlik dileklerimle,

    Devamını Oku

    DENGE VE DENGELEME

    DENGE VE DENGELEME
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Hayatın her alanında denge çok mühimdir. Dengenin bozulmuş olması, hayatınızı alt üst ederek sizi doğduğunuza pişman edebilir.

    Psikolojik bir varlık olan insanın dengesinin bozulması, aksiyete ve depresyon şeklinde ortaya çıkmaktadır. Aksiyete, kaygı bozukluğu ve depresyon ise sürekli üzgün ve boşlukta olma durumudur. Çoğu zaman her ikisi üst üste çakışıyor iken, bazen de tek birisi de yakanıza musallat olabilir.

    Birçok insan için günlük yapılan rutin işler, psikolojik rahatsızlığı olanlar için çok zordur. Evden dışarı çıkmak, markete alışverişe gitmek bile olay olmaktadır. Sürekli korku ve kaygı ile, “Ya öyle olursa…” diye başlayan cümleler kişinin dengesini alt üst ederek artık kendisini kilitlemek suretiyle hareketsiz bir yaşam kaderleri olmaktadır. Mesela cep telefonunu evde unutarak sokağa çıkan kişi;

    • Ya telefon lazım olursa,
    • Ya kimseye ulaşamazsam,
    • Ya bana ulaşamazlarsa,
    • Ya başıma bir şey gelirse…

    Bu listeyi sonsuza kadar uzatabilirsiniz, görüldüğü gibi sıradan bir insan için sorun olmayan bu durum, kaygı bozukluğu olanlar için büyük problemdir. Korku ve kaygı en büyük kâbusları olduğu için, içine kapanık, dışarı çıkmakta zorlanan, insanlara karışmaktan imtina eden bir zorlukları vardır. Psikolojik durumları bu şekilde olduğunda, diğer sağlık sorunları da yakalarını bırakmayacaktır. Göğüslerinde bir ağrı olduğunda kalp krizi geçirdiklerini veya başları ağrıdığında beyinlerinde tümör olduğu kaygısını yaşamaları sıradan durumlardır. Doktora gitseler bile ikna olmaları mümkün değildir.

    Tedavi konusunda ne ikna ne ilaç çare değildir. Sürekli kaygı ile birlikte, sağlıklı ve dengeli beslenseler bile hazımsızlık en büyük kâbusları olmaktadır. Beyne sürekli olumsuz sinyal gitmesi sonrası, hem ruhsal hem bedensel rahatsızlıklar bir kısır döngü ile bu sarmaldan çıkmaları da söz konusu değildir.

    Bu tür rahatsızlıklarda en büyük sıkıntı, hareketsizlik olmaktadır. Hasta, durumunu kabul ederek kendi gerçeğiyle yüzleşmesi ve harekete geçmesi elzemdir. Tedavi belki ömür boyu süreceği için asla vazgeçmemek ve dengede kalmak mühimdir.

    Bu süreçte en yakınlarınız bile durumunuzu anlamadıkları için, çoğu zaman yardımcı olmaları mümkün olmayacaktır. “Sen bunun üstesinden gelirsin, dik dur, kendini bırakma!” gibi söylemlerin hiçbir faydası olmayacaktır.

    Sonuç olarak; yaşadığımız toplumda hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Farklı ve sıra dışı davranışlı insanları önyargılı olarak linç etmeden önce iki kere düşünmek gerekiyor. Çok kolay bozulan dengenin tekrar eski hâline gelmesi belki bir ömür sürecektir. O yüzden siz siz olun, dengede kalarak sonradan dengelemek zorunda kalmayın!

    Esenlik dileklerimle,

    Devamını Oku

    YAS VE MELANKOLİ

    YAS VE MELANKOLİ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    İnancımıza göre ecelin değişmesi söz konusu değildir. Ölümün ne zaman gerçekleşeceğini önceden bilmemek de yine büyük bir nimettir. Aksi takdirde yaşam tam bir işkenceye dönüşürdü. Yüce Allah, kendisine halife olarak yarattığı insanı asi olsa bile en iyi şekilde koruma altına alarak onu yüceltmiştir.

    Aynı şekilde insanın ölümsüz olması kulağa hoş gelse de aslında çekilecek dert değildir. Yaşlılık, çocukluktan beter bir acziyet olduğu için istenen bir durum değildir. Aslında ruh kocamadığı için kimse yaşlılığı kabul etmese de o ayrı bir konudur.

    Ölüm hak ve kaçınılmaz olduğuna göre, akıllı insanın yapacağı iş kendisini ölüme hazırlamaktır. Nasıl ki bir yolculuk ve sefer için önceden bir plan ve program yapıyorsak, aynı şekilde diğer tarafta da heybemizin dolu olması elzemdir.

    Ölüm, en yakınlarını kaybedinceye kadar düğün bayramdır. İnsan ilk defa bu zamanda ölümle yüzleşerek, acı gerçek suratına bir tokat gibi inmektedir. Ölüm sonrası yas, hem inancımız hem de saygı çerçevesinde gereklidir. Bu arada ölümün sıralı olması da yine çok büyük bir nimettir.

    Yas ve melankolik durumun makul süreli olması hem gerekli hem de ihtiyaçtır. Bu durumun çok kısa veya çok uzun olması da yine sağlıklı değildir. Bazı insanlar, ölünün arkasından bir ömür boyu yas tutarak bu kısır döngüden bir türlü çıkamazlar. Bu şekilde hem kendi hayatlarını hem de çevresindeki insanları bedbaht ederek, yaşayan bir ölüye dönüşmeleri inancımızla da bağdaşmıyor. Mesela kayıp olayı öyle değildir, orada bir umut ve beklenti olduğu için tepki ve reaksiyonlar daha makul karşılık bulabilir. Savaştan dönmeyen bir asker için sofraya sürekli fazladan tabak koymak çok anlaşılır; bunun yanında çok yüce bir davranıştır. Fakat ölü için aynı tutum, bir saplantı ve rahatsızlık oluşturmaktadır.

    İnsanoğlu sonuçta psikolojik bir varlık olduğu için değişik rollere bürünmesi olasıdır. Yas konusunda bazı insanlar, melankoliden beslendiği için bunu bir yaşam tarzı olarak benimsemişlerdir. Sürekli; üzgün, süzgün, ezik, içine kapanık, kırılgan, yaslı, kısık sesli, dokunsan ağlayacak ve de of çeksen yok olup gidecek gibi bir ruh halleri vardır. Bu dünyadan elini ve eteğini çekmiş, sorsan “emaneti dolandırıyor” söylemiyle karşı tarafın da içini karartırlar.

    Sonuç olarak; her konuda olduğu gibi, ölüm konusunda da orta bir yol tutmak hem aklın hem de mantığın gereğidir. Ölüm yok olmak olmadığı gibi, yaşamak da sonsuz bir hayat değildir. Ölümü ve hayatı dengelemek, her ikisini ölçülü bir şekilde hitama erdirmek asıl gaye olmalıdır. Kaliteli bir yaşam ve bereketli bir ömür, meselenin özü olmaktadır.

    Esenlik dileklerimle,

    Devamını Oku

    BAYRAM GELMİŞ NEYİME…

    BAYRAM GELMİŞ NEYİME…
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bir Ramazan Bayramı’na daha kavuşmanın hazzını iliklerimize kadar yaşamak maalesef mümkün olmuyor. İçeriye bakıyorsun, ayrı; dışarıya bakıyorsun, ayrı sorunlar insanın neşe ve coşkusuna ket vurmaktadır.

    Oruç, bireysel bir ibadet gibi gözükse de, aynı zamanda toplumsal etki ve sonuçları göz ardı edilemez. Fakat günümüzde sokağa çıktığınızda Ramazan’a ait bir emareye rastlamanız olası değildir. Sadece kendinizin oruçlu olduğu hissine kapılmanız, büyük bir ümitsizliğe yol açmaktadır. İnsanlar, hayâ duygusu ile birlikte insanlıklarını da kaybetmiş olmaları, İslâm’ın geleceği açısından kaygı vericidir. Yaşanan süreçte, “kuru Müslümanlık” diyebileceğimiz bir durum ortaya çıkmaktadır. Sadece sembolik, içi boş ve göstermelik bir inançla alacağımız yolun sonu, çıkmaz sokaktır. İnançlarda yaşanan bu aşınma, sadece bizim değil, küreselleşme ile birlikte bütün dünyanın sorunudur. Dijital çağ, birçok artısının yanında, sınırları ortadan kaldırarak popüler kültürün değirmenine su taşıması ile de süreci hızlandırmıştır. Artık varsa yoksa; zevk, sefa, eğlence, özgürlük ve de tüketim… Kapitalist dünya düzeni, sistemi bu şekilde kurduğu için, bütün dünyaya ayar vermesi zor olmuyor. Çünkü karşısında, sadece nefsi için yaşayan bir nesil, teşne olarak hazır ve nazırdır.

    Bazı seküler kesimler, meseleyi sadece bireysel boyutta ele aldıkları için, karşı tarafa saygı göstermenin de gerekli olmadığı gibi bir hezeyan ortaya çıkmaktadır. Kutsalı ve değerlerini bu kadar aşağılayan bir toplumun geleceği, kaygı verici olmaktadır. Oysaki Ramazan; iftar, sahur, teravih, zekât, fitre, fidye ve sadakası ile toplumsal bir restorasyondur. Toplumdaki yardımlaşma ve dayanışma ruhunu diri tutması, zengin ile fakir arasındaki mesafenin kapanması açısından da toplumsaldır. Sadece zekât müessesesi bile tam manasıyla hayata geçiriliyor olsa, toplumsal çatışmaların önüne geçerek büyük bir refah seviyesi de mümkün olacaktır.

    Dışarıya bakıyorsun; bir millet, bütün dünyanın gözü önünde soykırıma uğrarken, kimsenin kılını kıpırdatmıyor olması da ayrı bir hicran yarası olmaktadır. Böyle bir dünyada bayramı coşku ile kutlamak, vicdanlı hiçbir insan için olası değildir. Müslüman dünyasının gerçek anlamda barış ve huzur ortamından uzak olması, sorunların çözümü konusunda da katkı sunmuyor.

    Sonuç olarak; ozanın dediği gibi, “Bayram gelmiş neyime, kan damlar yüreğime!” durumu, bedbaht olmamız için yeter de artar bir sebeptir. Ümit ve korku arasında bir sarkaç misali yaptığımız salınımın nerede duracağını kestirmek mümkün olmadığı için, Allah sonumuzu hayr eylesin.

    Esenlik dileklerimle,

    Devamını Oku

    YOLLAR YÜRÜMEKLE AŞINMAZ

    YOLLAR YÜRÜMEKLE AŞINMAZ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Başlık, Süleyman Demirel’e aittir. Toplumların demokratik tepkilerini göstermek için sokağa çıkmalarını meşru çerçevede kabul ettiği bir tutuma dikkat çekmektedir. Bu sayede kitlelerin gazını alınarak rahatlamaya sebep olacağı için gereklidir.

    Devrimciler yıllarca, “Ferman padişahın ise dağlar bizimdir!” diyerek dağlarda yok olup gitmişlerdir. Padişah ise hak bildiği yolda hükümranlığını devam ettirmiştir. Zaman, çağ, devran ve konjonktür değişse de beyinleri yıkanmış bazı marjinal kesimler helâk olmaya devam etmişlerdir. Bu kuru inat ve keskinlik hem ülkeye hem ülkenin kaynaklarına hem kendilerine zarar vermiş olsa da kimin umurunda? Yeter ki benim dediğim olsun diyerek bir arpa boyu yol aldıkları vaki değildir.

    İmamoğlu’nun gözaltına alınması ve tutuklanması ile ortaya çıkan tepkiler de bu kapsamda değerlendirilebilir. Bizde siyaset taraftarlık üzerinden yapıldığı için kimse gerekçeye odaklanmıyor. “Bizdensin ya da değilsin” gibi bir yaklaşım, soğukkanlı ve sağlıklı bir değerlendirme yapmayı maalesef geçersiz kılmaktadır.

    Ortaya saçılan bu kadar uygunsuzluk ve olumsuzluk kimsenin umurunda değil, “İmamoğlu yalnız değildir!” sloganı her derde deva olmaktadır. CHP eskiden beri hizipler partisi olduğu için bu partiyi yönetmek, ülkeyi yönetmekten daha zordur. Muhalefet meseleyi hukuki zeminden siyasî zemine çekse de ortaya çıkan duruma bakınca partinin dışarıdan düşmana ihtiyacı yok, tüm belge, bilgi, şikayet ve itiraflar içeriden gelmektedir.

    İmamoğlu, başına gelecekleri bildiği için bir an önce adaylığını kesinleştirerek bir zırha bürünme istese de planı ters tepmiştir. Belediye başkanı seçildiği ilk günden beri biraz da toplumun gazıyla cumhurbaşkanlığı için ayakları yerden kesilmiştir. Kibri, üstenci tutumu, ihtirası ve hırsı ile partiyi de esir alarak sürekli hatalar yapmıştır. Her konuda olduğu gibi mağduriyet konusunda da Erdoğan’ı taklit ederek bir hikâye yazmaya çalışması Silivri’de son bulmuştur.

    Bundan sonrası için muhtemelen herkes bir şekilde kendini kurtarırken İmamoğlu, unutulma sokağına terk edilerek tarihin tozlu raflarında bir ibret vesikası olarak yerini alacaktır.

    Siyaset, iddia işi olmanın yanında aynı zamanda; öngörü, tecrübe, basiret, sağduyu, empati ve vizyondur. Duygular aklın önüne geçtiğinde artık siz siz olmaktan çıkmışsınız demektir. Kontrol başkasına geçtiğinde siz artık ipleri başkasının elinde olan kukla olmuşsunuzdur. Anadolu’da bir tabir vardır, “Erken öten horozun başını keserler!” diye. Siz seçime üç yıl varken milletin verdiği yetkiyi istismar ederseniz, devletin de buna seyirci kalması söz konusu değildir.

    Sonuç olarak; “kendim ettim, kendim buldum” sürecinde İmamoğlu, kendini tutuklatmak için her şeyi yapmıştır. Meydan okuya okuya sahneden çekilirken buna en çok şu an timsah gözyaşları döken CHP’liler sevinmiştir. Yoldaşlar, yürümeye devam, yollar aşınmayacak kadar sağlamdır.

    Esenlik dileklerimle,

    Devamını Oku

    SAF DİYE DİYE

    SAF DİYE DİYE
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Camilerde imamların rutin olarak, “Safları sık ve düzgün tutalım!” uyarısı, belli bir kültür, medeniyet ve bilincin oluşmasına maalesef katkı sunmuyor. Bunun böyle olması, genetik kodların sosyolojik olarak yeterli düzeyde olmaması ile ilgilidir.

    Camiye ve cemaate çok alışkın olmayan kadınlarda bu durum ise evlere şenlik bir hâldedir. Ramazan dolayısıyla teravih namazı için gelen kadınlar, kopan tesbihin taneleri gibi dağınık durmaları ise kanıksanmıştır.

    Bir kere, yanlarında mutlaka bir seccade getiriyorlar. Bunu da kamusal alanda özel alan oluşturmak için aparat olarak kullanmaktadırlar. Şöyle ki, seccadeyi dik değil de yatay olarak sererek iki kişilik yeri kapatmış olmakla yanlarına kimseyi kabul etmiyorlar. Yer sıkıntısı had safhada olsa da sonuç değişmiyor. Kul hakkıymış, safların boşluğunu şeytanın doldurmasıymış, mağduriyetmiş, hiç kimsenin umurunda bile değil. Allah’ın evine sevap kazanmaya gelmiş Müslümanların bu şekilde aymaz ve bencil olmaları, İslâm’ın tam olarak anlaşılamamış olmasının bir neticesi olmaktadır.

    Kadınların camiden uzak kalmalarının doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan bu durumun düzelmesi de en azından kısa zamanda pek mümkün gözükmüyor. Her mekânın adabı muaşereti çerçevesinde caminin de mutlak kuralları vardır; fakat bunun bilincinde olanların sayısı çok fazla değildir. En basitinden, dünya kelamından buralarda vareste olmak gerekir. Fakat, kadınlar mahfilinden arıların oğul vermesi gibi bir uğultuyu hiçbir uyarı ve ikaz önlemeye yeterli olmamaktadır. Ancak namazın başlaması ile geçici olarak ara vermekte, selamla birlikte tekrar kaldığı yerden devam etmektedir. Bu arada ne konuştukları, hangi meseleyi hallettikleri ve de bu kadar enerjiyi nereden buldukları da yine merak konusu olmaktadır. Kadınları anlama ve çözmeye çalışmayı bir kenara bırakırsak, asıl olması gerekene değinmekte fayda mülahaza ediyorum.

    Camiye ilk gelen, mihrabın tam karşısında ve ilk safa oturması, diğerlerinin de sağlı sollu olarak safı tamamlayarak yine diğer safın aynı şekilde teşkil edilmesi esastır. Uygulamada ise, herkes mutlaka yaslanacak bir yer aradığı için estetikten yoksun ve asimetrik bir görüntü ortaya çıkmaktadır. Böyle olunca da yönleri kıblenin dışında her yöne bakmaktadır.

    Sonuç olarak; hocalar yıllardır “saf saf” diye diye kendilerini paralasa da, teknoloji ile birlikte müzikle namaz kılmak bile vakayı adiyeden olmaktadır. İlk saf için birbiriyle yarışan ve omuzları sürtünmekten dolayı yıpranan sahabeden, tesbihin taneleri gibi dağınık Müslümanlara geriye doğru bayağı bir mesafe kat ettiğimiz doğrudur!

    Esenlik dileklerimle,

    Devamını Oku

    KURU SOĞAN

    KURU SOĞAN
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Halk arasında ve toplumda, “Soğan ekmek yerim, yine de…” diye başlayan söz ile ilgili sosyolojik bir deneme, bu yazının konusu olacaktır.
    Bu atasözünde, soğana yapılan vurgu, nimet olarak çok da önemli ve değerli bir ürün olmadığıdır. Yani ekmek ile birçok katık yanında soğan, en son seçenek olarak itibarsızlaştırılmaktadır. Gerekirse kuru soğana razı olmak, nefis terbiyesi olarak da bir seviye ve çıta olmaktadır.
    Soğan, tek başına bir yemek malzemesi olmasa da hemen hemen her yemeğe dahil olma gibi bir özelliğe sahiptir. Acı soğanı soymak ve doğramak bir dert, onu kavurmak ise başka bir derttir.
    Yine toplumda, “Yiğidi kuru soğana muhtaç etmek!” diye bir özdeyiş vardır ki bu da meselenin başka bir boyutu olmaktadır. Muhtaçlık, zor bir durum olmakla birlikte, kuru soğan vurgusu da yine beterin beteri bir pekiştirme durumudur. Kuru soğana muhtaç olmak, sıfırı tüketmenin en veciz ifadesidir.
    Eskiden kuru soğanın hor ve hakir görülmesine paralel olarak, herkesin kolayca ulaşabileceği bir konumdaydı. En ucuz sebze olarak; herkesin burun kıvırdığı, görmezden geldiği, yan gözle baktığı ve “olsa da olur, olmasa da olur” dediği bir misyona sahipti. Günümüzde ise, marketlerde 40 TL olarak karşımıza çıkarak âdeta tarihi zirvesini yaşamaktadır. Aslında üretici bu fiyatı görünce büyük bir şaşkınlık ile dumura uğrasa da sonuç değişmiyor. Aracılar vasıtasıyla köpürtülen satış fiyatı, tarladan tezgaha gelinceye kadar katbekat artarak haksız kazanca sebep olmaktadır. Bu durum, hem üreticinin moral ve motivasyonunu bozmakta hem de vatandaşın parası âdeta cebinden çalınmaktadır. İnsanların etik olarak hiçbir değeri kalmadığı için ortaya çıkan durum, aslında normalleşerek kanıksanmaktadır.
    Bir şeyin normalleşmesi kadar toplumun dinamiklerini bozan başka bir şey mevcut değildir. Bu kanıksama giderek kontrol edilemez hale geldiğinde, ipin ucu kaçmaktadır. Kontrol ve denetim konusunda ortaya çıkan zaafları kabul etmekle birlikte, insanın bozulması ile “tuz koktuğu” için sözün bittiği yerdeyiz. Kuru soğanla başladık, konu nereye geldi, derken meselenin kök nedeni insan olmaktadır. Klişe olacak ama, insanı düzelttiğinizde dünya düzelecektir!
    Sonuç olarak; bir kuru soğanı bile garip gurabaya hor gören, muhtaç edenlerin hayatı acılar içinde geçsin demek, sadra şifa olmayacaktır fakat yürekleri soğutmak için de elzemdir. Kuru soğan hiçbir dönemde bu kadar acı olmamıştı, bu acı da mutlaka geçecektir, fakat etkisi uzun süre devam edecektir.
    Esenlik dileklerimle,
    Erol Aydın

    Devamını Oku

    BİR GÜN HER ŞEY FOTOĞRAFLARDA KALACAKTIR!

    BİR GÜN HER ŞEY FOTOĞRAFLARDA KALACAKTIR!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bu dünyaya geldiysek yaşamak durumundayız. Fakat bunu da çok ciddiye almamak gerekiyor. Çok cezbedici, çok aldatıcı, çok baştan çıkarıcı ve de çok yanıltıcı bir dünyaya karşı uyanık olmak yetmez, aynı zamanda ferasetimizin de üst düzeyde olması esastır.
    Helâlinden kazanmak, fıtrat üzere yaşamak, iyi insan olmak hepsi bundan ibarettir. Fakat insan aynı zamanda nefs taşımakta olup; hırsı, ihtirası, tamahkârlığı ve de aç gözlülüğü ile dünyaya kazık çakma çabasındadır. “Mülk Allah’ındır!” diye manşetler atsa da, iş kendisine dokunduğunda uygulama farklıdır. Mal biriktirme, istifleme ve stok en vazgeçilmez zaafları olmaktadır. En muhafazakâr insan bile infak ve hayırda yarışma konusunda sınıfta kalmaktadır. Çünkü şeytan sürekli fitne-fücur sokup onu yoldan çıkartarak; “Birlikte mi kazandın? Ben çalıştım, ben kazandım, ben ben!” diyerek tuzağa düşürmektedir.
    İslâm, sürekli olarak orta yol ve Sırat-ı Müstakim üzere olmayı tavsiye etmektedir. Bu dünya için ve de ahiretimizi kazanmak için de makul olmak kaçınılmazdır. Mübarek Ramazan ayı içindeyiz; en azından zekât ve fitrelerimizi yerine ulaştırmak için azami çaba harcamak durumundayız. İslâm kardeşliği adına, dünyanın birçok beldesinde bir parça ekmeğe muhtaç insanlara bütçemiz nispetinde yardım etmemiz elzemdir.
    Lafla peynir gemisi yürümediği için, artık ümmet olarak hamaseti bir kenara bırakıp eyleme geçmek durumundayız. “Ama, fakat, lakin” diye söze başlarsak, niyetimizi baştan ortaya koyduğumuz için insanlık için alacağımız mesafe mevcut olmayacaktır. Şeksiz ve şüphesiz bir şekilde yalnızca Allah’ın rızasını kazanmak ilke olmalıdır.

    Hayat, ömür, yaşam adına her ne derseniz deyin, sanıldığından daha kısadır. Şair, “Yaş otuz beş, yolun yarısı!” demiştir, fakat kendisi sadece 47 yaşında vefat etmiştir. Ömrü uzatamazsınız, ama bereketli kılmak ve kaliteli yaşamak sizin elinizdedir. Eceli değiştirmek elimizde olmadığına göre, onu anlamlı kılmak mümkündür. Boşa geçmiş ömür yaşam olmadığı için; dost kazanmak, anı biriktirmek, faydalı olmak, ahlâklı olmak ve de dosdoğru yaşamak meselenin özeti olmaktadır. Bunu başarmak zor değildir, yeter ki nefs ve irademize hükmetmiş olalım, gerisi kendiliğinden gelecektir.

    Sonuç olarak; bir gün her şey fotoğraflarda kalacağı için hayatı ciddiye almayın, fakat dikkate alın! Yani ölümün hak olduğunu kabul ederek, arkanızda bir iz ve gök kubbede hoş bir sada bırakmak felsefeniz olmalıdır. Elinizle yaptığınız her şey, sonradan sizin için yapılacaklardan daha değerli olacaktır. Unutmayın, Sultan Süleyman’a kalmayan dünya size hiç kalmayacaktır!

    Esenlik dileklerimle,
    Erol Aydın

    Devamını Oku

    ASUDE BİR HAYAT MÜMKÜN MÜDÜR?

    ASUDE BİR HAYAT MÜMKÜN MÜDÜR?
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Şu fani dünyada kim; üzüntü, sıkıntıdan uzak, sessiz, sakin ve dingin bir hayat istemez ki? Peş peşe sıraladığımız bu kavramları sadece tek bir kelime ile ifade etmek isteseydik, bu büyülü kelime “asude” olmaktadır. Aslı Farsça olsa da güzel dilimize yerleşmiş olan bu kelimeye yabancı muamelesi yapmak, akla ziyan bir tutum olacaktır.

    Türkçe’ye; ses, gırtlak, fonetik ve müzik kulağı olarak uyum sağlamış bu kelime artık bizdendir. Telaffuzu bile; bir şiir, sıcak bir nefes, içten bir gülüş, güven tesis eden bir tebessüm ve de içinizi ısıtan bir çay kıvamındadır. Bu yüzden olsa gerek, günümüzde birçok kız çocuğuna bu isim verilmektedir. Eski fakat eskimeyen bu ve benzeri kelimeleri yaşatmak, vatan sevgisi ile eş değerde olacaktır.

    Asude bir hayat hepimizin hayali olsa da, bunun gerçeğe dönüşmesi her dem mümkün olmayabilir. Bunu toplumsal olarak gerçekleştirmek için iyi insanlara ve iyilik hareketlerine ihtiyaç vardır. İyi insan olmanın yolu; iman, itikat, ibadet ve güzel ahlaktan geçmektedir.

    Günümüzde çok büyük bir güven sorunu mevcuttur. Kimse kimseye güvenmiyor ve de en temel insani ilişkilerde bile ek teminatlar talep edilmektedir. Mesela; kontrat, noter, kefil, depozito, peşinat hatta bir referans almadan evini kiraya veren bir ev sahibi kaldı mı? Kötülükte yarışarak insan onurunu ayaklar altına almak kimsenin umurunda olmuyor. Buna benzer örnekleri çoğaltmak mümkündür. Oysaki eskiden, “Söz senet” olarak kabul edilirdi. Bütün bunları artık tarihin tozlu raflarına terk etmiş durumdayız, çok acı. Daha kötüsü de her geçen gün daha da kötüye gidiyor olmasıdır.

    Bütün bu yaşananlar çerçevesinde, bir davranış tarzı olarak asude bir hayat mümkün olabilir mi? İlkel toplumlarda bunu gerçekleştirmek mümkün olsa da, kozmopolit çevrelerde bu çok kolay değildir. Ama her şeye rağmen Müslüman ümitvar olmak durumundadır. Yeis her şeyin sonu olacağı için, bu tuzağa düşmemek elzemdir.

    Sonuç olarak; asude bir hayat istemek yetmez, tek başına da kalsak mücadele etmek esastır. Toplumsal ve sosyolojik çürümüşlüğün dibini gördüğümüz için, artık bundan sonrası inşallah çıkış olacaktır. Yoksa tarihte helâk olmuş toplumlar ibret için bizi bekliyor, bu ne kötü bir sondur! Yüce Allah’ın gazabından yine onun rahmet ve merhametine sığınıyorum. Asude bir hayat için, asude düşünceye ihtiyaç vardır. Hepsi bu, çok mu zor?

    Esenlik dileklerimle,
    Erol Aydın

    Devamını Oku

    RUHUN MENGENEYE SIKIŞMASI

    RUHUN MENGENEYE SIKIŞMASI
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Mengene; endüstri, sanayi ve birçok zanaat dalında parçayı sabitleme, bunun yanında sıkıştırmak için kullanılan bir aparattır. Mengeneye sıkışan parçayı kolay kolay oynatmak mümkün değildir.

    İnsanoğlu, psikolojik bir varlık olarak bazen ruhunun mengene misali sıkıldığı süreçler yaşaması muhtemeldir. Dünyada ve ülkemizde yaşanan; savaşlar, felaketler, afetler ve katliamlar hepimizin dengesini bozsa da bütün bunların kimyamızı bozması söz konusu değildir. Anlık olarak; üzülür, sıkılır, empati yaparız ve hayat kaldığı yerden devam eder.

    İnsanları derinden etkileyen ve onların zihnini 24 saat sürekli meşgul eden mikro problemlerdir. Mikro derken küçük değil, sadece sizi ilgilendiren durumları kastediyorum.

    Mutlu ve mesut yaşarken hep başkalarında ortaya çıkan durumlar için, “Vay be, hayatta neler oluyor!” dediğimiz çoktur. Hatta bazen; yadırgadığımız, eleştirdiğimiz, kınadığımız ve büyük konuştuğumuz olmuştur. Ey gafil, sen niçin bilmezsin, “Kınadığın şey başına gelmedikçe ölmezsin!” Hadis-i Şerifi çok açık bir uyarıdır.

    Günün birinde herkes gibi senin de başına bir musibet geldiğinde artık sen de mağdurlar kervanına katılmışsın demektir. Üstelik bu mağduriyette devletin yetkilendirdiği kurumların da etkisi varsa, bu da ayrı bir hicran yarası olmaktadır.

    Çaresiz bir şekilde kıvranırken artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Günlük hayatınız devam etse de yaşadığınız travma son bulacak gibi değildir. Başka bir şey; düşünemez, hissedemez, algılayamaz ve de yüreğinize bir ağırlık çökerek diken üstünde bir hayat artık kaderiniz olmuştur.

    Ruhunuz âdeta bir mengeneye sıkışmıştır ve hiçbir şeyin tadı kalmamıştır. Düşündükçe mengene daha çok sıkarak, bütün kemiklerinizin kırıldığını ve iç içe geçtiğini abartısız bir şekilde hissedersiniz. Bunun bir imtihan ve sınav olduğunu düşünerek teselli bulmaya çalışmanız bile sizi rahatlatmaya yetmeyecektir.

    Fakat bu durumdan kurtulmanın çok basit ve kolay bir yolu vardır. O da, mevcut durumu kabullenerek sırtınızdaki yükü yere bırakmaktır. Söylemesi kolay olsa da uygulaması herkes için aynı oranda basit ve kolay olmayacaktır. Farklı bir bakış açısı olmakla birlikte herkesin kolayca uygulayacağı durum değildir. Her insan ayrı bir dünya olduğu için farklı tepkilerin tamamı sizi yıprattığı gibi çözüme de hiçbir katkısı olmayacaktır.

    Sonuç olarak; her şey insanlar için, olmaz olmaz diye bir şey yok! “Duvarı nem, insanı gam yıkar!” çerçevesinde üzülmenin ötesine geçmek kendinize yapacağınız en büyük iyilik olacaktır. Aksi takdirde mengene ruhunuzla birlikte canınızı da sıkarak sizi onulmaz dertlere gark edecektir. Durumu kabullenmekle işe başlayabilirsiniz, gerisi zaman içerisinde hal yoluna girecektir.

    Esenlik dileklerimle,
    Erol Aydın

    Devamını Oku

    İNDİRİM DEYİP, CEPLERİNE İNDİRDİLER!

    İNDİRİM DEYİP, CEPLERİNE İNDİRDİLER!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bu yazı, yine “eskiden” diye başlayan bir nostaljiye vurgu yapacaktır, peşinen belirtmek isterim. Bunu yapmak zorundayım, çünkü bazı durumlar ancak mukayese ve karşılaştırma ile izah edilmektedir.

    Eskiden insanlar ihtiyacı nispetinde alışveriş yapar ve bunun dışındaki tutum israf çerçevesinde işlem görürdü. İhtiyacın bir doyum noktası ve sınırı mevcuttu. Mesela bir çift ayakkabı ihtiyaç, ikincisi gerekli, hadi diyelim üçüncüsü de idareyi maslahat olarak kabul edilirdi. Günümüzde ise olay ihtiyacın çok ötesinde imaj olarak her birimizi kıskaca almış durumdadır. Her kıyafet için ayrı, her ortam için farklı ve her mevsim için değişik ayakkabı olmazsa olmazdır.

    Bunun böyle olmasını; popüler kültür, kapitalist dünya düzeni, küreselleşme, bilişim çağı, bizim açgözlülüğümüz ve doymak bilmeyen nefsimiz talep etmektedir. Gelir ve refah düzeyimizin ne olduğu çok önemli değildir, eğer bir ürün trend olarak revaçta ise ona sahip olmalıyım duygusu her şeyin üstesindedir. Her şeyi satın alarak mutlu olacağını sanan bir nesil bizim de sonumuz olacaktır.

    Reklam, satış ve pazarlama sektörü insanların bu zaaflarını keşfettikten sonra onları manipüle etmek için her yolu mubah saymışlardır. “Sezon sonu indirimler!” adı altında önce bindirip sonra indirmiş gibi göstererek ceplerini doldurmuşlardır. Serbest piyasa da olsa bir üründe %70 indirim; akla, mantığa, izana, piyasa koşullarına ve alışveriş etiğine uygun değildir! Burada, ya öncesinde fahiş fiyata bir satış söz konusudur ya da patron çıldırmış olmalıdır. İndirim öncesi bu ürünü alan tüketicinin durumu ise daha vahimdir.

    İnsanlar ihtiyacı olmasa bile lazım olur düşüncesi ile elbise dolaplarını tıka basa doldurmuşlar, sonrasında hiçbir zaman giymesine fırsat bile bulamadan elden çıkarmanın yolunu aramışlardır.

    Sahabe döneminde insanların sadece bir kat elbisesi mevcut idi, onu yıkadıkları gün dışarı çıkamazlardı. Daha yakına gelelim, cumhuriyetin ilk yıllarında köylerde takım elbise veya ayakkabı sadece birkaç kişide bulunur, şehre gidileceği zaman ödünç alınırdı. Tabii ki günümüzde de böyle olsun demiyorum ama bu kadar tüketim toplumu olmakta akla ziyan bir davranış olmaktadır.

    İhtiyaçlar ve doyum noktası da sınırsız olunca sonuç bu şekilde sadece algı toplumu olmaktadır. Başkaları için yaşamak ve el âlem ne der düşüncesi filmin koptuğu yerdir.

    Sonuç olarak; bilgi, iletişim ve enformasyon çağında insanların bu kadar saf olması veya kolay manipüle ediliyor olması kabul edilebilir değildir. Kapitalizmin dini imanı para olduğu için onlardan etik davranış beklemek beyhude bir çabadır. Dolayısıyla bizler uyanık olacağız, bu ve benzeri tuzaklara düşmeyeceğiz, gerisi lâfı güzaf.

    Esenlik dileklerimle,
    Erol Aydın

    Devamını Oku

    SÖZÜN TAMAMI AHMAKLARA SÖYLENİR!

    SÖZÜN TAMAMI AHMAKLARA SÖYLENİR!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Söz, kelam, kelime, ifade, söylem, nutuk ve konuşma adına her ne derseniz deyin, bu fani dünyanın en önemli faktörü olmaktadır. İletişim, diyalog, ilişki, münasebet ve sosyalleşme adına ilk adım söz olmaktadır. İnsanlar, kıyafeti ile karşılanır ve fikirleri ile uğurlanır; bu, genel kabul görmüş bir ilke durumundadır. Bir insan ağzını açmadığı sürece sadece bir intiba ve önyargılı bir durum ortaya koymaktadır. Ağzını açtığında ve konuşmaya başladığında ise asıl kalibresi ortaya çıkmaktadır.

    Bazı insanlar, leb demeden leblebiyi anlayan bir yaratılışa sahiptir. Bu tür insanlarla anlaşmak ve konuşmak son derece kolaydır. Bir de bir sözü defalarca tekrar etseniz de anlamayan insanlar vardır ki, bunları ahmak olarak nitelemek yanlış olmayacaktır.

    Günlük hayatta sosyal bir insan olarak, birçok durum ve olaya şahit oluruz. Burada insanı en fazla yoran ve sıkıntıya sokan, laftan ve sözden anlamayanlardır. Eğitimi, kültürü, inancı, anlayışı ve zihniyeti farklı insanlar, toplum için çok büyük bir yük olmaktadır.

    Söz aynı zamanda; hitabettir, belagattir, söylemdir, eylemdir, nutuktur ve hamasettir. Söz bağlayıcıdır, insanı esir alır. Evrene bırakılan her bir sözün bir karşılığı ve bağlayıcılığı vardır. O yüzden de boş ve malayani konuşmak, bir bumerang gibi dönüp dolaşıp sizi vuracaktır. Büyük konuşmamak, boş konuşmamak, bağlayıcı konuşmamak aklın yoludur. Sözün bir ağırlığı olmalı ve iki düşünüp bir konuşmak esas olmalıdır.

    Dil ve sözün aynı zamanda şehvetine de kapılmamak gerekiyor. Toplumun gazını almak, kitlelere hoş gözükmek adına ayarsız bir söylev, anı kurtarsa da gelecek için büyük sıkıntıya sebep olacaktır.

    Aynı kelime ve sözcükleri kullanarak farklı bir söz etmek, asırları aşan bir etkiye sahiptir. Günümüzde kullanılan deyim, atasözü ve vecizeler, dünyanın kuruluşundan günümüze etkisini kaybetmemiştir. Hepimiz aynı kelimeleri kullandığımız halde, tarihe not düşecek ve gelecekte de kullanılan bir ifade düşünülerek elde edilecek bir seviye değildir. Günümüzde vizyon olarak ifade edilen ve geleceği görerek bir söz söylemek, her faniye nasip olmayacak bir seviyedir. Bugüne kadar milyon mertebesinde kitap yazılmış olsa da, slogan olarak ortalıkta dolaşan sözleri toplasanız ancak birkaç ciltlik bir eser olacaktır. Bu ise konuşmak ile söz söyleme arasındaki farkı ortaya koymaktadır.

    Sonuç olarak; arif olan her halükarda sizi anlayacağı için, sözün tamamı ahmaklara söylenir. Lâf olsun diye her akla geleni söylemek yerine, az ve öz konuşmak tarihe not düşmese de en azından sizi zora sokmayacaktır.

    Esenlik dileklerimle,
    Erol Aydın

    Devamını Oku

    SÜRÜ PSİKOLOJİSİ

    SÜRÜ PSİKOLOJİSİ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Başlık, bir deyim ve kavram olarak bir gerçekliğe işaret etmektedir. Bir benzetme ve mecaz olarak sürünün toplu olarak önyargılı hareketi, benzer olaylar için kullanılan bir metafora dönüştürülmüştür. En basit, en yalın ve en sade ifadesiyle körü körüne başkasının peşine takılmaktır.

    Bir durum ve olay karşısında insanların sorgulamadan hep aynı tepkiyi vermeleri, sürü psikolojisi olarak ifade edilmektedir. Günümüzde birisine “koyun” deseniz, bunu hakaret olarak kabul ederek tepki gösterir. Oysaki yaşantısı, düşüncesi, eylem ve aksiyonu ile yaptıkları sürü psikolojisidir.

    Mesela saçma sapan, basit, malayani bir durumu sosyal medyada paylaşan birisine, onlarca insan anlamadan, olaya vakıf olmadan yorum yapabilmektedir. İlk yorumu yapan referans alınarak benzer yorumlar basmakalıp bir şekilde peşin sıra dizilmektedir. Birisi de çıkıp sormuyor ki mevzu ve mesele nedir? Bu şekilde yapılan yorumların ne kadar içten ve samimi olduğuna artık siz karar verin! Ya da birisi sıra dışı bir şekilde olaya müdahil olarak arı kovanına çomak soktuğunda ya aforoz ediliyor ya da ilgili yorum, kimyayı bozduğu için siliniyor. Bir yorumu; içinde küfür, hakaret, ötekileştirme, kutuplaştırma ve aşağılama olmadığı halde silmek, çok basit, ucuz, banal ve aciz bir tutum olmaktadır.

    Diğer tarafta ise bilimsel, ayakları yere basan, herkesin istifade etmesi gereken bir bilgi kimsenin radarına takılmıyor. Buradaki paradoksu çözebilene aşk olsun. Oysaki bu bilgi alınsa, içselleştirilse, belki toplumun entelektüel seviyesi de bir tık yukarı taşınmış olacaktır ki kimsenin böyle bir derdi olmadığı için algı ve bilincimiz yerlerde sürünmektedir.

    Millet olarak sosyal medyaya çok hızlı bir giriş yapsak da bu konudaki okuryazarlığımız maalesef ilkokul düzeyindedir. İnsanlar okuduğunu anlamıyor, yanlış anlıyor, tam tersini anlıyor, farklı bir anlam çıkarıyor ve sonuç itibarıyla mesele Arap saçına dönüyor. Toplumsal seviye bu şekilde yerlerde sürünürken ne siyaset, ne ticaret, ne eğitim, ne kültür, ne de sanat bir türlü müreffeh bir seviyeye ulaşamıyor. Üniversite mezunu sözde aydınlar için de durum pek farklı değil; cahillik baki bir şekilde devam ediyor.

    Sonuç olarak, sürü psikolojisi çok büyük bir hastalık olarak bizi sosyal çürümeye doğru sürüklerken kısa vadede değişim ve dönüşüm için de bir ışık mevcut değildir. Bir toplum, sorgulamadan el yordamıyla yol almaya çalışıyorsa gideceği yer şark ve serhat boyları olacaktır. Düşünce ve kafa yapısını garba çevirmek bu şekilde mümkün değildir.

    Esenlik dileklerimle,
    Erol Aydın

    Devamını Oku

    KALP RÖNTGENİNİ ÇEKMEK KOLAY DA…

    KALP RÖNTGENİNİ ÇEKMEK KOLAY DA…
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Günümüzde tıp ilminin ilerlemesi ile her türlü iç organımızı görüntülemek artık çocuk oyuncağı mesabesindedir. Buna mukabil, kalp röntgeninin ötesinde, gönül röntgenini çekmek kolay değildir!

    Ne düşündüğümü, ne hissettiğimi ve ne arzu ettiğimi bilme konusunda bir tarama cihazının icat edilmesi de çok yakın zamanda mümkün gözükmüyor. Fakat gönülden gönüle tek köprünün de dil olduğunun farkındayız. Dil sayesinde konuşur, anlaşır, hemhal oluruz. Bir bebek düşünün; dünyaya geldiğinde önce konuşamaz. Fakat duyma sayesinde kulağına sürekli ses girmektedir. Bir süre sonra da bu duydukları onun konuşması için yeterli olacaktır. O yüzden de bir dili öğrenmek, önce dinlemekle mümkün olmaktadır. Duyarak; bilinçaltı, dimağ, gönül ve hurcumuz sürekli dolarken, bu bizi biz yapan değerler olarak ileride kişilik ve bunun yanında karakterimiz olarak karşımıza çıkacaktır.

    Gönül röntgenini bir metafor olarak ele aldığımızda, buna niçin ihtiyaç duyarız?

    Birincisi, karşı tarafı anlamak için. Günümüz insanının en büyük sorunu olan, “Kimse beni anlamıyor!” şikayeti üzerine yoğunlaşmış durumdadır. Psikolojik destek alan insanların başat talebi bu yönde olmaktadır. O yüzden de iyi bir dinleyici olarak onları anlamaya çalışmak, meselenin halli yolunda önemli bir merhale olacaktır. Psikologların en büyük özelliğinin dinlemesini çok iyi bildiği gerçeğini de burada göz ardı etmememiz gerekiyor.

    İkincisi, empati ile gönüle girilerek ona, ondan daha yakın olduğu hissi verilmelidir. Bu sayede karşı taraf rahatlayacak ve tekrar nefes alarak yoğun bakımdan çıkmış olacaktır. Bir insana can suyu olacak böyle bir yaklaşım, hümanizmanın da zirvesidir.

    Üçüncüsü, kendimizi anlamaya ve tanımaya çalışmaktır. Kendimizi tahlil etmeden ve sorgulamadan başkalarına yardım etmemiz de mümkün değildir. Bunun için kendimize sorular yönelterek iç sesimize kulak vermemiz elzemdir. Buradan alacağımız geri dönüşleri; akıl, mantık ve vicdan ile harmanlayarak ortaya benliğimizi koymuş olacağız. Kendini bilen nefsini, nefsini bilen de Rabbini bilir çerçevesinde bir sonuca ulaşmak doğal bir süreç olmaktadır. Bundan sonrası, karşı tarafa yardım etmek daha efektif ve verimli olacaktır.

    Sonuç olarak; gönül röntgenini çekmek, insanı anlama, çözme ve hatta ona yardımcı olma noktasında hayati öneme sahiptir. Ancak bu şekilde gönüllere girilerek ülfet ve muhabbet tesis edilecektir. Günümüz toplumunun en büyük ihtiyacı olan kalabalık yalnızlıklar ancak bu şekilde aşılmış olacaktır. Gönülden gönüle görünmez yolları keşfetmeye ne dersiniz?

    Esenlik dileklerimle,
    Erol Aydın

    Devamını Oku

    48 SAAT

    48 SAAT
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Yeme-içme konusunda sıra dışı alışkanlıkları olan birisi olarak bedenim üzerinde bir deney gerçekleştirdim. Dolayısıyla bu tecrübeyi de belki insanlara faydalı olur düşüncesiyle paylaşmak istiyorum. Bu bir tavsiye olmayıp, denemeye kalkılmamasını istirham ediyorum!

    Bazı zamanlarda 24 saat aç kaldığım oluyordu. İstedim ki bunu 48 saate çıkarırsam ne gibi sonuçları olur diyerek bu eylemi gerçekleştirdim. Genelde sağlık sorunları, genetik ve kronik bir rahatsızlığı olmayan, hatta çok nadir doktora giden, hemen hemen hiç ilaç kullanmayan birisi olduğum için böyle bir riski göze almam zor olmadı.

    Açlık, sanılanın aksine mide ile ilgili olmayıp, beyin ile alakalı olduğu için öncelikle kendimi psikolojik olarak hazırladım. Dolayısıyla bu süre zarfında açlık adına hiçbir şey hissetmedim. Fakat vücudun dengesini de tamamen bozmamak adına süre boyunca sadece su içtim.

    İlk 24 saat için hiçbir şey hissetmediğim için rahat geçti. Metabolizma çalışmaya devam ettiğinden atık üretmeye de devam ediyordu. Bu şekilde rutin hayatım akıp gidiyordu. Fakat 48 saatin sonunda küçük küçük semptomlar görülmeye başlandı.

    Sürenin sonuna doğru; halsizlik, hafif ateş, baş dönmesi, beynin uyuşması, midenin boş bir torba gibi salınımı, hafızamın unutma yönünde bulanıklaşması, mutsuzluk, enerjimin yaklaşık yarısının kaybolması ve hiçbir şeyden zevk almama gibi etkiler ortaya çıktı.

    Motivasyon kaynağım ise sürecin sonunda kavuşacağım nimetlerdi. Eğer yiyeceğe kavuşma umudum olmasaydı veya belirsiz olsaydı psikolojik olarak çökeceğim çok açıktı.

    Böyle bir deney sonrası vücudum hücrelerini yenileyerek ve toksinleri atarak tazelenmiş oldu. Ayrıca açlık konusunda bir hassasiyetim oluştu ve aç olanlarla empati kurmak daha kolaylaştı. Sahip olduğumuz nimetlerin ne büyük zenginlik olduğunu bir kez daha test etmiş oldum.

    Sürenin sonunda evde kahvaltı hazırlayacak kimsenin olmaması ise büyük talihsizlikti. Hazırlaması çok zor olsa da yaptığım kahvaltı sıra dışıydı. Her bir lokmayı büyük bir şükür ve hamd ile çiğnedim. Her bir yudumda büyük bir tefekkür ile kendimi sorguladım.

    48 saat aç kaldım diye de kahvaltıyı abartmadım. Her zamanki gibi sade ve tıka basa doymadan sofradan kalktım. Kendime gelmem ve eski formuma kavuşmam çok zor olmadı. Bir daha dener miyim, emin değilim! O yüzden de kimseye tavsiye etmiyorum; herkesin ve her bünyenin kaldıracağı bir iş değil.

    Burada işin içine irade de giriyor. Çelik gibi bir iradenizin olması ve bunun yanında nefsinizi de terbiye etmeniz önemlidir.

    Sonuç olarak; “Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin!” diye bir duamız dillere pelesenk olmuş olsa da bunun pratiğini yapmadığımız için çok etkili değildir. Benim yaptığım ise bunu bizzat deneyimleyerek neticesini görmekti. Maddi ve manevi katkısını görmüş olsam da size göre olmadığını bir kez daha hatırlatmak isterim!

    Esenlik dileklerimle,
    Erol Aydın

    Devamını Oku

    GÜLŞAH’IN KULESİ, NEYİN KULESİ?

    GÜLŞAH’IN KULESİ, NEYİN KULESİ?
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Özellikle tarihi şehirlerin en büyük özellikleri bir meydana ve kuleye sahip olmalarıdır. Kuleler; saat, gözetleme, yangın, seyir ve turistik amaçlı kullanılan prestij eserleridir. Bunun yanı sıra, referans ve buluşma noktası olarak da fonksiyonel bir misyonları vardır.

    Bu kulelerin malzemesi genellikle; taş, beton, ahşap ve çeliktendir. Gülşah’ın kulesi ise bütün bu kulelerden hem malzeme hem de işlevsellik olarak oldukça farklılık göstermektedir.

    Gülşah, iki çocuklu ve lise mezunu bir ev hanımı olarak 2024 yılını toplamda 63 kitaptan oluşan bir kitap kulesi ile kendi rekorunu kırarak zirvede tamamlamıştır. Kitapların konularına baktığımızda ise bütün disiplinleri kapsayan bir seçicilik ve bilinçli bir tercih söz konusudur.

    Okuma konusundaki istatistiklerimiz herkesin malumu olduğu için, bir insanın okumaya bu kadar zaman ayırması ister istemez dikkatleri üzerine çekmektedir. Bilimsel olarak çıta, haftada bir kitap olmak üzere yıllık toplam 52 kitap olurken, Gülşah’ın bunun bile üstüne çıkması her türlü takdirin üzerindedir.

    Okuma konusunda ortaya koyduğu performans, sosyolojik olarak da irdelenmesi gereken bir vaka olmaktadır. Kendi ifadesiyle; günü planlamak, hedef koymak, hedefe kilitlenmek, taviz vermemek, herkesin ayakta olmadığı erken ve geç saatlerde okumak başarıyı getirmiştir.

    Dijital çağ ile birlikte insanı ekrana kilitleyen bu kadar çok meşgale varken, bütün bunları alt etmek aynı zamanda büyük bir irade ile mümkündür. Kitap okumak, boş zamanlarda ve hobi olarak yapılacak bir iş olmadığı için bunun bilincinde olan Gülşah, örnek ve model olması açısından sosyal medyayı da etkin olarak kullanmaktadır. Her ay okuduğu ve okuyacağı kitapları Instagram sayfasında paylaşmak suretiyle farkındalık da oluşturmaktadır.

    Yıl sonunda okuduğu kitaplardan kule yaparak, “2024’te okuduklarım, bir maşallahınızı alırım!” etiketiyle yaptığı paylaşımı gördüğümde kendisine, “Sadece maşallah ile olmaz, iznin olursa köşeme taşımak isterim!” diyerek bu yazı, “Marifet iltifata tabidir” çerçevesinde ortaya çıkmıştır.

    Kendisi aynı zamanda sevgili kuzenimin eşi olduğu için yakinen tanırım. İstanbul’da doğmuş olsa da, Balkan göçmeni bir aileye mensup olduğu için içindeki azim, kararlılık, mücadele gücü, iradesi, hırsı ve başarma kapasitesi genetik ve soylu kan olarak da Evlad-ı Fatihan’a dayanmaktadır.

    Belki üniversiteye gitmemiş olması içinde bir ukde olsa da, yaptığı bu okumalarla yüksek lisansı bırakın, doktorasını bile tamamlamıştır. Bu kadar dolduktan sonra, kabın içindekilerin dışına sızması için artık yazmasını da ben tavsiye ediyorum.

    Sonuç olarak; başlıktaki soruya cevap vermek gerekirse, Gülşah’ın kulesi; bilginin, belgenin, dokümanın, cehalete dur demenin, okumaya olan mesafeye isyanın kulesidir. Kabuğunu kırmak ve kendini gerçekleştirmek için herkes kendi kulesini dikmek zorundadır, başka da yolu yok!

    Esenlik dileklerimle,
    Erol Aydın

    Devamını Oku

    ÖLÜNCE BENİ KİM YIKAYACAK?

    ÖLÜNCE BENİ KİM YIKAYACAK?
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Başlık, TRT’nin dijital platformu olan Tabii adlı kanalında yayınlanan “Gassal” adlı dizinin reklam spotuna aittir. Afiş ve billboardlara asılan bu ifade çok tartışıldığı için PR çalışması olarak hedefine ulaşmış demektir.

    Karakomik, trajikomik veya psikokomik olarak adlandırılan dizide kahramanımız bildiğiniz ölü yıkayıcısı rolündedir. Yaptığı işin yanı sıra sürekli kendini sorgularken aslında izleyici için de hem gülmeyi hem de düşünmeyi amaçlamaktadır. Bugüne kadar işlenmemiş bir konu olması bakımından hem ilginç hem de merak uyandıran sahneler sunmaktadır. Her gün ölülerle yüzleşse bile, ölümle yüzleşmediği için bunun birbirinden farklı şeyler olduğunu düşünmektedir. En büyük endişesi ise “Eğer ölürsem beni kim yıkayacak?” korkusudur. Öyle ya, ölü suyunun da bir sıcaklığı var ve bunu da bilmek gerekiyor!

    Ölüm, en büyük gerçek olduğu halde birçok insan hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamakta ve ölümü hep kendisinden uzak görmektedir. Yaşadığımız kapitalist düzen de bunun böyle olmasını arzuladığı için hep ölümsüzlüğü vaat etmektedir. Eskiden mezarlıklar mahallenin ortasında, hatta evlerin penceresi buraya bakıyorken, şimdi şehrin en ücra köşesinde kendisine yer bulmaktadır.

    Oysaki inancımız, birçok ayet ve hadisle bize ölümü hatırlatarak tedbir almamızı öğütlemektedir. Bizler ise hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için didinip dururken ecel bize son sürat yaklaşmaktadır. Birçok insan, mecburen katıldığı cenaze törenlerinde caminin avlusunu bırakıp sokakta törenin bitmesini beklemektedir. Mezarlığa gelse bile çok uzaktan töreni takip ederek ölümden kurtulacağını zannetmesi ne büyük gaflettir!

    Oysaki son görev olarak Müslüman kardeşinin cenaze namazına katılmak, tabutuna omuz vermek, kabrine birkaç kürek toprak atmak hem büyük sevap hem de ibret için elzemdir. Ölümü sürekli hatırlatacak en önemli ritüel, mezarlık ziyareti ile kendimize çeki düzen vermek adına da çok önemlidir. Mezarlık giriş kapılarının üzerinde yazan ayet-i kerime, “Her nefis ölümü tadacaktır!” ifadesi bile özellikle seküler kesimde büyük rahatsızlık oluşturmaktadır. Ölümün bu kadar hatırlatılması, dünyalık yaşayanlar için; moral bozucu, kabul edilemez, çok vahşi ve çok acımasız olarak eleştirilmektedir.

    Sonuç olarak; gassal, gasilhane, kabir, kefen, teneşir, musalla ve mezarlık, ölümü hatırlatan kavramlar olduğu için bazı kesimler için itici olsa da hayatın gerçekliği açısından somuttur. Bir şeyden ne kadar kaçarsan seni bulma ihtimali de o derece yüksek olacaktır. O yüzden de ölüm gerçeğini kabul ederek fıtrat çerçevesinde ve dosdoğru bir hayat hem bu dünyamızı hem de ahiretimizi inşallah kurtarmış olacaktır. Bu kadar büyük bir gerçek karşısında akıllı insanın, ölümü şeb-i arus olarak kabul etmesi faydasına olacaktır.

    Esenlik dileklerimle,
    Erol Aydın

    Devamını Oku

    DONDU, DONDULAR, DONDUM!

    DONDU, DONDULAR, DONDUM!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Havalar biraz soğuduğunda bazı insanlar, hatta evin içinde bile, “Dondum!” diyerek feveran etmektedir. Dillere pelesenk olmuş bu ifade, gerçekten donmanın ne olduğu bilinseydi asla ağıza alınmazdı!

    Bu durum, 1. Dünya Savaşı’nda Doğu Cephesi’nde ve Sarıkamış Harekâtı sırasında donarak ölen binlerce vatan evladına da aynı zamanda saygısızlık olmaktadır. Enver Paşa’nın kuru inadı ve ihtirası yüzünden, düşmana tek kurşun atmadan donarak şehit olmuşlardır.

    Piyade olarak yürütülen asker, bu nakil sırasında aynı zamanda terlemektedir. Dinlenmek için kendini bırakanlar, tatlı bir uyku ile kendinden geçtiklerinde, aynı zamanda hayatları da bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçerken, sonun başlangıcı ile beyaz ölüme doğru yolculuk başlamış demektir.

    Güney Cephesi’nden Sarıkamış’a sevk edilen birliklerde yazlık elbise, ayakta çarık, kuru ekmeğin dışında yiyecek yoktur. Dahası, yeterli mühimmatın dahi olmadığı bir ordunun, kış şartlarında 3000 metredeki Allahuekber Dağları’nda beyaz ölüme kavuşmaları sürpriz olmamıştır.

    Osmanlı-Rus Savaşı sonrası bölgeyi işgal edenler, tam 40 yıl boyunca her türlü tahkimatı tesis ederek her anlamda üstünlüğe sahip olmuşlardır. Bu kadar kısa sürede, alt ve üst yapının dışında birçok bina, kilise, lojman, demiryolu, köprü, menfez ve sosyal tesis inşa ederek kalıcı olarak yerleşmişlerdir. Fakat ortaya çıkan Bolşevik İhtilali sonrası çekilmek zorunda kalmışlardır. Biz ise onlardan kalan eserleri bile korumaktan aciz bir şekilde yok etmişiz. Ve aradan geçen bir asır sonrası bile Rusların ortaya koyduğu medeniyeti hâlâ inşa etmiş değiliz.

    Osmanlı ise cepheden cepheye koşarak; yıpranmış, yorulmuş, bezmiş, erimiş, tükenmiş, yok olma noktasında iken bu maceraya girerek hüsrana uğramıştır.

    Yaşanan bu bozgun sonrası Enver Paşa, İstanbul’un yolunu tutmuş ve basına da sansür uygulayarak meseleyi unutulmaya terk etmiştir. Yıllarca bu hadise bir kenara atılarak âdeta üzerine sünger çekilmiştir. Sarıkamış bozgununda şehit olanların bir mezar taşı bile mevcut değildir. Arşivler de boş olduğu için, yıllar sonra Rus arşivleri açılarak facianın gerçek boyutu ortaya çıkmışsa da mesele zaman aşımına uğradığı için unutulmuştur.

    Yakın zamanda, sivil toplum örgütlerinin çabası ve ordunun da sahiplenmesi ile en azından her sene bir anma töreni tertip edilerek vefa örneği sergilenmektedir. Ülkenin dört bir yanından Sarıkamış için yollara düşen ecdat sevdalıları, empati ve temsili bir yürüyüş ile ülke gündemini bir gün de olsa işgal etmiş oluyorlar.

    Sonuç olarak; Sarıkamış Cephesi’nde 90 bin askerimiz gerçek anlamda hem dondular hem de donarak şehadete ulaştılar. Onların aziz hatırası önünde tazimle eğilirken, “Dondum!” kelime ve kavramını yerli yersiz kullanarak onlara saygısızlık yapmayalım!

    Esenlik dileklerimle,
    Erol Aydın

    Devamını Oku

    İNSANLAR YAŞAMAYI ÖĞRENMEDİKÇE…

    İNSANLAR YAŞAMAYI ÖĞRENMEDİKÇE…
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Hayat, yaşam, ömür adına her ne derseniz deyin, verimli ve dolu dolu yaşamadıktan sonra heba olmuş demektir. Sınırlı ve süreli bu ömrü bereketli geçirmek kişinin kendi elindedir.

    Öncelikle, ilahi yaradılış ve fıtrat çerçevesinde bir gayenizin olması esastır. İslâm’ın “Sıratı Müstakim” olarak ifade ettiği dosdoğru bir çizginizin olması gerekmektedir. Rızkı veren Allah olduğu için bu konuda çalışıp çabalamak ve helâlinden kazanmak çok mühimdir. Haramın binası olmayacağı için buna azami dikkat etmek elzemdir. Bunun ötesinde; kanaat sahibi olmak, şükretmek, adil olmak, kul hakkına girmemek, ahlâklı olmak ve iman ile bu hayatı taçlandırmak esas olmalıdır.

    Güncel olması bakımından Filistin ve Suriye halklarının yaşadıkları, hepimiz için ders niteliğindedir. Dünyanın bin bir türlü hâli olduğu için “olmaz olmaz” diye bir şey yoktur; her şey insanlar içindir. İbret almak, geleceğimiz için mühimdir. Bu insanlar için özgürlük, ekmek ve sudan daha büyük bir öncelik oluşturmaktadır. Mülteci olmanın, sığınmanın, muhtaç olmanın ne demek olduğunu onlara sormak gerekiyor. Bizler, Ensar olarak onlara kapılarımızla birlikte gönüllerimizi de açtık. Dolayısıyla, gün geldi ülkelerine geri dönerken minnet ve şükranları her türlü takdirin üzerindedir. Ensar ve muhacir konusunda altyapısı olmayan seküler kesimlerin onları anlaması mümkün değildir. Daha ilk günden büyük nadanlık göstererek her türlü çirkefliği yapmaktan geri durmadılar. Gelinen noktada ise devletimizin engin öngörüsü çerçevesinde Suriye’de bir Türkiye gönül coğrafyası inşa edilmiştir. Bu ise bugün için olmasa da yarın için önemli bir kazanım olacaktır.

    İnsanlar, mutluluğu hep başka yerlerde aradıkları için içinde bulundukları şartları es geçmektedirler. Hepimiz birer nefis taşıdığımız için, hep daha mükemmeli bulmanın peşinde koşarken ömürler yok olup gitmektedir. Oysaki ailemiz, sağlığımız, ülkemiz, bayrağımız, özgürlüğümüz ve başkalarına muhtaç olmayışımız en büyük zenginliğimizdir. Bütün bunları kaybetmeden önce kıymetini bilmek, büyük bir tevekkül ve vizyon gerektiriyor. Hep yukarıya bakmak, mukayese ve karşılaştırma ile kaybedilen zamanların telafisi maalesef mümkün değildir. Nasip ve kısmet çerçevesinde her şey olacağına varacaktır. Dolayısıyla, hakkına razı olmak tek çıkar yoldur. Yüce Allah’ın verdiği cüzi irademizle meşru çerçevede mücadele edeceğiz. Olmuyorsa da zorlamak, neticeyi değiştirmek için yeterli olmayacaktır.

    Sonuç olarak; insanlar yaşamayı öğrenmedikçe mutlu olmaları mümkün değildir. Mutluluğun formülü ise, bir şarkı sözünde olduğu gibi, “Bir sen, bir ben, bir de bebek!” değildir. Üç kelime ile ifade etmek gerekirse; sabır, şükür ve dua olmalıdır.

    Esenlik dileklerimle,
    Erol Aydın

    Devamını Oku

    ÇAPIMIZ, ÇİPİMİZ KADARDIR

    ÇAPIMIZ, ÇİPİMİZ KADARDIR
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Ülkelerin gelişmişlik göstergelerini birçok açıdan inceleyerek bir liste oluşturmak mümkündür. Bakış açısı, metot, yöntem ve tercihler sonrası ortaya konulan her türlü değerlendirme muteberdir.

    Fakat döviz girişi ve dış ticaret dengesi en önemli veri olmaktadır. Sattığınız mal, aldığınız maldan fazla ise ortada dış ticaret fazlası olduğu için istenen, ideal olan durum aynı zamanda refah seviyesinin de bir göstergesidir. Bunun tersi durum ise dış ticaret açığı olarak sizi onulmaz durumlara sevk edecektir.

    Ülkemiz, Cumhuriyet tarihi boyunca bu yapısal sorunu halledemediği için bir türlü istediği müreffeh seviyeye ulaşamamıştır. İhraç ettiğimiz ürünler bile ithal girdili olduğu için katma değer olarak çok getirisi olmamaktadır.

    Gelişmiş ülkelerin durumuna baktığımız zaman, ihraç ettikleri ürünlerin birim fiyatının çok yüksek olduğu görülmektedir. Bunlar, yükte hafif, pahada ağır, yüksek teknoloji ürünü olduğu için her daim bütçe fazlası vermeleri sürpriz değildir.

    Aslında formül çok basit: yüksek teknoloji üreterek bunları dışarıya satmak ve sonrasında elde edilen refahı tüm toplumla birlikte paylaşmaktır. Peki, bunu gerçekleştirmek o kadar kolay mı? Savunma sanayinde elde ettiğimiz başarıyı tüm sektörlere yaymak durumundayız.

    Mesela, günümüzde herkesin gündeminde olan çip meselesine yakından bakmakta fayda var. Akıllı olarak adlandırılan ve telefondan otomobile, süpürgeden ilaca varıncaya kadar “beyin” olarak ifade edilen çip, en stratejik parça olmaktadır. Geçen yıllarda tüm dünyada yeterli çip üretimi olmadığı için otomobil fabrikaları durma noktasına gelmiştir.

    Çip, yonga şeklinde elektronik bileşenleri olan bir devredir. Oldukça küçük olmasına rağmen, üzerinde yüksek teknoloji ürünü sistem sayesinde birçok akıllı işlemi gerçekleştirmektedir. Hatta bazı hastalıkların tedavisinde insanlara bile takılmaktadır. Bu kadar geniş bir yelpazede kullanım alanı olan çip üretimi kaçınılmaz olmaktadır.

    Fakat üretimi o kadar kolay olmadığı için şimdilik gelişmiş ülkelerin tekelindedir. Yapmamız gereken, devlet desteği ve özel sektörün de elini taşın altına koymasıyla bu konuda mesafe alınmasını sağlamaktır.

    Çipler, atom kadar küçük parçaların çok hassas ve karmaşık bir üretim süreci olduğu için çok büyük teknolojiye ihtiyaç duyar. Bu yüzden de herkesin yapacağı bir üretim değildir. Bundan dolayı bu sektör hem bakir hem de gelişmeye açıktır.

    Sonuç olarak, çip konusunda bir devlet politikası olarak vizyon koymamız gerekiyor. Çipsizlik, çapsızlık olacağı için bu konuyu beka meselesi kapsamında ele almak, geleceğimizin güvencesi olacaktır. Çapımız, çipimiz kadar olacağı için çapımızı büyütmek elzemdir.

    Esenlik dileklerimle,
    Erol Aydın

    Devamını Oku

    BİRAZ DÜŞÜNÜNCE, BU GİDİŞ NEREYE?

    BİRAZ DÜŞÜNÜNCE, BU GİDİŞ NEREYE?
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    İnsanın kendi içine doğru yaptığı yolculuk aslında nefis muhasebesinden başka bir şey değildir. Ve herkesin zaman zaman bu içsel yolculuğa çıkarak kendini sorgulaması gerekiyor.

    Ben kimim, ne yapıyor, nereye gidiyor ve varacağımız yer neresidir? diyerek kendimizi sigaya çekmeye başladığımızda, aslında başlangıç için doğru yerde olduğumuz aşikârdır. Önemli olan da bu noktaya gelebilmektir. Bundan sonrası kendi mecrasında yolunu bulacaktır.

    Her şey sorgulama ile başlamaktadır. Âdeta iki elimizle iki yakamıza yapışarak kendimizi silkelememiz gerekiyor. Burada; açık, dürüst, samimi, şeffaf ve içtenlik çok önemlidir. Her insanın, kişisel ve karakter özellikleri bakımından; açık, kapalı, gizli, sırlı, bilinmeyen, belirsiz, kör ve gizemli yönleri vardır. Bütün bu yönleri tek tek didikleyerek kendimizi açığa çıkarmamız, nefis muhasebesi mucibince elzemdir.

    Bütün bu özelliklerimizi ortaya çıkardıktan sonra, bir muhasebeci hassasiyetiyle; aktif, pasif, alacak, verecek, kasa ve sermayemiz bir bilanço olarak ortaya konmalıdır. Bilanço ortaya çıktıktan sonra, alacağımız aksiyonlar çok daha sağlıklı bir adım için referans olacaktır.

    Kök nedenleri ortaya koyduktan sonra, artı ve eksilerimiz ile yüzleşerek bir yol haritası ortaya konmalıdır. Bu ise mükemmele ulaşma yolunda bizi hedefe taşıyacaktır. Böylece önümüze bir fotoğraf konacaktır. Bu fotoğraf, fizik ve suretimizin ötesinde bir benlik görüntüsü olacaktır.

    Karakterimiz ile bu şekilde yüzleştikten sonra, olumsuz yönlerimizi törpüleyerek her şeyden önce faydalı ve yararlı bir insan olmak esas olmaktadır. Zaten inancımız da, “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır!” diye buyurmaktadır. Bu husus aslında; vefayı, yardımlaşmayı, dayanışmayı, kaynaşmayı, diğergamlığı ve insanlığı bize tavsiye etmektedir.

    İnsan, fıtratı gereği düşünen bir varlık olarak yaratılsa da düşünce tembeli bir varlıktır. Düşünmek, taş taşımaktan bile zor bir iş olduğu için kimse, özellikle tefekkür noktasında, kendi konfor alanının dışına çıkmıyor. Düşünmenin dahi bir metot ve sistematiği olduğu için bu iş o kadar kolay değildir. Düşünmek için öncelikle kalbinizin ve daha sonra da kabınızın dolu olması gerekir. Kabı doldurmak için verimli ve seçici okumak, kalbinizi doldurmak için de sevgi ve merhamete ihtiyaç vardır. Bu ikisi olmadan yapılan düşünme, boş ve boşluktan ibaret olacaktır. O da sizi vesvese ile birlikte bir felakete sürükleyecektir.

    Sonuç olarak; bu gidiş nereye diye bir derdimizin olması kaçınılmazdır. Dolayısıyla da kendimizi düzeltmeden başkalarını ve dünyayı düzeltme şansımız olmayacaktır. Herkes külahını önüne koyarak işe başlamalıdır, gerisi mi? Çorap söküğü gibi gelecektir.

    Esenlik dileklerimle,
    Erol Aydın

    Devamını Oku

    HALKIN İRADESİ Mİ?

    HALKIN İRADESİ Mİ?
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Gündem kayyumlar olduğu için, bu konuyu es geçmek olmazdı. Dolayısıyla herkesin kendi bakış açısını yansıttığı böyle bir ortamda, algı oluşturma ve yankı odası çerçevesinde, doğal olarak at izi it izine karışmaktadır. Yaşanan bu süreçte en fazla dillendirilen ifade, “Halkın iradesi gasp ediliyor!” olmaktadır. Kulağa hoş gelen, insanları ortak paydada buluşturan bu yaklaşım, aslında meseleyi sulandırmaktan başka bir şey değildir.

    Burada sorulacak en kritik soru, hangi halkın iradesi olduğudur. Temsili demokrasilerde, toplumun yönetime katılma isteğini, tercihleri doğrultusunda seçtiği temsilcileri aracılığıyla sandığa yansıtması teoride kabul edilebilir. Fakat uygulamada durum hiç de öyle değildir. Bizim toplumda parti tutma gibi bir bağnazlık olduğu için, parti ve lideri kimi aday gösterdiyse onu oylamaktadır. Seçmen için adayın kim olduğu önemli değildir; parti aidiyeti çerçevesinde oyunu partisine ve dolayısıyla o adaya vermektedir. Şimdi bu durumda, halkın iradesi mi sandığa yansımış olmaktadır? Gerçek bir demokrasi ve halkın iradesi olması için, birçok adayın ön seçime girerek o sandıktan çıktıktan sonra aday yapılması gerekmektedir. Bunu hiçbir parti ve lider yapmadığı için de aslında ortaya çıkan irade, liderin iradesi olmaktadır. Ön seçimi, halka ve ferasetine güvenmedikleri için yapmıyorlar. Ya onların istedikleri aday sandıktan çıkmazsa, ona hükmedemeyecekleri için bu riski göze alamıyorlar. Sonra da çıkıp; parti içi demokrasi, tarafsızlık, hak, hukuk, adalet, eşitlik, liyakat diye ahkâm kesiyorlar, yersen tabii!

    O yüzden de atanan kayyumlar sonrası demokrasi çığırtkanlığı yapmak, çok samimi ve inandırıcı olmuyor. Partiler, geçmişi karanlık, şaibeli işlere bulaşmış ve sakıncalı kişileri bile isteye aday göstermektedirler. Bundan siyasi rant elde etme peşinde koşarak, bir mağduriyet yaratabilmenin hesabıyla ülkeye zarar verse de, kimin umurunda? Onlar, ballı maaş ve ceylan derisi koltuklarda oturdukları sürece, gerisi fasarya olmaktadır.

    Siyaset, ateşten bir gömlek olarak kimin üstüne geçtiyse, onu yakıp yok etmektedir. Akla hayale gelmedik siyasi mühendislik hesapları ile şeytana bile pabucunu ters giydirecek bir düzlemde icra edilmektedir. Zavallı halk ise, iradesi ile yönetime ortak olduğu avuntusu ile kendini teselli ederken, atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiş olmaktadır.

    Sonuç olarak, kayyum atamaları yasal çerçevede devletin kendisini koruma ve muhafaza etme refleksinden başka bir şey değildir. İdeolojik olarak meseleyi başka mecralara çeken mahfillerin tuzağına düşmemek gerekiyor. Devletin bekası ve ortak devlet aklıyla, sadece bir rutin icra edilmektedir. Bunu siyaset üstü bir vizyonla değerlendirmek, tüm tuzakları boşa çıkaracaktır. Asil Türk milleti, her devirde olduğu gibi ülkesine sahip çıkacaktır; iç ve dış mihraklar istemeseler de su akıp mecrasını bulacaktır. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın.

    Esenlik dileklerimle,
    Erol Aydın

    Devamını Oku

    Site Devletlerinden, Devlet Gibi Sitelere!

    Site Devletlerinden, Devlet Gibi Sitelere!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Antik çağlarda, sadece bir şehir ve çevresinden oluşan topluluklara site ya da şehir devleti denirdi. Etrafı surlarla çevrili bu küçük devletler, kendi kendilerine yeterek hayatlarını sürdürürlerdi. Günümüzde Monako, Vatikan ve San Marino gibi ülkeler, bu sistemin modern yansımaları olarak değerlendirilebilir.

    Geçmişte, şehirleşmenin henüz yoğun olmadığı dönemlerde evler genellikle müstakil ve bahçeliydi. Bu durum, komşuluk ilişkilerinin daha doğal, samimi ve sağlıklı olmasını sağlıyordu. “Komşu, komşunun külüne muhtaçtır” anlayışıyla empati ve diğergamlık ön plandaydı. Zaman zaman “Evim ayrı, derdim ayrı” misali, komşunun tavuğunun bahçeye girmesi gibi küçük meseleler yaşanırdı. Ancak genel anlamda yatay mimari, sosyolojik açıdan huzur ve mutluluğun kaynağıydı.

    Günümüzde ise şehirleşme yoğunlaştığı için arsa sorunu en büyük problemlerden biri haline geldi. Bu durum, dikey mimarinin tek çözüm olarak görülmesine ve büyük sitelerin inşa edilmesine yol açtı. Artık 40-50 dairelik bir blokta yüzlerce insanın bir arada yaşaması yadırganmıyor. Ancak, yaklaşık 200 kişinin aynı kapıdan girip çıkması, toplumsal bir kaosun kapısını aralıyor.

    Toplumdaki eğitim, kültür, gelenek, töre, inanç ve düşünce farklılıkları, bu tür toplulukları homojen olmaktan uzaklaştırıyor. Site WhatsApp gruplarındaki tartışmalar bunun en bariz göstergesi. Basit meseleler için insanlar birbirine adeta saldırmaktan çekinmiyor. Empati, özveri, vefa, merhamet gibi değerler neredeyse tamamen unutulmuş durumda. Kimse birbirine tahammül edemiyor, herkes kendi haklılığını savunuyor ve bu durum toplu bir uyum oluşturmayı imkânsız hale getiriyor.

    Bunun ötesinde, siteler artık adeta birer gettoya dönüşmüş durumda. Yüksek duvarlar, dikenli teller, güvenlik kameraları ve kartlı giriş sistemleri, dış dünyanın neredeyse tamamen dışlanmasına yol açıyor. Bu izole yaşam tarzı, insanları psikolojik olarak yıpratıyor. Dışarıda park yeri bulamamak gibi basit bir durum bile, bireyleri bunalıma sokabiliyor. Böyle bir ortamda huzurlu bir yaşam sürmek oldukça zor.

    Sonuç olarak, geçmişin site devletlerinin yerini bugün devlet gibi siteler almıştır. Ancak bu yapıların, töre, inanç ve sosyolojik değerlerimize uygun olmadığı bir gerçektir. Bu nedenle, bu tür yaşam biçimlerinden vazgeçmek ne yazık ki pek mümkün görünmüyor. “O sarı öküzü vermeyecektik,” diyerek, geri dönüşü olmayan bir yola girdiğimizi kabul etmek durumundayız. Allah kimseyi bir sitede yaşamaya mecbur bırakmasın. Amin.

    Esenlik dileklerimle,

    Erol Aydın

    Devamını Oku

    VASAT, VASATÎ, VASITA

    VASAT, VASATÎ, VASITA
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Başlıktaki kelimeler Arapça kökenli olup, sırasıyla; orta, ortalama ve ortacı (aracı) anlamları içermektedir. Vasat, Kur’an’da da beş ayrı yerde geçmekte olup, genel olarak ifrat ve tefrit dışında orta yol ve ara yol olarak olumlu anlamda tavsiye niteliğinde kullanılmaktadır. Kâinatı belli bir kural ve düzen içerisinde yaratan Yüce Allah, insanı da vasat ümmet olarak ifade etmiştir.

    Eskiden kibrit kutularının üzerinde, “Vasati 40 çöp” olarak ifade edilen kelime ile ortalama çöp sayısı belirtilmiş olurdu. Gerçi günümüzde teknolojiye yenik düşerek yok olan kibrit, 1809’da İngiltere’de ilk üretildiğinde yüzyılın buluşu olarak kabul edilmiş ve bu hükümranlığını 200 sene sürdürmüştür.

    Yine günlük hayatta, “Vasat insan” denildiği zaman, burada anlam aşağılama ve eleştiriye dönmektedir. O insanın ortalamanın altında basit birisi olduğunun altı çizilmektedir. Sosyolojik olarak baktığımızda ise, “Ne iyi ne kötü!” gibi bir karşılığı bulunmaktadır. Olumsuz anlamıyla kullanıldığında, ne hikmetse herkes karşı tarafı vasat görerek kendisine toz kondurmamaktadır. Oysaki etrafımıza baktığımızda o kadar çok vasat insan var ki biz de bir şekilde başkasına göre vasat olabiliriz. Siyasette, ticarette, eğitimde, sağlıkta, velhasıl her mecrada birçok vasat insanla karşılaşmamız vakayı adiyeden olmaktadır.

    Bu tür vasat insanların ortak özelliklerini ise şu şekilde sıralamak mümkündür:

    • Tutarsızdırlar; hiçbir konuda dik duruşları olmadıkları için bukalemun gibi her ortama uyum sağlarlar.
    • İlkeleri ve prensipleri olmadığı için sincap gibi daldan dala atlayarak yeni pozisyon alırlar.
    • Sorgulama ve analiz yetenekleri olmadığı için her an üç maymunu oynamaları muhtemeldir.
    • Empati ve diğergamlık duyguları gelişmediği için akrep gibi her an sokmak için tetiktedirler.
    • Başarılı insanları çekemedikleri için her daim ayaklarına yılan gibi dolanırlar.
    • Hiçbir etik ve ahlaki değerleri olmadığı için olaylar karşısında manda köselesi bir surata sahip olmaları sürpriz değildir.
    • Haklıdan yana değil, her zaman güçlüden yana oldukları için bu çürümüşlük ile kokarca gibi olmaları sıradandır.
    • Yağcılık, yalakalık ve yaranma konusunda kimse ellerine su dökemeyeceği için kedi gibi sırnaşmaları karakterleri olmuştur.

    Sonuç olarak; vasat ve vasatlık, içinde bulunduğumuz ortam ve şartlara göre değişiklik gösterebilir. İnancımız orta yol olarak bunu tasvip ve tavsiye ederken, sosyal hayat bunu hakir ve aşağılama olarak algılama yoluna tevessül etmektedir. Burada bir çıkmaz ve çelişki var gibi gözükse de, aslında dini konuları ve sosyal meseleleri birbirinden ayrı değerlendirmek daha sağlıklı bir analiz olacaktır. Konfor alanından çıkarak vasatlığı mükemmelliğe çevirmek de yine bizim elimizdedir.

    Esenlik dileklerimle,
    Erol Aydın

    Devamını Oku

    GEL KONUŞ İSTERSEN…

    GEL KONUŞ İSTERSEN…
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    İçinde bulunduğumuz dijital çağda haz, hız ve eğlence sürekli bir yükselme trendinde iken, maneviyatımız yerlerde sürünmektedir. Kutsal değerlerimiz, inancımız, imanımız ve de itikadımız her geçen gün irtifa kaybetmektedir. İbadet mekânlarımız olan camilerin bahçeleri bile artık tehdit altında olup, İslamiyet sadece camiye hapsolmuş durumdadır.

    İmanımızı salih amellerle tahkim etmediğimiz sürece de bu gemi su alarak hepimizin toptan helâkına sebep olacaktır, Allah muhafaza! Bunun için kendimizi kurtarmamız yetmez; inancımızın temeli olan tebliğ vazifesini de yapmak zorundayız. Yani kendi çapımızda, iyiliği emredip kötülükten sakındırmak durumundayız.

    Madem bilişim çağındayız, Müslümanlığın da bundan azami oranda istifade etmesi elzemdir. Yapılan anketlerde sürekli namaz kılanların oranı %18 olarak görülse de çevremize baktığımızda aslında çok daha düşük olduğu fark edilecektir.

    Çağın imkânlarını kullanarak bir çoban ateşi yakmak durumundayız. Gerek sosyal medyayı kullanarak gerek pankart ve afişlerle camileri tekrar buluşma noktası ve cazibe merkezi yapmak gerekiyor. Bazı camilere asılan pankartları görmüşsünüzdür. Mealen şöyle diyor: “Gel konuş istersen, bence affeder!” diye. Çok iyi düşünülmüş, birçok mesajın iç içe geçtiği ve de etkili bir iletişim olmuş; okuyup da etkilenmemek elde değil. Bu kadar pozitif, kapsayıcı, kuşatıcı, sarıp sarmalayıcı, ümit veren bir davete kayıtsız kalmak mümkün değildir. Oradan geçen ve her gün o davete maruz kalan birisi veya birileri mutlaka davete icabet edecektir. Başta Diyanet olmak üzere bu camiada görev yapan herkesin, bu ve benzeri kreatif kelime oyunları ile farkındalık ortaya koyması geleceğimizi kurtarmak adına kaçınılmazdır.

    Bu slogan ile ilgili olarak Allah ile konuşmak problemli gibi gözükse de namazda O’nun huzurunda ve yine O’nun kelamıyla secde etmek aslında konuşmak değil midir? Ayrıca günah işlemek beşer olan kullar için ne kadar doğal ise, tövbe ederek af dilemek de o kadar doğaldır. Burada tek ölçü, niyet ve samimiyettir.

    Sonuç olarak; Müslümanlığı tabana yayarak eksik olan ibadet konusunu tamamlamak, her müminin üzerine düşen görevdir. Bunun yanında, “Ey iman edenler, iman ediniz!” ayeti, tam da günümüz için söylenmiş çok önemli bir uyarıdır. Bu ayette çok ince ve hassas bir dokunuş vardır, dolayısıyla buna vakıf olmamız gerekiyor. Kur’an’ın ipine sarılmadığımız sürece elde edeceğimiz bir mesafe olmayacaktır. Çok geç olmadan silkinerek kendimize gelmemiz kaçınılmazdır.

    Esenlik dileklerimle,
    Erol Aydın

    Devamını Oku

    DEVLETİN BAŞINA, DEVLET GELECEK

    DEVLETİN BAŞINA, DEVLET GELECEK
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Başlık, MHP ve ülkücü hareketin vazgeçilmez sloganı olarak günümüzde de cari olarak kullanılmaktadır. İlk başta ütopik bir hülya gibi görünse de gündem belirleme ve hükûmete destek noktasında, aslında devletin başında bulunmaları bir realite olarak karşımızda durmaktadır.

    Sayın Bahçeli, eskilerin ifadesiyle nevi şahsına münhasır bir karakter olarak Türk siyasetinde ağır abi misyonunu tavizsiz yerine getirmektedir. Kişisel ikbal ve koltuk peşinde olmadığı, şartsız bir şekilde hükûmete destek vermesiyle tescillenmiştir. Bu tutum ve davranışı birçok çevre tarafından yanlış anlaşılsa veya çarpıtılsa da kendisi, hak bildiği yolda tek başına da kalsa, istikrarlı bir şekilde yoluna tavizsiz devam etmektedir.

    Değeri ve ortaya koyduğu fikirler, bugün olmasa da yarın onu hayırla yâd edecektir. Son olarak Öcalan konusunda yaptığı çıkış bence tam olarak anlaşılamamıştır. Bizim toplum hep uç noktalarda tepki verdiği için bu olayda da duygusal hareket etmiştir. Hatta sürü psikolojisiyle hareket ederek hamaset ile yargısız infaz yapmışlardır.

    Türkiye’nin 40 yıldır devam eden bir terör problemi vardır. Bugüne kadar red ve inkâr politikası ile aldığımız bir mesafe olmadığına göre eksen değiştirmek zorunda olduğumuz da gün gibi aşikârdır. 30 bin insanın ölümü, kaynakların heba olması, bütçe açığı, pahalılık ve refah seviyesinin yükselememesinin en önemli sebebi yine PKK ile olan mücadelenin sonucudur.

    Terörist başının 25 yıldır tecrit edilmesi yerine kendisinden istifade edilmesi, çözüm konusunda terör konusunun ebediyen gündemden düşmesi anlamına gelirdi; fakat mahalle baskısı yüzünden bu teklif bile edilemedi.

    Bugün Bahçeli’nin bu çıkışı aslında devlet aklı olarak değerli ve önemlidir. Devlet, millet, vatan ve bayrak konusunda kırmızı çizgileri olan birisi bu çıkışı ve teklifi yapıyorsa siyaseten söylenmiş bir söz değildir. Kaldı ki bu çıkış, partisine oy kaybettirdiği halde ülkesi için kendisini feda etmiş olması gözlerden kaçmaktadır. Devlet Bey bir şey söylüyorsa bunun mutlaka bir arka planı ve ülke menfaati söz konusudur.

    Sonuç olarak; Bahçeli, hem hükûmet hem de ülke için bir şanstır. Onu hafife almak ve suçlamak en basit ifadesiyle vizyonsuzluktur. Türkiye’nin bekası için elini taşın altına koyan bir bilge kişidir. Muhalefetin politika ve gündem oluşturmada ortaya koyduğu savrukluk karşısında adıyla müsemma bir şahsiyet olarak, devletin başında olmasa da yanında yer alarak kendini tarihe altın harflerle yazdırmıştır. Bunu görmeyenlerin şov peşinde ve hamasetle kürsüden halat atarak kendi sonlarını hazırlamaları ne hazindir.

    Esenlik dileklerimle,
    Erol Aydın

    Devamını Oku

    İZMİR’DEN VE DE İZ BIRAKMAK İÇİN GELİYORUZ!

    İZMİR’DEN VE DE İZ BIRAKMAK İÇİN GELİYORUZ!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    İz bırakmak, geçmişe değil geleceğe kalıcı olarak etki etmektir. Yaşanılan tecrübe ve deneyimin kalıcı olarak geleceğe taşıma ve ulaştırma eylemidir.

    Bu anlamda İzmir’den, hem de iz bırakacak bir doğuma şahitlik ediyoruz. Ankara’nın tekelinde olan sendikacılık ve sendikal harekete yeni bir ivme ile katkı sunmak için İz Metal-İş Sendikası, İzmir merkezli olarak kuruldu. Tüzüğü, teşkilatı ve örgütü ile hazır olan hareket, Cavit Karataş’ın başkanlığında yasal prosedür ve bürokratik işlemleri sonrası metal sektöründe “ben de varım” demeye hazırlanıyor.

    Cavit Karataş ile geçmişte aynı firmada birlikte teşriki mesaimiz olduğu için kendisini yakından tanırım. İşyeri temsilciliğinden başladığı sendikacılığa, bu mecrada gelinebilecek en üst makamlarda profesyonel temsil yeteneği ile büyük bir tecrübe ve deneyimin sahibidir. İnatçı kişiliği, kararlı tutumu, vazgeçmez duruşu, diyaloga açık yapısı ve de sosyal yönünün kuvvetli olması dolayısıyla bir sendikacıda bulunması gereken tüm vasıflara haizdir. Adeta sendikacı olarak doğmuş birisi olarak tanımlarsam, inanın abartmış olmam.

    Çıkmış olduğu bu yolda, “Sendikacılık, emek ve yürek işidir; bunun yanında emek en yüce değerdir!” şiarı ile felsefesini de ortaya koymaktadır. “Bu âlemde yeni değiliz, yeniden buradayız!” sloganı ile piyasaya hızlı bir giriş yaparken, ortaya farkındalık koymak için geldiklerini ifade ediyor. Güven sorunu yaşayan ve yıpranan mevcut sendikalara alternatif olmak en büyük gayeleri olacaktır. Tüzüklerinde işçiden yarım yevmiye aidat ve her haneden bir çocuğa şartsız bir şekilde burs vermek gibi çizgi ötesi vaatlerle rekabet ortamında “biz de varız” demek için gün sayıyorlar.

    Çalışma hayatı, işçi ve işverenden oluştuğunda ortaya adil olmayan asimetrik bir görüntü çıkmaktadır. İşçi aleyhine olan bu dezavantajı dengelemek ancak işçi sendikaları ile mümkün olmaktadır. Üretimden gelen güç her ne kadar önemli ise de bunu bir bütün olarak organize güce dönüştürecek olan sendikadır. Sendika, bireysel olarak dağınık olan bu gücü sinerji ile toplu olarak atan yüreğe dönüştürecek olan mekanizmadır.

    Ülkemizde özellikle milyonlarca çalışan, sendika gibi yasal bir haktan mahrum olduğu göz önüne alındığında, ortaya çıkan bu girişimlerin ne kadar önemli ve değerli olduğu aşikârdır. Örgütlü toplum ve sivil toplum örgütlerinin gücü kapsamında ortaya çıkan bu tür oluşumlara toplumdaki her kesimin destek vermesi elzemdir.

    Sonuç olarak; İz Metal-İş Sendikası, farklı ve farkındalık olarak bu âlemde yerini almıştır. Başarılı olması ve çalışma hayatına; hak, hukuk ve adaletin yanı sıra renk katması dileklerimle, hayırlara vesile olmasını diliyorum.

    Esenlik dileklerimle,
    Erol Aydın

    Devamını Oku

    EKSANTRİK İNSANLARA DAİR BİR DENEME

    EKSANTRİK İNSANLARA DAİR BİR DENEME
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Eksantrik aslında teknikte kullanılan bir kavram ve ifade şeklidir. Özellikle bir eksen etrafında dönen silindirik parçalar üzerinde eksenden kaçık kamları tanımlamaktadır. Bu kamlar sayesinde dairesel hareket doğrusal harekete çevrilir. Bu buluş sayesinde bugünkü otomobil motorlarının pistonları görev yapmaktadır.

    Yani bazen eksenden kaçık ve aykırı durumlar farkındalık oluşturarak daha faydalı durumların ortaya çıkmasına vesile olmaktadır. Bu durum insanlar için de geçerlidir. Genel çoğunluk düz mantıkla düşünüp fikir ürettiği veya üretemediği için ortaya farklı bir şeylerin çıkması mümkün değildir. Hep aynı şekilde hareket ederek elde edilmiş bir yenilik ve farklı bir durum elde etmek yine olası değildir.

    Çevremizde az da olsa eksantrik insanlar vardır. Bunlar kısır döngü olan rutini kırarak ortaya bir farklılık koymaktadırlar. Bu tür insanlara alışkın olmayan toplum katmanları bunları ekarte etmekte beis görmezler. Oysaki bütün icat ve inovasyonlar bu tür aykırı insanlardan çıkmaktadır.

    Aykırılık, sıra dışılık, farklılık, yaratıcılık, başkalarına benzemeyen ve çizgi ötesi tutumları ile hemen onların farkına varırsınız. Normalin ötesindeki bu durumlar çoğu zaman övgü ve takdiri bir kenara bırakın, ötekileştirme ve itibarsızlaştırmak suretiyle saf dışı bırakılmaktadır.

    Konusunda ortaya bir farkındalık koyan; sanatçı, edebiyatçı, bilim insanı, filozof, yazar, çizer, zanaatkâr ve düşünce insanlarının hepsinin ortak özelliği eksantrik insanlar olmalarıdır. Bunların; kafaları, beyinleri, zekâları, düşünceleri, bilinçaltları ve eylemleri hep sıra dışı olmuştur. İlk başlarda toplum tarafından değerleri anlaşılmamış olsa da çoğu öldükten sonra kıymete binmişlerdir.

    Eksantrik kişilik, eğer faydalı ve yararlı işlerde kullanılmazsa kişilik bozukluğu olarak da toplum için problem olabilir. Burada balık sırtı bir durum ve çok ince bir çizgi mevcuttur. Bu yüzden toplum, burada bir denge unsuru olarak bu tür insanlara yardımcı olacağı gibi tam tersi onları uçurumun kenarına da itebilir. Buradaki hassas denge çok önemli ve hayatidir.

    Sonuç olarak; bir mildeki eksenden kaçık kam nasıl ki ortaya koyduğu eksantriklikle yeni bir durum ortaya koyuyorsa, eksantrik insanlar da aynı şekilde bir misyon yüklenerek toplumun önünü açmaktadırlar. İnsanlığa hizmet konusunda geleceği inşa eden bu insanları en azından anlamaya çalışmak başlangıç için elzemdir. Daha sonra da onları hep destek ve tam destek konusunda yüreklendirerek çığır açmak hepimize iyi gelecektir. Unutmayın, hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Siz dağın arkasını görmeye çalışın, asıl eksantriklik budur!

    Esenlik dileklerimle,
    Erol Aydın

    Devamını Oku

    KÖYDE ŞEHİRİ, ŞEHİRDE KÖYÜ YAŞAMAK!

    KÖYDE ŞEHİRİ, ŞEHİRDE KÖYÜ YAŞAMAK!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Cumhuriyetin ilk yıllarında nüfusun %80’i köylerde yaşamaktaydı. Zaman içerisinde; arazilerin bölünmesi, verimin düşmesi, nüfusun artması ve sosyolojik sebeplerden dolayı günümüzde oran dengesi tam tersine dönmüştür.

    Vahşi kapitalizmin dayatması olan “hep daha fazlasını iste”, doyumsuzluk ve şükürsüzlük, bunun yanında kanaati de ortadan kaldırarak insanların kimyasını bozmuştur.

    Hızla boşalan köyler, şehirde tutunabilmek adına varoşların oluşmasına sebep olmuştur. Elektrik, su, kanalizasyon ve yolu olmayan bu kenar mahalleler, köyden daha kötü konfor ve şartların oluşmasıyla trajediye dönüşmüştür.

    Günümüzde köyde yaşayanlar ise tarım ve hayvancılığı bir kenara bırakarak ekmeği bile marketten alır duruma gelmişlerdir.

    Büyükşehir Belediyesi sınırları içerisinde kalan köylerin bu statüleri dahi kaybolarak birer mahalleye dönüşmüştür. İlk bakışta hizmet, konfor ve çağdaşlık adına bir tekamül gibi görünse de aslında telafisi mümkün olmayan yeni problemleri beraberinde getirmektedir.

    Köyden mahalleye dönüşen yerleşim yerlerinde, yeni imar ve kadastro ile birlikte verimli tarım arazileri müteahhitlerin istilasına uğramıştır. Düne kadar sebze ekilen tarlalarda, günümüzde villalar yer almaktadır. Adam köye ve ovaya üniversite kurmuş, varın gerisini siz düşünün; böyle bir beldeye artık siz köy diyebilir misiniz?

    Köyün hem ekonomisi, hem ekolojisi hem de sosyolojisi kökten değişmiştir. Böyle olunca da artık; köyler şehirde, şehirler de köyde yaşamış olmaktan mutlu değildir. Bu sarmaldan çıkmanın da bu kafayla mümkün olmadığı çok açıktır.

    Belki tersine göç ile şehirde köyü yaşayanlar geri dönmek isteyebilir fakat hiçbir şey eskisi gibi olmadığı için de büyük bir travma onları bekliyor olacaktır. “Şehirli olmak için köyü yaktılar, şehirli olamadıkları gibi üstelik köyden de oldular” gibi bir durumla karşı karşıya kalacaklardır.

    Çok yakın gelecekte en büyük problem gıdada yaşanacaktır. Üreticinin aracılardan daha az kazandığı bir ortamda bunun bu şekilde sürdürülebilir olması olası değildir. Üreticinin ve tüketicinin şikayetçi olduğu, adil olmayan bu kısır döngüden kurtulmak gerekiyor, aksi takdirde daha zor günler bizi bekliyor olacaktır.

    Sonuç olarak; yanlış strateji ve politikalar yüzünden duvara toslamış durumdayız. Tekrar köye, toprağa ve üretime dönmek zorundayız. Bunun bir devlet politikası olarak hayata geçirilmesi elzemdir. Aksi takdirde sadece eleştirmekle alacağımız bir mesafe olmayacaktır. Şimdi yarım kilo olarak aldığımız ürünleri böyle giderse tane hesabı almamız uzak değildir! Yurtdışında kınadığınız bu duruma düşmemiz ne hazin sondur.

    Esenlik dileklerimle,
    Erol Aydın

    Devamını Oku

    BU İŞLEM GERÇEKLEŞEMEZ

    BU İŞLEM GERÇEKLEŞEMEZ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Dijital çağda komünikasyon konusunda ülke olarak çok iyi bir yerde olduğumuz söylenebilir. Teknolojik altyapı, insan kaynağı ve kullanılan cihazlar çağın ilerisinde olsa da üretilen hizmet konusunda aynı şeyleri söylemek mümkün değildir.
    İnternet konusunda yaşadığım problemi ifade ettiğimde sizler de hak vereceksiniz diye düşünüyorum. Evde kullandığımız interneti bir süreliğine kayınvalideye naklettirmiş idik. Bu işlemi müşteri hizmetleri ile çok kolay halletmiş ve anında işlem gerçekleşmiş idi. Aradan geçen iki senenin sonunda interneti tekrar kendi evimize nakletmek istediğimizde bu işin çokta kolay olmadığını gördük. Müşteri hizmetleri, operatörler, işletme müdürlüğü arasında mekik dokuyarak tam on günün sonunda nakil işlemini gerçekleştirmiş olduk.
    En büyük sıkıntıyı müşteri hizmetleri operatörleri ile yaşadık. Öncelikle meseleye vakıf olamadıkları için sürekli bizi başka birilerine aktarmak suretiyle işlemi bir türlü sonlandıramadılar. Hatta, “Bu işlem gerçekleşmez!” diyerek bizi onulmaz mecralara sürüklediler. İddiaları tek başına internet nakli söz konusu olmayıp, telefonu da nakletmemiz gerektiği şeklindeydi. Oysaki her iki tarafta da sabit telefon olduğu için bunun mantığı olmadığını bir türlü izah edemedik. Hatta operatörlerden birisi meseleyi yanlış anladığı için mevcut olan interneti tekrar aynı adrese bağlamak için adrese eleman göndermesi sonrası bu işin bu şekilde çözülemeyeceğine kâni olduk.
    Dolayısıyla işletme müdürlüğüne bizzat giderek meselenin halli yolunda önemli gelişmeler elde etmiş olduk.
    Ülkemizin iletişim konusunda en kurumsal şirketinde işletme müdürlüğü ve saha elemanları ne kadar yetkin ve kalifiye ise müşteri hizmetleri operatörlerinin de o kadar yetersiz olduklarını yaşayarak öğrenmiş olduk. Bunun nedenleri arasında ise çalışma şartlarının zor ve ücretlerin de düşük olması dolayısıyla elemanlar arasında çok fazla sirkülasyon olduğunu yetkililerden öğrenmiş olduk.
    GSM operatörleri reklamlarda çağın ötesinde hizmet verdiklerini ifade etseler de bir sinyal gönderme şeklinde basit bir hizmeti gerçekleştirmekten aciz olduklarını da yaşayarak öğrenmiş olduk. Kendi aralarında kartel oluşturarak rekabeti ortadan kaldıran iletişim şirketleri % 300 gibi fahiş zamlarla aynı zamanda dünyanın en yavaş ve en pahalı hizmetini vermekte beis görmüyor olmaları da ayrı bir garabet olarak ortada durmaktadır.
    Sonuç olarak; en basit işlemi bile, “Bu işlem gerçekleşemez!” diyerek topu taca atarak kurumsal bir firmaya verilecek zararın telafisi mümkün olmayacaktır. İtibar ve prestijiniz reklamlarla değil kalifiye işgücü ile oluşturacağınız entelektüel sermaye ile ayakta kalacaktır. Gerisi lâf- güzaf olmaktadır.
    Esenlik dileklerimle.
    Erol Aydın

    Devamını Oku

    MUTSUZ AİLELERİN MUTSUZLUĞU

    MUTSUZ AİLELERİN MUTSUZLUĞU
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Aslında mutlu olmak için çok fazla şeye ihtiyaç duyulmazken, mutsuz olmak için o kadar çok neden var ki saymakla bitmez. Ekonomi, sosyal çevre, gelenek, töre ve düşünce dünyası mutsuzluk için etken olmaktadır.
    Sosyal hayatın en küçük birimi olan aile kurulurken, teorik olarak her şey optimum düzeydedir. Fakat zaman içerisinde eşlerin duygu ve düşüncelerinde ortaya çıkan farklılıklar, çatışmaları da beraberinde getirmektedir. Bütün bunlara ailelerin de karışarak tuz biber ekmeleri işleri daha da sarpa sarmaktadır. Çoğu zaman, “Çocuk olursa işler belki yoluna girer.” diye düşünülerek yapılan eylemler, işlerin Arap saçına dönmesine sebep olmaktadır.
    Bir kere çatışma başlayıp enaniyet de işin içine girdiğinde, bu sarmaldan çıkmak mümkün değildir. Bu sarmalın bir kara delik gibi sizi içine çekerek bilinmeze doğru yolculuğa çıktığınızda, nereye savrulacağınızı kestirmeniz de mümkün değildir. İki yetişkin olarak siz eşler birbirinizi törpülerken, olan çocuklara olacaktır.
    Mutsuz, huzursuz, stresli ve sürekli çatışmanın olduğu bir ailede çocuk tam bir araf durumunda kalarak kimyası bozulacaktır. Evde mutsuz olan çocuğun; sokakta, okulda, işte veya sosyal ortamda uyumlu ve geçimli olması söz konusu değildir. Psikolojik sorunlar yaşayan çocuk, toplum içinde de problem olmaya devam edecektir.
    Bütün bu olumsuzlukların kaynağını ortadan kaldırmak içinse, ta en başından denkliklerin olduğu bir evlilik gerçekleştirmek gerekmektedir. Mal, mülk, asalet, kariyer, dış görünüş, sosyal statü, gelenek, töre ve inanç konularında asgari müştereği yakalamak önemlidir. Bütün bunların yanında, ailelerin artık birer yetişkin olan eşleri kendi hallerine bırakması da elzemdir.
    Mutsuz olmak, bizim için kapkaranlık bir dünya demektir. Ne yaşadığınızı anlarsınız, ne yediğinizden ne içtiğinizden keyif alırsınız ne de artık yaşamanın bir anlamı vardır. Dolayısıyla serseri bir mayın gibi ortalıkta dolaşırken, ağzınızı bıçak açmadığı için de kimseyle konuşmak içinizden gelmez. Bu durumda, başkasının size yardımcı olması da olası değildir. İletişim, diyalog ve etkileşim olmayınca da durum her geçen gün daha kötüye gitmektedir.
    Sonuç olarak, şu fani dünyada bir insanın başına gelebilecek en kötü durum mutsuzluktur. Ve çoğu zaman da bunun kaynağı insan olmaktadır. Kendimizi değiştirmeden, empati yapmadan ve olaylara farklı açılardan bakmadan durumun düzelmesini beklemek ise saflık olacaktır. Yapılması gereken, öncelikle meselenin kök nedenini tespit etmek, daha sonra da elini taşın altına koymaktır. Bu başlangıç için yeterli olacaktır. Mutsuz ailelerin mutsuzluğu kader olmadığı için, değiştirmek adına iyi niyet ve farklı bakış açısı en azından başlangıç için yeterli olacaktır.
    Esenlik dileklerimle,
    Erol Aydın

    Devamını Oku

    Hiçbir İzmirli…

    Hiçbir İzmirli…
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada bir kullanıcı, “Hiçbir İzmirli saat kulesinin önünde fotoğraf çektirmez!” şeklinde bir görüş dile getirmişti. Basit bir ifade gibi görünse de, bu genel yargıyı sosyolojik açıdan değerlendirmek istiyorum.

    Türkiye’nin üçüncü büyük kenti olmasına rağmen İzmir, genellikle muhalif duruşuyla gündeme gelmektedir. Aykırılık, özgürlük, tolerans, dik duruş, farklılık ve özgünlük kavramlarıyla özdeşleşen şehir, bu özellikleriyle adeta kendi içine kapanmış durumdadır. Ancak bu durum, kimseyi rahatsız etmediği gibi, kent sakinleri için bir gurur kaynağına dönüşmüştür. İzmir’in kendine özgü kimliği, zamanla bir züğürt tesellisine dönüşerek övünç kaynağı haline gelmiştir.

    Dünyada birçok deniz kıyısına sahip şehir varken, iç denizi ve körfezi olan şehirler bir hayli azdır. Bu eşsiz coğrafi özellik, beraberinde büyük avantajlar sunduğu gibi, dezavantajlar da getirmektedir. Eğer körfezi kanalizasyon ve fabrika atıklarından koruyamazsanız, yeterli arıtma sağlamazsanız, hızla kirlilikle karşı karşıya kalırsınız. İzmir Körfezi de bu kaderi yaşamaktadır. Körfezin büyük kısmında denize en son 70 yıl önce girilmiş, daha açık alanlarda ise bu süre 50 yılı bulmuştur. Oysaki dünyadaki benzer şehirlerde evden çıktıktan kısa süre sonra denize girme lüksüne sahipsinizdir; bu, birçok şehirde inanılmaz bir ayrıcalık olarak kabul edilir.

    İzmir Körfezi’nin oksijen seviyesi neredeyse sıfırlanmış durumda, amonyak değeri ise olması gerekenin tam 50 katı. Balık ölümleri, körfezdeki kötü koku ve renk değişimi artık kent sakinleri tarafından kanıksanmış bir gerçek haline gelmiştir. Ancak İzmirliler, bu durumdan şikayetçi olsalar bile, mevcut yerel yönetimi 30 yıldır seçmeye devam etmektedirler. Yerel yönetim ise bayramlar ve özel günlerde 350 metrelik Türk bayrağı ve Atatürk posteri açarak kamuoyunun tepkisini yatıştırmayı sürdürmektedir.

    İzmirli seçmen, adeta hipnoz edilerek Atatürk, cumhuriyet, laiklik ve kurucu değerler üzerinden politik bir dil ile, hiçbir somut soruna çözüm üretilmeden yönetilmektedir. Kendisini aydın, entelektüel ve bilinçli olarak tanımlayan İzmirli, muhalif tutumu ile inatlaşmakta, kent her alanda geriye giderken bile “küçük olsun, bizim olsun” anlayışıyla bu durumu kabullenmektedir.

    İzmirlilerin övündüğü soyut kavramlar, hem kendilerine hem de kente zarar vermektedir. Ancak bu sarmaldan çıkmaları, en azından kısa vadede pek mümkün görünmüyor. Bu durumu ister “akıl tutulması” deyin, ister “aymazlık”, sonuç değişmiyor. İzmir, büyük bir köy olma yolunda freni boşalmış bir kamyon gibi uçuruma doğru hızla ilerlerken, başta siyasiler olmak üzere herkes bu durumu izlemekle yetiniyor.

    Sonuç olarak, saat kulesi önünde fotoğraf çektirmeyi “banal” bulan üstenci tutum ve jakoben anlayış, İzmir’in sosyolojik durumunu çok net özetliyor. Aslında kaybeden sadece İzmir değil, Türkiye de kaybetmektedir.

    Esenlik dileklerimle,
    Erol Aydın

    Devamını Oku

    OKULLAR OLMASAYDI…

    OKULLAR OLMASAYDI…
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Eski Maarif Vekiline mal edilen, “Şu mektepler olmasaydı maarifi ne güzel idare ederdim!” sözü, espriyle birlikte bu işin aslında çok da kolay olmadığına işaret etmektedir.
    Cumhuriyetin ilk yıllarında sadece 350 bin öğrenci mevcutken, günümüzde bu sayı 20 milyon civarındadır. Bu rakamın ne kadar büyük olduğunu anlamak için Yunanistan’a bir de Bulgaristan’ı ekleyin; ancak bu sayıya ulaşırsınız.
    Bu kadar öğrenciyi idare etmek, her türlü sorununu halletmek, okul ve öğretmen ihtiyacını gidermek bir ülkeyi yönetmek kadar zordur. Bütün bunları eğitimde yaşanan sıkıntılara mazeret olsun diye değil, sadece tespit için sıralıyorum. İnsanlar bir çırpıda ardı ardına birçok eleştiriyi sıralarken camianın büyüklüğünü es geçiyor olmalarını kabul etmek mümkün değildir.
    Eğitim, öğretim, talim, terbiye ve müfredat birbirine komşu kelimeler olmakla birlikte farklı anlamları olan kavramlardır. Okullar, bütün bu kavramları yerine getirmek durumunda olmakla birlikte tam olarak başarılı olduklarını iddia etmek de yine söz konusu değildir.
    Sadece bilgi yüklemek yeterli değildir. Çocukların davranışlarını iyi ve güzel yönde değiştirmek gerekmektedir. Kişisel gelişimlerinin yanı sıra ruhsal gelişimlerini de aynı paralelde sağlamlaştırmak kaçınılmazdır. Yeteneklerine göre el becerisi ile birlikte örf, adet ve geleneklerine bağlı olmaları da göz ardı edilmemelidir. İnançlı, ahlâklı, vatanperver, kutsal ve değerlerine sahip çıkan nesiller yetiştirmek de yine sağlıklı toplumlar için kaçınılmazdır. Bütün bunlar, aile ile birlikte okullar ve öğretmenlerin görevleri arasındadır.
    Öğretmenlik, çok kutsal bir meslek olduğu için idealist insanların yapması gereken bir görev olmalıdır. “Üniversite sınavında puanı hiçbir yeri tutmuyorsa, o zaman bari öğretmen olsun” zihniyeti, eğitimin dibine kibrit suyu dökmüştür. Bütün dünyada en yüksek puan eğitim fakülteleri için gerekli iken bizde durum tam tersidir. Öğretmenlik mesleğine gerekli itibar ve prestij kazandırmadan eğitimin sorunlarını çözmek mümkün değildir.
    Diğer en önemli konu ise müfredat ile ilgilidir. En büyük hata, müfredatın çok sık değişiyor olmasıdır. Dolayısıyla Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. Bütün dünyadaki başarılı eğitim modelleri incelenerek, bunun kendi bünyemize uyacak şekilde düzenlenmesi ve istikrarlı bir devlet politikası olarak devam ettirilmesi, meselenin halli yolunda önemli katkı sağlamış olacaktır.
    Dijital çağda eğitim-öğretim işi ve öğretmen olmak, ateşten gömlek giymektir. Öğrencilerin öğrenmeye karşı ilgisiz ve isteksiz olmaları çok büyük bir problemdir. Bunu aşmak için bilgi çağının cazip olan uygulamalarını ders ile harmanlayan bir model geliştirmek zorundayız. Başka türlü internet bağımlısı bu nesli zapt etmek olası değildir. Ayrıca cep telefonları için yasaklama olmasa da bir düzenleme ile sınırlama getirmek gerekmektedir.
    Sonuç olarak, günümüzde fiziki altyapı, ders kitapları, öğretmen maaşları ve teknolojik imkanlar konusunda çok fazla problem mevcut değildir. Sadece farklı bir bakış açısıyla çağa uygun eğitim-öğretim modeline ihtiyaç vardır. Bunu sağlayacak insan kaynağı ve teknik altyapı olduğuna göre, günümüzde okulları idare etmek zor olmasa gerek!
    Esenlik dileklerimle,

    Erol Aydın

    Devamını Oku

    MUTLU AİLELERİN MUTLULUĞU

    MUTLU AİLELERİN MUTLULUĞU
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Eskinin geniş aileleri günümüzde artık mevcut olmadığı için çekirdek ailede mutluluğu yakalamak zorundayız. Bu durum eskisine göre çok kolay olmasa da başarmak durumundayız.

    Günümüz çekirdek ailesini tehdit eden en büyük tehlike bireyselleşme olmaktadır. Zaman, çevre, çağ, küreselleşme ve dijitalleşme bu duruma adeta tüy dikmektedir. Peki, böyle bir ortamda bozulmadan kalmanın imkânı var mıdır? Bunun çok kolay olmadığı aşikâr olmakla birlikte aile içi anayasa ile bir çerçeve çizmek işinizi bir nebze kolaylaştırabilir.

    Mutlu ailelerde en azından roller belli olduğu için karşılıklı saygı hâkimdir. Bu şekilde; ilişkiler, diyaloglar ve görevler çerçevesinde özel ve mahrem alanlar belli olduğundan çatışmanın olması da olası değildir. Özveri, fedakârlık, diğergamlık, elini taşın altına koyma ve alicenaplık ile meseleler suhuletle halledildiği için yine bir çatışma ortamı söz konusu değildir.

    Ailede, genetik ve fıtrat olarak birçok özellik ortak olsa da farklılıkların olması kaçınılmazdır. Netice olarak her bir bireyin farklı olduğunu kabul etmek, huzur ortamı için olmazsa olmazdır. Herkes iyi niyet çerçevesinde birbirini tamamlarsa, hayatı kolaylaştıran bir ortam oluşmuş olacaktır.

    Çocukların ilgi ve yetenekleri tespit edilerek, kişiliklerine uygun eğitim almaları ve kişilik kazanmaları sağlanmalıdır. Kendi istek, talep ve beklentilerimiz doğrultusunda yönlendirme ters tepeceği için ömür boyu mutsuzluk kaynağı ve travma oluşacaktır; dolayısıyla bu duruma azami dikkat etmek elzemdir.

    Evi yuva yapmak ve sıcak bir aile ortamı oluşturmak ortak tutumla oluşacaktır. Karşılıklı sevgi, saygı ve empati ile ilişkiler daha sağlam temeller üzerine oturmuş olacaktır. Açıklık, şeffaflık ve netlik, önyargıları ortadan kaldıracağı için karşılıklı dayanışmayı daha muhkem hale getirecektir. Aile, aynı zamanda iç kale olduğu için, sur ve burçlarını sinerji ile tahkim ettiğimizde dış etkenlere karşı daha aşılmaz olacaktır. Aileyi tehdit eden dış etkenlerden ancak bu şekilde korunmak mümkün olacaktır. Toplum ve geleceğimizi inşa etmek adına son kale aile olduğuna göre onu göz bebeğimiz gibi korumak kaçınılmazdır.

    Sonuç olarak, mutluluğu yakalamak ve onu sürdürülebilir kılmak zorlu bir yürüyüştür. Aile bağlarının kuvvetli olması ve dayanışma ile bunu kalıcı hale getirmek mümkündür. Mutlu ailelerin mutluluğu aslında birçok konuda ortak hedefte buluşmaktan ibarettir; bunun yanında değerler ve kutsalları referans almak ve aynı yöne bakmak. Hepsi bu kadar. Bunu başarmak çok mu zor?

    Esenlik dileklerimle,

    Erol Aydın

    Devamını Oku

    ÜSTÜNE ALDIN ALDIN, ALMADIN…

    ÜSTÜNE ALDIN ALDIN, ALMADIN…
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Çok eskiden, bekâr ve bir dikili ağacım bile yokken, “Malın varsa, derdin var!” dediklerinde anlamaz, hatta “Nasıl yani?” diyerek şaşkınlığımı gizleyemezdim. Yıllar sonra çalışarak veya miras yoluyla mal sahibi olunca, ne demek istendiğini şimdi daha iyi anlıyorum.
    Kiralık evimizi bir çift talebeye verdiğimizde, bir gün elektrikleri kesilmiş. Gerekçe olarak ise “Usulsüz elektrik kullanmak!” gibi bir kabahatimiz varmış. Yani, elektrik aboneliği, ilgili yönetmelik gereği tapu sahibi veya kiracının üzerine olması gerekiyormuş. Aksi takdirde, hem ev sahibi hem de kiracı 6500 TL cezaya maruz kalıyor.
    Türkiye’de yaklaşık 50 milyon elektrik abonesi var ve bunların çoğu başkasının üzerine kayıtlıdır. İnsanlar faturalarını düzenli olarak ödedikten sonra, bu takıntı ne için diye sorarsanız, ortada büyük bir rantın olduğunu görürsünüz. Üstelik Güneydoğu’da %50’nin üzerinde kaçak kullanılan elektrik varken, kör misali bunların tuttuklarını öpmesi de ayrı bir hicran yarası olmaktadır.
    Elektrik idaresinden, su idaresine, oradan belediyeye ve sigorta şirketlerine varıncaya kadar herkes bir şekilde bu durumdan nemalanıyor; olan vatandaşa oluyor ve bu yüzden kimsenin umurunda olmuyor. Vatandaş; devlet, yerel yönetimler ve bürokratik işlemler karşısında tek başına savunmasız olduğu için de her bir prosedürü yerine getirmek zorunda, aksi takdirde mağdur oluyor.
    Tekrar hikâyemize dönersek, kiracı elektrik aboneliğini üzerine alacak fakat o iş o kadar kolay değil! Kiracının o evde oturduğunu ispatlaması için, mesela suyu da üzerine alması gerekiyor. Sular idaresine gidiyoruz; bu işlem için DASK (deprem sigortası) yaptırmanız gerekiyor. Sigorta, en ucuzu 1690 TL, mecburen yaptırıyoruz. Tekrar sular idaresine gidiyoruz, bir sürü sözleşme, kira kontratı; hepsinden önemlisi 1164 TL abonelik ücreti ile nihayet suyu kiracı üzerine alıyor.
    Elektrik idaresine gidiyoruz, öncelikle belediyeden numarataj almanız gerekiyor diyerek bizi başka bir maceraya doğru sevk ediyorlar. Numarataj dediği adres tespiti ve ilgili dairenin size ait olduğunun teyidi olmaktadır. İmar Müdürlüğü’ne dilekçe ile başvuru yapıyorsunuz, evrak olarak evin tapusunu istiyorlar. Tam tapuyu temin edip getiriyorsunuz; olmaz diyorlar bu tapu sizin üzerinize değil! Hoppala, ev miras yoluyla intikal ettiği için, tekrar noterden alınan miras belgesi ile başvurduğunuzda birçok ahiret sorusundan sonra size veznenin yolunu tarif ediyorlar. Allah’tan belediye biraz insaflı da 100 TL ile yırtmış oluyoruz.
    Tekrar elektrik idaresinin merkezine gidiyoruz, ilgili belgelerin kontrolü ve yazılan e-mail ile bizi yerel elektrik idaresine postalıyorlar. Orada birçok işlem ve kontrolden sonra, en hassas konu olan yaklaşık 680 TL ücret karşılığında yeni aboneliğimiz ile elektriğimiz açılıyor ama biz 5 kişi gün boyu elektrikli bir günün ardından derin bir nefes alırken, “Bu kadar da olmaz ki!” demekten kendimizi alamıyoruz.
    Tüm bu süreçlerde, Çakır gibi yanımızda duran ve bizi yönlendiren emlakçı dostumuz Ahmet Bey’e teşekkürlerimizi sunuyoruz. “Satışla bitmeyen dostluğun” çok güzel bir numunesi olarak, herkese her zaman yardımcı olan birisiyle dost olduğumuz için de kendimizi şanslı sayıyoruz.
    Sonuç olarak; bazı kurumlar ölümü gösterip sıtmaya razı ederken, “üstüne aldın aldın, almadın ümüğünü sıkarak sana yaşama hakkı tanımayız” diyorlar. Eee, burası Türkiye, siz siz olun her işinizi zamanında ve prosedüre uygun yapın, yoksa stresli ve elektrikli günler sizi bekliyor olacaktır, benden uyarması!
    Esenlik dileklerimle,
    Erol Aydın

    Devamını Oku

    SÖZÜN ŞEHVETİ

    SÖZÜN ŞEHVETİ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Dilin kemiği veya dilde kemik yoktur deyimleri, söz konusunda önemli bir uyarı ve ikaza işaret etmektedir. Yani düşündüğün her şeyi ifade ederek, söyleyerek kendini heder etme; sonra pişman olacağın bir duruma düşebilirsin. Bunun yanı sıra, boğazın dokuz boğum olduğu ve dolayısıyla sözün ağızdan çıkmadan önce iyice düşünülerek ifade edilmesi tavsiye edilmektedir. Söz ağzından çıkmadan önce sizin esiriniz, çıktıktan sonra da siz onun esirisiniz uyarısı boşuna değildir.

    Politikacı ve siyasetçilerin en büyük sermayeleri sözleri olduğu için çoğu zaman sözün büyüsü ve şehvetine kapılmaları olasıdır. Maksadını aşan ifadeler, esip gürlemeler, mangalda kül bırakmayan tutumlar, hakaret, küfür, aşağılama ve laf sokmalar hep bunun sonucundadır.

    Bu milletin vekil olarak meclise gönderdiği biri, kürsüye çıktığında üslubuna dikkat etmek zorundadır. Devleti terörist olarak ilan ettiğinde bunu; demokrasi, kürsü dokunulmazlığı, düşünce ve ifade özgürlüğü çerçevesinde değerlendirmek kabul edilebilir değildir. O zaman bir yiğit çıkar, size Osmanlı tokadını vurmak için elini havaya kaldırdığında, daha vurmadan kendinizi şık olmayan bir şekilde yere kapaklanmış olarak bulabilirsiniz! Hem bu devletten en yüksek derece maaş alacaksınız, hem her türlü imkândan sonuna kadar istifade edeceksiniz, hem de “Katil Devlet!” diyerek ekmek yediğiniz kaba nankörlük edeceksiniz; yok böyle bir dünya!

    Diğer tarafta, sokak röportajında eleştiri sınırlarını aşarak halkı kin ve düşmanlığa sevk edecekseniz, yasal süreç işletilince de yaygara koparacaksanız! Hem bu toplumun yarısını “geri zekalı!” diye aşağılayacaksınız, hem de tutuklandığınızda tek adam rejimi diyerek olayı çarpıtacaksınız! Bu röportajı verirken gemi azıya alarak söylediklerinin suç olduğunu bilerek kesilmemesi konusundaki uyarısı da yine ibretliktir. Çünkü biliyor ki, bu muhalif ve ideolojik tutumu dolayısıyla bazı çevreler kendisine arka çıkarak siyasi rant elde etmiş olacaktır. Bunun sonucunda da reklamın iyisi kötüsü olmaz babından mütevellit, kendisi de bu pastadan pay alacaktır. Olayı, “Sokak röportajına tutuklama!” diye lanse edenler ise meseleyi bağlamından koparmak suretiyle algı oluşturmuş olmaktadırlar. Kimse de çıkıp sormuyor ki içerik nedir, ne değildir? Dolayısıyla bu olay sonuçları itibariyle kime yarıyorsa ona bakmak gerekiyor; gerisi fasarya olmaktadır.

    Sonuç olarak; nerede ne konuştuğumuzu bilmemiz gerekiyor. Bülbülün çektiği dili belası yüzündendir. Nutuk atmak, halkı galeyana getirmek ve sözün şehvetine kapılarak o anı kendi açınızdan anlamlı kılabilirsiniz, fakat sonrasında maksadını aşan ifadeler yakanıza öyle bir yapışır ki, bir ömür boyu bunun sıkıntısını yaşarsınız. İtibar ve prestijinizi on paralık edecek beş paralık getiri için sözün şehveti tuzağına düşmeyin; düştüğünüz yerden kaldıran olmayacaktır.

    Esenlik dileklerimle,

    Erol Aydın

    Devamını Oku

    EĞER BU ÜLKE BATACAKSA…

    EĞER BU ÜLKE BATACAKSA…
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bu toplumun her devirde zorluk ve sıkıntıları olmuştur. Fakat gerek inanç ve gerekse töresinden aldığı güçle her türlü zorluğun üstesinden gelmiştir. Kurtuluş Savaşı, bunun çok özel bir numunesi olarak her daim model ve motivasyon kaynağımız olmuştur. Yokluk, yoksulluk ve çaresizlik bile umudumuzu yok etmemiş, azim bunun yanında kararlılıkla başarıya ulaşılmıştır.

    Küreselleşme ve dijital çağ ile birlikte bütün değerler onarılmaz ve geri dönülmez şekilde aşınarak yok olmuştur. Anı yaşama, haz ve eğlence en büyük trend olarak baş tacı olmuştur. Sosyal medya sayesinde herkes her anını belgelemenin peşinde koşmaktan helâk olmuştur. Instagram’ın bir süre kapalı kalması insanları derin bir travmaya sevk etmiştir. Bu konudaki haklı gerekçelerimiz kimsenin umurunda olmamış, haksız ve orantısız bir şekilde oklar iktidara yönelmiştir.

    Ekonomik zorluklar her kesimi zor durumda bırakırken, bunu fırsata çeviren kesimler de açgözlülükleri ile şeytana bile pabucunu ters giydirecek hale gelmişlerdir. Eskiden küçük esnaf ve üretici olan köylülerin birer masumiyet ve bakirlikleri mevcut iken, günümüzde o hallerinden eser yok. Ekonominin acımasız can yakıcılığını kendilerine siper yaparak, kendilerince haklı nedenlerden dolayı onlar da kötülükte sınır tanımıyorlar. Kötülük bu şekilde dalga dalga yayılırken, uzun vadede herkesin kaybettiği bir durumun kimse maalesef farkında değildir.

    Vatandaş, her gün sosyal medyada özellikle yol üstü yeme/içme mekanlarında yaşadıkları olumsuz tecrübeleri paylaşıyor. Ortaya çıkan tabloyu; ekonomik kriz, pahalılık, enflasyon, döviz, girdi, maliyet, işçilik ve akaryakıtla izah etmek mümkün değildir. Bu durum; ahlaksızlık, yozlaşma, kişiliksizlik, karaktersizlik, şuursuzluk, açgözlülük ve de hepsinden önemlisi insanlığın ölmesi olarak sözün bittiği yerdir. Özellikle gurbetçi vatandaşın bu konudaki şikayetleri arşı alaya ulaşmış durumda. Plakayı yabancı gören işletmeler, hesap pusulasını kabartmakta etik olarak bir beis görmüyorlar. Böyle bir çifte standardı gavur ellerinde bile görmedikleri için bu nasıl Müslümanlık diye sistemi ve insanı haklı olarak sorgulamaktadırlar. Bu duruma düşmüş olmamız ne büyük kayıptır.

    Aynı esnaf ve köylü, şikayette sınır tanımayarak hep başkalarını suçlamaktadır. Bu şekilde kısır döngüden çıkması mümkün olmadığı için de durumda bir düzelme olması olası değildir.

    Sonuç olarak; eğer bu ülke batacaksa ekonomik kriz yüzünden değil, ahlâksızlık yüzünden batacaktır. Ortaya çıkan yozlaşma ve sosyal çürümüşlük ile hepimiz topyekûn olarak kaybetmiş olacağız. Bunun farkına varmadığımız sürece eskilerin ifadesi ile, “yerli yerince gavur olmamız” içten değildir.

    Esenlik dileklerimle,

    Erol Aydın

    Devamını Oku

    Zarûrât-ı Hamse

    Zarûrât-ı Hamse
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Başlıktaki ifade İslam hukukuna ait bir kavramdır. Açılımı ise; aklın, dinin, neslin, canın ve malın korunmasını esas almaktadır. Unutulan ve tekrar gündeme getirmek adına hatırlatmak babında konuyu gündeme getirmek elzem olmuştur.

    İslam, kolaylık dini olarak insanların yaşamlarını kolaylaştırmak için belli kural ve kaideler koymuştur. Bunlara uyulması herkes için daha yaşanılır bir ortam, uyulmaması durumunda ise kaos ve kargaşanın hakim olacağı çok açıktır. Bu çerçevede baktığımızda, İslam ve ortaya koyduğu hukuk kuralları insanı merkeze koymuştur. Yaratılmışların en şereflisi olan insan, bu anlamda da onurlandırılarak şereflendirilmiştir.

    “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!” ilke ve prensibi de insana, eşref-i mahlûkat olarak verilen değerin bir göstergesi olmaktadır. İnsanın odak noktası olduğu bu medeniyeti başka bir din ve ideolojide bulmanız mümkün değildir. İnsanı bu kadar yücelten dinimiz, onu belli bir çerçevede korumaya da almıştır.

    Bu kapsamda akla büyük önem vererek onun korunmasını önemsemiştir; çünkü akıl olmadan dini anlamak ve onun kurallarını yerine getirmek de olası değildir. Daha sonra, dinin korunmasını Yüce Yaradan’a olan kulluk borcu ve bir düzen içerisinde yaşamak adına önemsemiştir. Aidiyet olarak da bir yerlere bağlanmak sosyolojik olarak yine kaçınılmazdır.

    Neslin korunması, aile hayatı ve nesebin karışmaması adına önem arz ettiği için listeye dahil edilmiştir. Evlenmek, çoluk çocuğa karışmak ve torun sahibi olarak ilahi fıtratı bozmamak adına yine oldukça önemli bir husus olarak dikkate alınmıştır.

    Canın korunması, insanlığın devamı ve güvenliği açısından elzemdir. Can güvenliği olmayan bir ortamda dinden bahsetmek mümkün olmayacağı için bunun es geçilmesi de yine olası değildir. Son olarak, malın korunması da zaruret kapsamında değerlendirilmiştir. Mal edinmek, emek ve alın terinin bir sonucu olduğu için kutsal ve dokunulmazdır.

    İslam dinini sadece namaz, oruç, zekat ve hac olarak düşünmek yüzeysellik ve onu yeterince anlamamak olacağı için bugün yaşadığımız sıkıntıların da ana sebebi olmaktadır. İslam’ı bir bütün olarak anlamadan ve hayatın her alanına yaymadan huzura ermemiz mümkün değildir.

    Sonuç olarak, İslam hukuku “Zarûrât-ı Hamse” olarak insana hak ettiği değeri bahşetmiştir. Bu çerçevede ortaya koyduğu ilkeler, bugün modern dünyanın yeni keşfettiği ve norm haline getirdiği hususların 1400 sene öncesine bize ait olması ne büyük bir bahtiyarlıktır. En azından bunun farkına vardığımızda kritik eşiği aşmış olacağız. Bu da ilerleme ve tekâmül olarak ilk düğmeyi doğru ilikleme adına az şey değildir!

    Esenlik dileklerimle,
    Erol Aydın

    Devamını Oku

    KARSANTILI AYŞE

    KARSANTILI AYŞE
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Karsantı, Adana’nın bir köyü. Ayşe de o köyün en güzel kızı. Cumhuriyetin ilk yıllarında bir idam olayının kahramanı olan Ayşe, yıllar sonra roman olarak karşımıza çıkıyor.

    Adanalı araştırmacı-yazar Sedat Memili, elindeki arşivlerden yararlanarak gerçek ve yaşanmış bir olayı kurgu bir romanla okuyucuların beğenisine sunuyor. Adana Büyükşehir Belediyesi’nin hemen yanı başında bulunan parkta; Yaşar Kemal, Orhan Kemal ve Abidin Dino’nun bronzdan heykelleri mevcuttur. Bir masa etrafında sohbet ederken karşılarında da bir sandalye boş bulunmaktadır. İşte o boş sandalyenin en büyük adayı Sedat Memili’dir. Adana kent kültürü ve belleğine katkı olarak sayısız eserle bunu sonuna kadar hak etmiştir. Dileğim, kendisi hayattayken boş olan bu sandalyeye oturtulmasıdır!

    Bu düzeyde usta bir kalemin elinden çıkan son romanı; hikâye, içerik, anlatım, diyalog, kurgu, betimleme, akış, sürpriz ve bilinmezliklerle dolu sürükleyici üslubuyla elinizden bırakmayacağınız bir serüvene sürüklemektedir.

    Bütün bunları nereden mi biliyorum? Bu kitapla ilgili yıllar öncesinde editör olarak çalışmıştım. Dizi ve film teklifleri dolayısıyla basımı bugüne kadar sürüncemede kalmıştı. Yaşanan ekonomik zorluklar sebebiyle bu projeler gerçekleşmeyince de nasip ve kısmet çerçevesinde bugünlere kadar gelinmiştir.

    Ayşe, yapmış olduğu evlilik sonrasında bir ağanın evinde hizmetçi olarak çalışırken kendisini bir anda ağanın imam nikahlı ikinci eşi olarak bulur. Yaşanan süreçte ağanın karısı ve oğlu zehirlenme sonucunda hayatını kaybedince Ayşe cinayet zanlısı olarak tutuklanır ve idamla yargılanır. Cezaevi ve mahkeme süreçlerinde kendisinin masum olduğunu düşünerek doğru düzgün savunma bile yapmaz. Ayrıca yeni kurulan cumhuriyetin bir kadını idam etmeyeceğini düşünür. Hem cinayet hem de zina ile yargılanacak ve yerel mahkemenin kararını üst mahkeme üç kez bozduğu halde, halkın gözü önünde meydanda idam edilecektir. Daha sonra suçsuzluğu ortaya çıkınca da bu olayı kamu vicdanı kabul etmeyerek büyük tartışmalar yaşanmıştır.

    Bütün bu olaylar ve süreç çok başarılı bir şekilde ifade edildiği için romanın dünya klasikleri düzeyinde bir seviye yakaladığını söylersem abartı olmayacağına, romanı okuyan herkes hak verecektir.

    Sonuç olarak, Karsantılı Ayşe romanı Türk edebiyat tarihinde önemli bir kilometre taşı olarak gelecekte bir kırılma ve dönüm noktası olarak anılacaktır. Okuyan herkesin %100 memnun kalacağı bu eser için Sedat Memili, ulusal düzeyin ötesinde uluslararası arenada da bir yıldız gibi parlayarak inşallah bir Türk markası olacaktır. Bu projenin bir parçası olmak, benim için iftihar vesilesi olarak yeterli olacaktır; daha ne olsun?

    Esenlik dileklerimle,
    Erol Aydın

    Devamını Oku

    SEN, KENDİNE İYİ BAK!

    SEN, KENDİNE İYİ BAK!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Genellikle veda cümlesi olarak, “Kendine iyi bak!” şeklinde bir ifade kullanılmaktadır. Çoğu zaman dilimize pelesenk olmuş ve ezbere söylenmiş bir söz olarak boşlukta kalmaktadır. Boşlukta kalması ise derinliğini düşünmeden taklitçi bir tutum olmasındandır.

    Bir kere, insanoğlu kainatın öznesi olarak kendisinin bir emanet olduğunu düşünerek kendisine iyi bakmak zorundadır. Mümin olmanın önemli şartlarından birisinin de, “Emanete hıyanet etmemek!” olduğu göz önüne alındığında bu konuda hassas olunması kaçınılmazdır. Bunun ötesinde, kendisine iyi bakmadığı zaman maddi ve manevi olarak sarsılacağı için bu, hayati öneme haizdir. Hem bedenen hem de ruhen sağlıklı insanların hem ailesi, hem çevresi hem de toplum için önemli bir değer olduğu göz ardı edilmemelidir.

    Sosyolojik olarak toplumu ayakta tutan bireyler olduğuna göre, sağlıklı bireylerden sağlıklı toplum oluşacaktır. Kendine iyi bakmanın en temel şartı ise kendini sevmekten geçmektedir. Kendini sevmeyen, sürekli mükemmeli bulma peşinde olanların mutlu ve huzurlu olma şansları çok fazla değildir. İnsan, kendisinin en mükemmel şekilde yaratıldığını düşünerek hareket etmesi, kendisi için manevi güç ve en büyük motivasyon kaynağı olacaktır. Ancak bu şekilde potansiyel ve kapasitesinin farkında olarak farkındalık ortaya koymuş olursunuz. Kendini seven, aynı zamanda kendisine de saygı duyacağı için başkalarının gözünde de saygın birisi olacaktır. Aksi takdirde sürekli kendi eksik ve noksanlarını dile getirerek oluşturduğu negatif enerjiyi evrene de göndereceği için bu kısır döngüden çıkması da söz konusu değildir.

    Bir insanın kendi iradesi ile üstesinden gelemeyeceği hiçbir problem mevcut değildir. Azim, kararlılık, istikrar, hedefe kilitlenme ve de istişare ile ortak akıl her türlü zorluğun üstesinden gelmek için yeterlidir.

    Birçok insan sadece öğrenilmiş/öğretilmiş çaresizlik girdabına düştüğü için başarısız olmaktadır. Yüce Allah zekayı farklı vermiş olabilir, fakat aradaki bu açığı çok çalışmakla kapatmak mümkündür. Yeter ki kendini kapatmadan kendi gerçeğinin farkına varabilmesi, meselenin çözümü yolunda önemli bir kilometre taşı olacaktır. Bazı insanlar kadere sığınarak, kendini bağlasa da tembelliğin kitabının ilk maddesini kendilerine kalkan yapmak onları başarısızlığa mahkum etmektedir.

    Sonuç olarak; iyi niyet temennisiyle söylemiş olduğumuz, “Sen, kendine iyi bak!” sözü aslında önemli bir uyarı ve hatırlatmayı da içinde barındırmaktadır. İnsan olmanın, fıtrat ve yaratılış gayemiz olarak kendimize iyi bakmamız elzem olduğu için hayat felsefemiz bu kapsamda şekillenmelidir. Aksi takdirde bu temenni muallak taşı gibi boşlukta kalacağı için kimseye bir faydası olmayacaktır. Kendine iyi bakarsan, bir de seni düşünmem!

    Esenlik dileklerimle,

    Erol Aydın

    Devamını Oku

    SIFIR MERHAMET!

    SIFIR MERHAMET!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Atalarımız, “Merhametten maraz doğar!” demişler. Fakat günümüzde öyle olaylara şahit oluyoruz ki, bunun bile ötesine geçilmiştir.

    Bir zamanlar kiralık bir dairemizi insanlara kolaylık olsun diye emlakçıya vermedik. Dolayısıyla kendimizce onlara yardımcı olmak istedik. İnternet üzerinden yaptığımız paylaşımın açıklama kısmına da: “Peşinat, kefil, depozito, noter ve senet yok, insanlık var, daha ne olsun!” diye yazarak yayımladık. Biz herkesi kendimiz gibi iyi niyetli düşünüyorken olaylar çok farklı noktalara evrilerek büyük şok yaşadık.

    Fiyatı da uygun yazınca iki gün boyunca telefonlarım hiç susmadı. Arayanların yarısı emlakçıydı ve bize %50 daha fazla fiyat teklif ediyorlardı. Her şeye rağmen prensiplerimizden taviz vermedik. Arayanlardan biri çok ısrarlı bir şekilde evi talep ediyor ve görmeden tutmak istiyordu. Arayan bayan, kendisinin özel bir üniversitede öğretim üyesi olduğunu ve evi yine talebe olan oğlu için kiralamak istediğini söylüyordu. Sonunda anlaştık, kontrat yapmak için eve geldi. Eşyalı olan evi hiç gezmeden, “Dört duvar olsun yeter!” diyerek tuttu. Yaklaşımından şüphe etsek de evi verdik. Meğerse kadın bu konuda uzman bir dolandırıcıymış! Kadın, bizden hemen sonra evi kendisi ev sahibiymiş gibi tekrar ilana koymuş. Ağına düşürdüğü genç bir üniversite talebesine evi yarı fiyatına hem de bir yıllık olarak peşin vermiş. Genç adam da yıllık olduğu için fiyat konusunda pek şüpheye düşmemiş ama ay sonunda her şey açığa çıkınca kadın çoktan kayıplara karışmıştı bile.

    12 yıldır emlakçılık yapan bir arkadaşım anlatıyor: “Bu işe ilk başladığımda çok insaflı ve merhametliydim. Fakat öyle olaylar yaşadım ki zaman içerisinde artık bende sıfır merhamet oluştu! Boynunu bükerek kendisini kedi gibi acındıranlar, evi tuttuktan sonra aslana dönüşüyordu. Bu yüzden de bunca tecrübeden sonra artık düzenli geliri olmayana, asabi ve sinirli olanlara, kefil getirmeyenlere ev vermiyorum!” diyor. Sistem ve insanlar merhamet abidesi olan bu adamı “sıfır merhamet” noktasına getirmişti.

    Sonuç olarak; İslam merhamet dini olarak da ifadesini bulmaktadır. Dolayısıyla her şeye rağmen merhameti elden bırakmamak gerekiyor fakat art niyetli insanlar yüzünden de gerçek ihtiyaç sahipleri mağdur olmaktadır. Burada bir denge kurmak ve insanları ayrıştırmak çok kolay olmadığına göre, “Yüce Allah’ım, şerli insanların şerrinden bizleri muhafaza etsin!” diye dua etmek elzemdir. Bazıları, “İşimiz duaya kaldıysa yandık!” diye düşünebilir, onlar da yoga yaparak rahatlayabilirler!

    Esenlik dileklerimle,
    Erol Aydın

    Devamını Oku

    İSTANBUL SOSYOLOJİSİ

    İSTANBUL SOSYOLOJİSİ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Haziran ayının son on gününü İstanbul’da geçirdim. Tarihi, kültürü, geçmişi ve tüm değerleriyle tartışmasız bir dünya başkenti olduğu herkesin malumudur. Bu yazıda insanı, toplumu ve toplumsal davranışları sosyolojik bakış açısıyla irdelemek istiyorum.

    Eskiden, “İstanbul Beyefendisi” diye bir kavram vardı. Günümüzde bu tür insanların nesli tükenmese de sayıları çok az olduğu için onlara ancak referansla ulaşmanız mümkün olmaktadır. Dolayısıyla sokakta karşılaşma imkânı ortadan kalkmıştır.

    İstanbul’un avamı bile kentin zengin geçmişi ve kültürü sayesinde Türkiye ortalamasının üstünde bir seviyeye ulaşmış bulunmaktadır. Bu durum; üniversite, cemiyet, cemaat, tarikat, dernek, vakıf ve sivil toplum örgütlerinin yoğunluğu sayesinde elde edilmiştir. İstanbul öyle bir şehir ki; zenginlik isteyene zenginlik, ilim isteyene ilim ve bilim isteyene de bilimi cömertçe sunmuştur.

    Adım başı bir etkinlik, sohbet, konferans, sunum, eylem, panel, kurs, kişisel gelişim ve münazara ile hemhal olmanız olasıdır. Üstelik bunların çoğu ücretsiz olduğu için kendinizi gerçekleştirmeniz, kabuğunuzu kırmanız ve hedefe ulaşmanız da olasıdır, yeter ki zaman ayırın.

    Bu kültürel hazine ve aktiviteler, insanları farkında olmadan bir üst lige taşıyarak farkındalık oluşturmalarına sebep olmaktadır. O yüzden de İstanbullu çok dolu olduğu için taşmakta ve bunun doğal sonucu olarak da bulunduğu ortamlarda çok konuşmaktadır. Tek sorun, herkesin bu kapasitesini ortaya koyma isteği yüzünden dinleyecek adam bulmanın sıkıntı olmasıdır. Entelektüel ortamlarda bile herkes kendini satmaya ve pazarlamaya çalışırken tam bir kakofoni ile birçok değerli görüş heba olmaktadır.

    Genel olarak herkes mensubu bulunduğu topluluğu parlatırken karşı tarafı karalaması, bir senteze ulaşmayı imkânsız kılmaktadır. Herkes herkesi tanıdığı için geçmişte yaşanmış lokal yanlışlar ön plana çıkartılarak üstünlük kurmaya çalışılması, çoğu zaman da havanda su dövülmesine sebep olmaktadır.

    Birinci nesil, aidiyet gereği mutlaka bir yere yaslanırken, daha sonraki nesilde bu sadakat devam etse de zayıfladığı görülmektedir. Zaman, şartlar, çağ ve zeminle birlikte bir yozlaşma çok net olarak ortaya çıksa da özün sağlam olmasından dolayı çok keskin kopuşlar yaşanmıyor. İşin en vahim boyutu ise yaşanan değişim ve dönüşümün normalleşiyor olmasıdır. Refah seviyesinin yükselmesi, dünyaya entegre olma ve daha fazla özgürlük bağlamında değerler aşınarak daha nötr bir toplum, belki de bütün dünyanın en büyük sorunu olmaktadır.

    Sonuç olarak; İstanbul zor bir şehir olmakla birlikte maddi ve manevi getirisi dolayısıyla hiçbir faninin kolay kolay vazgeçemeyeceği bir şehirdir. Burada yaşayanlarda zamanla oluşan İstanbulluluk bilinci önemli bir sosyolojinin altyapısını oluşturmaktadır. Bu sosyoloji sayesinde önemli bir farkındalık ortaya çıkmıştır. Bunu da dışarıdan birisi daha net ve yalın şekilde anlamaktadır. İstanbul’un burada yaşayanlara kattığı bu vizyon çok değerli olduğu için bunun farkında olmak da bir seviyedir. Dünyada başka İstanbul yok, kıymetini bilin!

    Esenlik dileklerimle,
    Erol Aydın

    Devamını Oku

    İSTANBUL GÜZEL AMA…

    İSTANBUL GÜZEL AMA…
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Planlı olmasa da Kurban Bayramı’nın son günü kendimizi İstanbul’da bulduk. Boşalmış bir kentin konforunu yaşamak güzel olsa da, külfeti ağır bir şehir olarak güzelliğinin yanında zor bir şehir olduğunu kabul etmek gerekiyor. Yollar bile insanın aklını başından almak için yeterli olmaktadır.

    Burada doğup büyüyenler için mukayese şansı olmadığı için kabul etmek ve kanıksamak kolay olacaktır. Fakat bizim gibi taşradan gelenler için uyum ve adaptasyon çok kolay değildir. Özellikle ulaşım konusu büyük problem olmaktadır. Arabanızın olması bile çözüm değildir. Özellikle Sur içi eski İstanbul otopark konusunda insanı canından bezdirmektedir. Ücretlendirmenin kademeli olması ve dolayısıyla bir saatlik ücretin bile en büyük banknota eşdeğer olması, tam bir Deli Dumrul efsanesinin modern uygulaması olmaktadır. İstanbul’un her metrekaresi sahiplenildiği için her şey çıkar üzerine kurulmuştur. İnsanlık, yardımlaşma, empati, ahlak ve etik değerler bu kentin kaybettiği kavramlardır. Düzen ve tezgâhını kuranlar için gerçek anlamda taşı toprağı altın mesabesindedir. Basit gibi görülen; otoparkçılık, seyyar satıcılık, kapıcılık, kahyalık, değnekçilik vb. işler sayesinde çok büyük rant dönmektedir. Nüfus kalabalık olunca, pastada o oranda büyük olmakta ve bu düzene çomak sokmak da o anlamda zor olmaktadır.

    İstanbul’a gelen herkes, haklı olarak tarihi yarımadayı gezmek isteyince dar bir alanda inanılmaz bir yoğunluk oluşmaktadır. Herkes bu yoğunluk ve kalabalıktan şikayet etse de, kendisinin de bu problemin bir parçası olduğunu unutmaktadır. Cazibe merkezlerinin en büyük kazananı ise o yörenin esnafı olmaktadır. Fakat ahilik gibi bir kaygı ve dertleri olmadığı için de fırsatçılık âdeta karakterleri olmuş durumdadır. Enflasyon, pahalılık, ekonomik kriz bahane edilerek sürekli köpürtülen fiyatların üst limiti kaybolmuş durumdadır. Bu aymazlık ve pragmatik tutum sonrası duvara toslamamız sürpriz olmayacaktır. Büyük kesimler ezilirken, azımsanmayacak bir kesim de servetine servet katmaktadır. Bu düzenin bu şekilde devam etmeyeceği de aşikârdır. Sosyolojik olarak büyük bir çürümüşlük yaşanıyor olması gelecek adına da kaygıya sebep olmaktadır.

    Sonuç olarak; İstanbul güzel ama sahipleri pek yaman! İnsanların rahatlayıp, nefes aldıkları ve huzur buldukları tek alanlar tarihi camiler olmaktadır. Buralar ibadetin dışında da hizmet verdikleri için vakıf kültürünün ne kadar önemli olduğunu göstermesi açısından ibretliktir. Bu kadar camiye gerek var mı diye ahkâm kesenler dahi bu nimetlerden istifade ederken acaba öz eleştiri yapıyorlar mı diye de merak etmiyor değilim.

    Esenlik dileklerimle,

    Erol Aydın

    Devamını Oku

    HOCAM, BALKONDA SAF OLUR MU

    HOCAM, BALKONDA SAF OLUR MU
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Din ve dini ritüeller konusunda en büyük açmazımız, kişiye özel uygulamaların zaman içerisinde içselleşerek kanıksanmasıdır. Kurallar bütünü olan inanç konusunda, “bana göre” diye bir yaklaşıma yer yoktur.

    İbadetlerin ifasında birçok konu nefse ağır geldiği için insanoğlu bir kaçış rampası aramaktadır. Bu yüzden de kendi mantığı çerçevesinde fetva vermekten geri kalmamıştır. İmanın zayıflığı, tembellik, şeytanın fitnesi, inandığı gibi yaşamamak gibi sebeplerden dolayı bu tür tuzaklara düşmek olasıdır.

    Mevcut durumlara örnek olması bakımından somut bazı vakaları zikretmek faydalı olacaktır. Mesela, bu toplumda Cuma cemaati diye bir kavram vardır. Bunlar içlerindeki vicdan azabı ve iç seslerini bastırmak adına camiye teşrif etseler bile, farz sonrası firar edecekleri için mümkünse caminin dışında saf tutarlar. Oysaki kural olarak caminin içi boşken dışarıda namaz caiz değildir. Fakat bu Müslümanlar, bırakın dışarıyı sokakta, hatta evlerinin balkonunda bile saf tutmakta beis görmezler. Siz ikna etmek adına kendinizi paralasanız da sonuç değişmez, çünkü onlar o şekilde iman etmişlerdir.

    İkinci bir örnek vaka ise Mevlit programlarında ortaya çıkmaktadır. Vefat sonrası belli süreyle mevtanın ruhu için evinde veya kapısında Kur’an okutmak adettendir. Burada ölüye veya ölü sahiplerine saygı çerçevesinde bu tür törenlere bizzat iştirak etmek gerekmektedir. Fakat bazı rahat ve geniş insanlar, konfor alanlarından taviz vermek istemezler. Bu çerçevede, söz konusu merasimlere balkondan iştirak etmekte beis görmezler. Hatta yaptıkları eylemi meşrulaştırmak adına da başkalarını da yanlarına ve balkona davet ederler. Böylece saygısızlıkta zirve tamamlanmış olmaktadır. Onlara göre aynı ortamı paylaştıkları için ha balkon ha dışarısı fark etmez. Oysaki burada bir; ayrışma, kutuplaşma, ötekileştirme ve aşağılama söz konusudur. Bunun tartışılacak, polemik oluşturacak, fikir yürütülecek ve üstünde tepinilecek bir yanı yoktur.

    İslam, kolaylık dini olduğu kadar insan onurunu yücelten bir sistemler bütünüdür. Bu çerçevede de onun aleyhine olacak her hareket din dışı olacaktır.

    Sonuç olarak, her dönemde absürt ve absürt olduğu kadar da saçma sorularla karşılaşmak mümkündür. Bu çerçevede, “Hocam, balkonda saf olur mu?” minvalinde sorulara verilecek en güzel cevap, “Bu soruyu soracak kadar İslam’dan uzaksan olur kardeşim!” diyerek lafı gediğine koymak gerekir diye düşünüyorum. İnşallah horozdan kurban olur mu diye sorulara muhatap olmayacağınız bir bayram geçirmenizi diliyorum.

    Esenlik dileklerimle,

    Erol Aydın

    Devamını Oku

    CİHANOĞLU’NUN CİHANA MESAJ VAR!

    CİHANOĞLU’NUN CİHANA MESAJ VAR!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Mevsim olarak yılsonu faaliyetlerinin yoğun olduğu bir dönemdeyiz. Bu vesileyle Aydın’da gezdiğim Tezhip sergisinin ardından bu satırlar ortaya çıkmıştır. Eskiden ilkokulda her bir talebe defterine kenar süsleri yapardı. Bu durum, bir salgın gibi mutlaka kıyısından köşesinden herkese bulaşırdı. Kenar süslemesi hem bizi motive eder hem de ortaya bir farkındalık koyardı. İşte bu kenar süslemesinin geleneksel el sanatı olarak profesyonel olarak icrasına Tezhip denilmektedir.

    Tezhip; minyatür, ebru, nüshü hat, küfe vb. sanatlarla birlikte kullanıldığı için aynı zamanda ekip çalışması ve sinerjiyi de gerekli kılmaktadır. Bu tür sanatlar; bazı vakıf, dernek ve sivil toplum örgütleri sayesinde kendilerine alan bulmaktadırlar. Başka türlü yok olup gitmeleri içten bile değildir. Gezdiğim sergi de İlim Yayma Cemiyeti’nin bir etkinliği sonrasında ortaya çıkmış bir çalışmaydı. Yaklaşık 30 kursiyerin 70 eseri sergide yer almıştı. Tezhip hocası Elif Hanım sayesinde hem bilgilendik hem de ortaya konan birbirinden kıymetli eserler hakkında malumat sahibi olduk. Büyük bir sabır, emek, özveri ve titiz bir çalışmanın sonucunda ortaya çıkan eserler her türlü takdiri hak ediyordu.

    Aydın’da vakıf eseri olarak 270 yıldır kültür, sanat, eğitim ve ilme hizmet eden Cihanoğlu Külliyesi aynı zamanda gençler için de çölde bir vaha mesabesindedir. Camisi, hücreleri, ana binası ile geçmişte medrese olarak hizmet vermiş olan kurum son 15 yıldır da İYC’nin istifadesine sunulmuştur. Cemiyet ise; geleneksel el sanat kursları, geleneksel ata sporları, çocuklar için etüt, oyun, eğlence ve çok değişik dallarda faaliyetleri ile anaokulundan üniversiteye kadar komple bir hizmet sunmaktadır. Cemiyet Başkanı Recep ve Külliye Müdürü Ayhan Hocalarım Aydın’ın çocukları için gelecek inşa etmenin çabası içerisinde olmaktan son derece bahtiyar olduklarını ifade ederken katkı sunan yardımsever vatandaşlara da şükranlarını iletiyorlar. Katkının devamlı ve sürdürülebilir olması da en büyük arzularıdır.

    Günümüz dijital çağında çocukları meşgul edecek birçok dış etken varken bu gibi merkez ve külliyelerin olması son derece umut vericidir. Haz ve hız çağında tüm değerler ve kutsalların aşındığı bir ortamda çocukları buraya bağlamak az başarı değildir. Bu anlamda da ortaya konulan gayret ve emek çok değerlidir. Seküler kesimler bu tür yerlerde çocukların beyinleri yıkanıyor dese de bu ideolojik bakış açısı tamamen mesnetsiz bir ithamdan öteye geçmemektedir.

    Sonuç olarak; yaşadığımız çağın her türlü olumsuzluğuna rağmen Cihanoğlu Külliyesinden cihana önemli mesajların veriliyor olması geleceğimiz adına umut vericidir. En azından karınca misali: saf, yön, istikamet, hedef ve yollarının halis olması geleceğimizin güvencesi olacak gençler için büyük bir şans olmaktadır. Karanlığa bir mum yakmak adına bu da az şey değildir, daha ne olsun?

    Esenlik dileklerimle,
    Erol Aydın

    Devamını Oku

    JANT, CMS VE ŞENER MUTER

    JANT, CMS VE ŞENER MUTER
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Başlıktaki üçlü, bir bütünün ayrılmaz parçaları olarak hep birlikte zikredilmiştir. Birisini ifade ettiğinizde diğeri, algı olarak tek seçenek olarak akla gelmektedir. İş dünyası, sanayi camiası ve otomotiv sektörü Şener Muter duayenini kaybetmenin üzüntüsünü yaşamaktadır.

    Çalışma hayatına başladığım ’88 yılında, CMS Jant Fabrikasının başında GM olarak Sayın Şener Muter bulunmaktaydı. O güne kadar Türkiye’de özel alaşımlı alüminyum jant, kimsenin hakkında fikri olmadığı bir ürün olarak her türlü riski üzerinde topluyordu. Oysa kendisi, ODTÜ sonrası İtalya’da yaptığı ihtisas ile alüminyum döküm konusunda önemli bilgi birikimine sahipti. Dar bir kadro, ona inanan bir patron ve özverili çalışanları ile bu yeni ürünü önce iç piyasaya, daha sonra ülkemizde otomobil üreten fabrikalara orijinal ekipman olarak vermeye başladık. Süreç belki yavaş ilerliyor, zaman zaman ortaya çıkan problemleri çözmek sıkıntılara sebep olsa da deneme yanılma ile fakat emin adımlarla yol alıyorduk.

    Şener Bey, yumuşak huylu, tatlı-sert otoritesi ile hem ekibine sahip çıkıyor hem de bilgi ve tecrübesini her fırsatta çalışanları ile paylaşarak işletmenin ileri gitmesine katkı sağlıyordu. Jant, araçlar için aynı zamanda emniyet parçası olduğu için gerekli fiziksel ve kimyasal testler ile birlikte özellikle hammaddenin kalitesinden taviz verilmiyordu. Alüminyum, piyasada zayıf olarak görüldüğü için de “çelik jant” olarak kendi algısını oluşturarak bir güven tesis etmişti. Araç sahiplerinin ilgilendiği asıl konu estetik olduğu için de kısa zamanda bu konudaki talep patlama noktasına gelmişti.

    Çok hızlı ve emin adımlarla büyürken ’94 ekonomik krizi bizleri yeni kararlar alma noktasında bir yol ayrımına getirmişti. İç piyasa kriz dolayısıyla tıkandığı için o güne kadar gündemde olmayan ihracat fikri yine Şener Muter’in engin öngörüsü ve ortak akılla ortaya çıkmıştı. İlk parti ihracat büyük bir heyecan ve alayiş ile gerçekleştiğinde artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Kalite ve fiyat avantajı ile birlikte, özellikle Avrupa’ya olan ulaşım kolaylıkları sayesinde bir patlama yaşıyorduk. Artık tek fabrika talepleri karşılamadığı için yeni yatırımlarla üretim sürekli artıyordu. Bugün, 4 fabrika, 4 bin çalışan ve yıllık 12 milyon jant üretimi ile tüm dünyadaki her marka araba için orijinal ekipman olarak CMS Jant tercih edilmektedir.

    Sonuç olarak, kurucu GM olarak 20 yıl ve daha sonraki yıllarda da yönetim kurulu üyesi olarak görev yapan Sayın Şener Muter her fani gibi ebediyete intikal etmiştir. Cenazesinde büyük bir vefa örneği gösterilerek tüm patronların yanı sıra geçmişte birlikte yol aldığı tüm eski çalışma arkadaşları da evlatları Sinan ve Fatih’i yalnız bırakmamışlardır. Babalarının bu manevi mirası onlar için şeref madalyası olarak ömür boyu en büyük mirasları olacaktır. Alüminyum jantın babasına veda ederken Yüce Allah’ım rahmeti ile muamele ederek cennetine koyması için dua ediyorum. Biz kendisinden razıyız, Mevla’m da razı olsun.

    Esenlik dileklerimle,

    Erol Aydın

    Devamını Oku

    TUFAN YIĞINTILARI

    TUFAN YIĞINTILARI
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Başlık bir şiir kitabına aittir. Ömer Ekinci Micingirt imzalı kitaba en son İzmir Kitap Fuarı vesilesiyle kavuştum. Bizde şiir; öksüz, yetim, kimsesiz, sahipsiz, yalnız, ıssız ve terk edilmiş bir edebiyat türüdür. İran ve Azerbaycan bile duygu toplumu olduğu için herkes şair ve herkes şiir yazmaktadır. En azından şiir, birlikteliklerin baş tacı bir konumdadır. Bizde ise…

    Tufan Yığıntıları’nı eleştirel olarak okuduğum için burada da hakkındaki duygu ve düşüncelerimi ifade etmem, müdavimleri için faydalı olacaktır. Yazarın öncelikle bir tarz, çizgi, üslup ve sıra dışı bir tekniği olduğu hemen fark ediliyor. Şiirinde; popüler kültür, ideoloji, siyaset, hamaset, güncel, malayani şeyler ve somut imgeler yok. Peki, ne var? Din, ahlak, tasavvuf, töre, gelenek, aidiyet, sadakat, vefa ve değerlerimiz var. Birçok konuda yazıyor gibi olsa da beslendiği kaynak, hadis ve ayetler çerçevesinde Kur’an meali formundadır. Aslında kendisi için “Kur’an şairi” dersek abartmış olmayız. Böyle olunca kavramlar soyut ve dil olarak da ağdalı bir eski Türkçe karşımıza çıkmaktadır. Yazar tarzından taviz vermediği için de elit bir kesime hitap etmenin yalnızlığını yaşamaktadır.

    Serbest tarzda şiirleri olsa da genellikle 11’lik hece vezninde ve zengin uyaklı eserler ortaya koymaktadır. Bu durum bilmeyenler için bir şey ifade etmese de aslında büyük ustalık gerektiren bir durumdur. Hem hece sayısını her satırda tutturacaksınız, hem sondaki kelimeleri kafiyeli bir şekilde ortaya koyacaksınız. Bütün bunların yanında da sonuna kadar coşku ve heyecanı diri tutacaksınız. Bunu ancak Allah vergisi bir lütufla yapabilirsiniz, başka türlü çalışmayla olacak şey değildir!

    Kitapla ilgili olarak eleştirilecek şeyler yok mu derseniz, tabii ki mevcut. Bir kere, hiçbir noktalama işaretinin olmaması büyük eksiklik olmuştur. Son zamanlarda bu durum moda haline gelmiş olup, güya duyguyu okuyucuya bırakmak söz konusu olsa da bana çok mantıklı gelmediğini ifade etmek istiyorum. Diğer bir husus ise, her şiirin başına iki satırlık bir spot cümle konulmuş olup, bir tercih olmakla birlikte şiirle direkt bağlantılı olmadığı için ben gereksiz gördüm. Birçok şiir mükemmel bir şekilde başlamış olsa da devamı zirvede tamamlanmadığı için okuyucuda bir burukluğa sebep olmaktadır.

    Sonuç olarak, Tufan Yığıntıları her biri Klasik Türk Müziği veya ilahi olarak bestelenecek tarzda bir forma sahiptir. Ömer Hocam, köyünün ismini (Micingirt) mahlas olarak alacak kadar da vefa ve gönül adamı olarak yöresine değer katmaktadır. Ayrıca, Bursa Uludağ Üniversitesi’nin hafızası olan arşiv bölümünde yönetici olarak da kişiliğine uygun bir mesai ile kurumuna da değer üretmektedir. Tarzı size uyuyorsa, pişman olmayacağınız bir sonsuz derya (19 kitap) sizi bekliyor olacak. Daha ne olsun?

    Esenlik dileklerimle,

    Erol Aydın

    Devamını Oku

    İLMİN DİĞER YARISINI TAMAMLAMAK

    İLMİN DİĞER YARISINI TAMAMLAMAK
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Eğer insanoğlunda merak duygusu olmasaydı, her alanda ilk çağlarda yaşıyor olurduk. Merak, insanlarda düşünme ve tefekküre, bu da ilme kapı açmıştır. Bu nedenle, ilmin yarısı merak ise diğer yarısı da güzel soru sormaktır.

    Çocuklar, hem merak etme hem de soru sorma konusunda fıtrattan gelen bir tutumla sürekli kendilerini geliştirirler. Onların en iyi şekilde yetişmesi için, sorduğu sorulara bıkmadan, usanmadan makul cevaplar vermek zorundayız. Onları geçiştirmek veya yanlış bilgiler vermek, onların geleceğini karartır. Bu nedenle, onlara seviyelerine göre mantıklı cevaplar vermek, kişilik gelişimlerine de katkı sağlar.

    Günlük hayatın koşuşturması içinde karşılaştığımız zorluklar ve engeller, bize her zaman yeni kapılar açar. Krizler aynı zamanda fırsat dönemleridir. Bu durumları iyi değerlendirir ve iyi analiz edersek, mutlaka bir çıkış yolu buluruz. Teknolojide ortaya çıkan bütün yenilikler; ar-ge, inovasyon ve beyin fırtınaları sayesinde gerçekleşir. Ekip ve grup olarak ortaya konacak sinerji, çözüm yolları konusunda itici güç olacaktır. Bir problem ve sorunu çözerken aynı zamanda doğru soruları sormak, hem teşhis hem de ilerleme yolunda ivme kazanmamıza yardımcı olur. Doğru soruyu sormak ise, bir altyapı ve donanıma sahip olmakla mümkündür.

    Bizim toplumda çok soru soran kişiler pek makbul kabul edilmezler. Hele farklı fikirler ortaya koyarak buluş peşinde olanlara hemen yafta yapıştırılır: “İcat çıkarma!” Daha ötesinde, “eski köye yeni adet getirme” şeklinde de eleştirilirler. Bu kalıplar, sosyolojik reflekslerle nesilden nesile aktarılır ve gelişmemiz ile ilerlememiz önündeki en büyük engeli oluşturur. Eğitimin tüm kademelerinde; soran, sorgulayan, araştıran, inceleyen, irdeleyen, farklı bakan, farklı gören ve farkındalık ortaya koyan bir müfredata geçmemiz elzemdir. En azından bu yönde potansiyeli olan çocuklar, özel eğitime tabi tutularak ülkenin geleceği inşa edilmelidir.

    Sivil toplum örgütleri, belediyeler, dernekler, vakıflar ve hatta işletmeler, bu konuda her şeyi devletten beklemeden elini taşın altına koymalıdır. Teknofest gibi oluşumların sayıları artırılarak toplumun tüm kesimlerine yayılması teşvik edilmelidir.

    Sonuç olarak; tekâmül, gelişme ve ilerleme merakla başlayıp doğru sorularla yol alan bir mefkûredir. Bütün dünyada mevcut olan düşünce kuruluşları ihdas ederek bu konudaki kabiliyetleri buralarda geliştirmemiz gerekmektedir. Burada oluşan bilgi birikimi ile bir işin nasıl en iyi, kolay ve verimli şekilde yapılacağı bir standarda dönüştürülmelidir. İnancımız, “ilim Çin’de de olsa arayıp bul” diye cevaz verdiğine göre, harekete geçme zamanı gelmedi mi?

    Esenlik dileklerimle,

    Erol Aydın

    Devamını Oku

    YAŞAMA MERAKI

    YAŞAMA MERAKI
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Yaşama hakkı tüm toplum ve kültürlerde en doğal hak olarak evrensel kabul görmüş bir realitedir. Bunun yanında yaşama merakı da yine tarih boyunca insanoğlunu hep arayışlara itmiştir. Adeta ölümü öldürerek, ölümsüzlük üzerinde özellikle bilim adamları yoğun bir çaba ortaya koymaktadırlar.

    Oysaki bizim kültür ve inancımızda bu durum problem olarak görülmemiştir. Mütedeyyin bir Müslüman için fani olan bu dünya hayatı bir gün sonlanacağı için baki olan ahiret hayatına hazırlık elzemdir. Felsefemiz ise bir hadisi şerifin meali olan, “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya, yarın ölecekmiş gibi de ahiret için çalış!” modundadır. İnancımız bunu bu şekilde formüle etmiş olsa da Müslümanların çok az bir bölümü bunu içselleştirmiştir. Belki söylem olarak dillere pelesenk olsa da iş kıvamına geldiğinde herkes bir şekilde kıvırmaktadır.

    Genel kabul görmüş bir inanışa göre de insan kaç yaşına gelirse, gönlünün hep genç kalacağı düşüncesi ağır bastığı için herkes dünyaya kazık çakmanın peşindedir. Oysaki yine dinimiz ömür konusunda çok net kıstaslar ortaya koymuştur. Buna göre ömür ve ecelin değişmediği hususu sabittir. Bunu bir saniye bile ileri ve geri alamayacağımıza göre ömrümüzün bereketli geçmesi için dua etmek şiarımız olmalıdır. Ömrün bereketi ise zaman içinde zaman oluşturarak az zamanda çok iş ortaya koymaktır. Uzun yaşamaktan ziyade dolu yaşamak çok daha bereketli bir ömür olacaktır.

    Ölümün peşinden gidemeyeceğimiz gibi ölülerin de peşinden gidemeyiz. Giden gitmiştir ve geri dönmeleri de mümkün değildir. Dolayısıyla bize düşen düzgün bir hayat yaşadıktan sonra ölüm, Mevlana’nın ifadesi ile düğün gecesi olmalıdır. Desek de maalesef akış bu şekilde gerçekleşmiyor; hedef, plan, amaç, gaye, ihtiras, beklenti ve heveslerimiz nefsimizle birlikte yakamızı bırakmıyor. Doğduğumuz andan itibaren ölüme aday birisi olsak da herkes kendisinden uzak olması için hep başkaları için ölümü isterken kendisini daha görecek çok şeyimiz var diyerek avutmaktadır. Oysaki Yüce Allah diğer tarafta cenneti vadediyor olsa da kimse dünya hevesinden vazgeçmiyor.

    Sonuç olarak; bu dünyaya gelmemiz bir plan çerçevesinde olmaktadır. Meşru dairede yaşadığımız takdirde ölüm korkulacak değil, tam tersine arzu edilecek bir husustur. İnancımız yeterli takva düzeyinde olmadığı için bunu idrak etmekte zorlandığımız doğrudur. Karun kadar zengin hatta Sultan Süleyman bile olsak netice değişmediğine göre bu ihtiras ne için? Bu gök kubbede hoş bir seda bırakarak ahirete irtihal hem kendimiz hem de çevremiz için en büyük ibret ve model olacaktır. Bu da az şey değildir, daha ne olsun? Ölümden değil, imansız gitmekten korkmak çok daha önemli bir kaygı olarak gündemimizde olmalıdır, gerisi hikâyedir.

    Esenlik dileklerimle,

    Erol Aydın

    Devamını Oku

    GERÇEK VEYA KİŞİYE GÖRE DOĞRULAR

    GERÇEK VEYA KİŞİYE GÖRE DOĞRULAR
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Herkesin bir fikri ve doğrusu vardır. Ve yine herkes kendi fikrinin mutlak doğru olduğu inancına sahiptir. Sizin gibi düşünmeyenler karşı cephede yerlerini aldıkları için onlar ötekilerdir. Dolayısıyla ortaya bir kamplaşma ve kutuplaşma çıkmaktadır. Benim karşımda olan da her şeye müstahaktır yaklaşımı sonun başlangıcı olmaktadır. O, karşı tarafta yer aldığı için her şeyi hatta şiddeti bile hak ediyordur. Ve gelsin iflah olmaz düşmanlık ile bir daha bir araya gelerek uzlaşmanın mümkün olmadığı kaos ortamına hoş geldiniz.

    Oysaki gerçek olan tekdir ve mutlaktır. İşin içine nefis girdiğinde gerçeği kabullenmek geri adım atmak ve taviz olarak görüldüğü için de bu mücadele bir kısırdöngü etrafında sürüp gidecektir. Aidiyetlerimiz, değerlerimiz, kutsallarımız ve evrensel normlar bizi kendimize getirmek için yeterli olmayacaktır. Sabit fikirler paslı çiviler gibi olduğu için onları kolayca söküp atmak da mümkün değildir.

    Bunu somutlaştıracak olursak özellikle siyasi çekişme ve tartışmalarda bu durum çok bariz bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Tutuğumuz parti ve lider bizim gözümüzde mükemmeldir. Onun da bir fani ve beşer olduğunu unutarak kafamızda bir tağut yaratırız. Böyle olunca da ona hatasız ve kusursuz bir kul olarak sonsuz biat ederiz. Her iki tarafta bu konuda taviz vermediği için de hiçbir zaman ortak payda da buluşmamız söz konusu değildir.

    Bize göre karşı taraf; kötü, fena, nahoş, sevimsiz, nursuz ve hatta hain hükmünde olmaktadır. Dolayısıyla da yok edilmesi, ortadan kaldırılması, bertaraf edilmesi ve ekarte edilmesi mubahtır gibi bir anlayış ortaya çıkmaktadır ki bunun sonu en basit ifadesi ile çözümsüzlüktür. Peki, bu durumda nerede kaldı bizim sevgimiz, saygımız, hoşgörümüz ve toleransımız?

    Gerek inancımız ve gerekse geleneğimiz sıratı müstakim üzerine dosdoğru olmayı emrettiği için biz bunun neresinde yer almaktayız? Doğrunun yanında ve adaletle dimdik ayakta durmadığımız sürece kendimizi gözden geçirmemiz elzemdir. Hak, hukuk ve adalet yolunda nefsimizle değil; akıl, kalp, vicdan ve ruhumuzla hareket etmemiz kaçınılmaz olmaktadır. Aksi takdirde hem dünyamız hem de ahiretimiz ziyanda olacaktır.

    Sonuç olarak; doğru ve gerçeklik kavramları birbirinden farklı durumları ifade etmektedir. Doğru, kişinin kendi iradesi ile ortaya koyduğu eylem ve fiil iken gerçek ise var olan mutlak bir durumdur. Doğruluk değişken iken gerçeklik değişmezdir. Dolayısıyla gerçeği yakaladığımızda doğruluk onun peşinden gelecektir. Bu durumda göreceli olan doğruluğun yerini gerçeklik alacağı için kişiler aradan çekilmiş olacaktır. Olması gereken de budur, gerisi teferruattır.

    Esenlik dileklerimle,

    Erol Aydın

    Devamını Oku

    İMAMOĞLU’NU YEDİRTMEYİZ!

    İMAMOĞLU’NU YEDİRTMEYİZ!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Sürmanşet ve başlıktaki ifade bir dost meclisinde ortaya çıktı. Trabzonlu olan ve İstanbul’da yaşayan bir arkadaşım laf arasında bunu söyleyince bu konuyu sosyolojik açıdan irdelemek önem kazandı. Böylece Türkiye’de toplumsal reflekslerin ne şekilde ortaya çıktığını da anlamış olacağız.

    Analiz ve değerlendirmelerde toptancı bir bakış açısıyla, “Karadeniz insanı” denilerek geçilmiş. Oysaki bu durumu biraz açarsak ortaya bambaşka gerçekler çıkabilir. Karadeniz ülkemizi boydan boya kat ettiği için bunu mikro olarak ele almak daha faydalı olacaktır. Bu kıyı şeridinde birçok il olmasına rağmen lokomotif olarak Rize ve Trabzon rekabeti daima üst düzeydedir. Ekonomiden, siyasete, ticaretten üretime kadar burada görünen/görünmeyen bir mücadele hep olmuştur, bundan sonra da olacaktır.

    Son çeyrek asırda Erdoğan’ın bir Rizeli olarak ülkeyi yönetmesi Trabzon cephesinde birçok kesimi rahatsız etmektedir. Buna bağlı olarak İmamoğlu’nun yerel yönetici olmasına rağmen genel siyasette de bir adım öne çıkması hemşerilerini sonsuz bir mutluluğa gark etmiştir. Yerel seçimlerde arkadaşım da dâhil olmak üzere CHP’li olmamalarına rağmen sırf toprak aidiyeti yüzünden İmamoğlu tüm Trabzonların oyunu almıştır.

    İmamoğlu’nun son beş yıldaki performansı onların ilgi alanında değildir. Kişisel olarak kibri, üstenci tutumu, aşırı egosu, iş yapıp yapmaması, hizmeti, halkın memnuniyeti, bir eline güneşi, diğer eline ayı alması bile göz ardı edilerek tüm eksik ve noksanlarına rağmen hemşerileri tarafından siyaset üstü bir sadakatle destek olmuşlardır. Bir insana sadece bu şekilde memleket bağlamından dolayı destek olmak üniversitelerde tez konusu olacak bir vakadır. Bu konuyu işlerken öncelikle Trabzon kafasını çözmek gerekiyor, onu çözmeden bir senteze ulaşmanız da mümkün değildir. Trabzonlu baskı altına alınacak bir karaktere sahip değildir. Her türlü, tehdit ve şantaj ters tepecektir. Onu kazanmak için suyuna gitmek, onunla samimi olarak hemhal olmak ve bunu da karşı tarafa hissettirmek gerekmektedir. Başka türlü onu hep karşınıza alacağınızdan emin olabilirsiniz.

    Bir Trabzonlu olarak yeter ki İmamoğlu ülkeyi yönetsin kapı arkasında demlenmesi bile problem olmayacaktır. İmamoğlu da bunu çok iyi bildiği için her geçen gün genel siyasete dair mesajlar vererek kendisini 2028’e hazırlamaktadır. Hemşerilerinin yanı sıra seküler kesim ve de Kürtlerle de arayı iyi tuttuğu sürece önünde çok fazla engel gözükmüyor. Ancak siyasette 24 saat bile çok uzunken 4 yıl sonrasının konjonktürünü şimdiden tahmin etmek de mümkün değildir.

    Sonuç olarak; “İmamoğlu’nu yedirtmeyiz!” diye arkasında kayıtsız ve şartsız duran bir kitle olduğu sürece, kendisinden siyasi inci olarak duyacaklarımız sürpriz olmayacaktır. Bu destek karşısında hiçbir faninin ayaklarının yerden kesilmemesi gerektiğini hatırlatmak önemlidir. Ayakları yere basmayınca da kendi sonunu hazırlayacak hatalar yapması kuvvetle muhtemeldir. Bakalım zaman ne gösterecek?

    Esenlik dileklerimle,

    Erol Aydın

    Devamını Oku

    YENİ DÜNYA, ESKİ İNSAN

    YENİ DÜNYA, ESKİ İNSAN
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Malta eriği olarak da bilinen Yenidünya, Akdeniz iklimine özgü iri çekirdekli, sarı ve mayhoş tadında bir meyvedir. Saklama koşulları ideal ortamlarda bile çok çabuk bozulduğu için, bunun yanında %60’ının çekirdek olması dolayısıyla çok popüler bir tür değildir.

    Geçen gün manavda etiketini 120 TL olarak görünce gözlerime inanamasam da düş görmüyordum. Arsız bir bitki olarak kıyı bölgelerinde hemen hemen her evin bahçesinde mevcut olduğu için ekonomik olarak kayda değer olmasa da konjonktüre bağlı olarak hak etmediği değeri gördüğü de oluyor. Fahiş fiyat konusunda sürekli denetim eksikliğinden şikâyet edilse de, biz tüketicilere de önemli görevler düşmektedir. Üreticinin kazanmadığı, sürekli el değiştirmesi sonrasında aracıların vahşi bir şekilde kârlarına kâr kattıkları bu düzene dur demek kanunla, yasayla ve talimatla olmaz, sadece bilinçli tüketici ile gerçekleşecektir.

    Zihnim bütün bunlarla meşgulken kuzenimden gelen habere ister tesadüf isterseniz tevafuk deyin, şaşırmadım dersem yalan olur. Bahçesinde bulunan bir adet Yenidünya’nın toplanması gerekiyormuş ve benden yardım istiyordu. Bitişikteki bahçeden girerek sarkan dallardan tam toplamaya başlamış ki bir sesle irkildim! “Beyefendi, onları toplamak için izin aldınız mı?” Her mahallenin namus bekçisi durumunda olan ve kendisine durumdan vazife çıkaran amcamız öyle sevimsiz, hoyrat, bedbin, çiğ bir üslupla bunu ifade ediyordu ki direkt küfür etseydi ancak bu kadar zoruma giderdi. Ben kendisiyle polemiğe girmemek adına gerekli müsaadenin alındığını ifade etsem de, bir kere hızını alan amcamız sürekli söylenerek zorluk çıkarmak adına elinden geleni ardına koymadı. “Bahçemden çık ile başlayıp, bahçeme sarkan dallardaki meyveleri toplama(!)ya varıncaya kadar” bir sürü laf ederek seviyeyi oldukça düşürse de cevap vermedim. Ben alttan aldıkça o zeytinyağı gibi sürekli üste kalarak tacizlerini sürdürdü. Olaya kuzenimin müdahalesi bile hızını kesmeye yetmedi ve sonunda kaybeden kendisi oldu. İnsanca bir tutum ve tavır ortaya koymuş olsaydı, en azından göz hakkı olarak ona da pay verebilirdim, fakat üslup ve tavrı dolayısıyla bu eski adam Yenidünyalardan mahrum kaldı.

    Sonuç olarak; komşunun ne kadar önemli olduğunu bu olayla daha iyi anlamış oldum. Yıllardır kapı komşusu olan ve bir ayağı çukurda olmasına rağmen komşuluk hakları konusunda bu kadar cahil olmasına sadece üzüldüm. İnancımız, komşuyu mirasçı tayin edecek seviyede iken ortaya konan bu tutum yeni dünyada, eski insanların misyonunu tamamladığı ve artık sahneden çekilme zamanı geldiğini göstermesi açısından ibretlik bir vesika niteliğindedir. Bunu yaparken de bu gök kubbede hoş seda bırakmadan göçüp gitmek ne hazin bir sondur!

    Esenlik dileklerimle,

    Erol Aydın

    Devamını Oku

    MODERN İNSANIN ÇİLESİ

    MODERN İNSANIN ÇİLESİ
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    İnsanlığın ilk dönemlerinde ihtiyaçlar sınırlı ve tedariki ise kolaydı. Hayatını idame ettirebilmek için çok fazla şeye ihtiyaç duymaz, o öğün için karnını doyurduğunda başka kaygısı olmazdı. Para kavramı olmadığı için de değer, eder, fiyat, paha ve bedel gibi kavramlar da mevcut değildi. Daha sonraki dönemlerde ise ihtiyaçların karşılanması için sadece trampa, takas veya mübadele ile bu sorun halledilirdi.

    Bunun yanında insan kişisel olarak örtünmenin dışında özel bir aksesuara da ihtiyaç duymazdı. İşin en güzel tarafı ise bütün bu olumsuzluklara rağmen insanlar mesut ve bahtiyar bir şekilde yaşamaktaydılar. Günümüzün en önemli hastalıkları olan; stres, sıkıntı, travma, depresyon ve gerginlik olmadığı gibi bunların ortaya çıkması için sebep de mevcut değildi.

    Günümüzde ise bu kadar gelişme ve ilerlemeye rağmen ihtiyaçlar sınırsız ve doyum noktası da belli değildir. Bütün bu sınırsızlığa rağmen mutluluk ise masallarda ki Kaf dağının ardındadır. Ortalama modern bir insanın kişisel olarak üzerinde taşıdıkları bile bir vitrini donatacak kadar fazladır. Taşıma konusunda bayanlar genelde çantalı oldukları için meseleyi bir şekilde halletseler de erkeklerin işi biraz daha zordur. Sırf bu yüzden bazı erkekler de çanta ile dolaşmak durumundadırlar. Çünkü başka türlü bunları üzerlerinde muhafaza etmesi mümkün değildir. Kışın giyilen kıyafetlere bağlı olarak bu durum bir nebze kolay olsa da yazın bir tişört ve bir şortla bunları kontrol etmek mümkün değildir.

    Kadınları bir tarafa bırakarak, bir erkeğin kişisel varlıklarını listelersek ortaya çıkan doküman inanılır gibi değildir. Öncelikle herkesin bir cüzdanı mevcut olup içindekileri artık saymaya sayfalar yetmez. Bunun yanında olmazsa olmaz cep telefonudur. Bazıları şarjı biterse halimiz nice olur diyerek yedek batarya ile dolaştıkları da bir gerçektir. Bu durum bağımlılığın hangi boyutlarda olduğunu göstermesi açısından da önemlidir. Kol saati, künye, kolye, küpe, ev ve araba anahtarı, güneş gözlüğü gibi yazarken yorulduğum için devamını siz tamamlayabilirsiniz.

    Yani demem o ki sözde modern insan, bu büyük bir yük altında yorulmakta ve tükenmektedir. Aslında bu durum acı ama gerçek olması açısından insanın çilesi olarak görülebilir. Bu kadar çok aksesuar olunca da bunların hepsini muhafaza etmek çok kolay değildir. Bir yerlerde unutulması ve kaybolması da her daim olasıdır. Bütün bunlara rağmen günümüz insanı ilk insan kadar mutlu da değildir.

    Sonuç olarak; gelişme, ilerleme, tekâmül hangi düzeyde olursa olsun kapitalist sistem sizdeki doyumsuzluğun farkında olarak sürekli sizi aldatmaya devam ediyor. Bu tuzağa düşmeyen ve direnen fani sayısı yok denecek azdır. Hep daha fazlası dayatılarak sopanın ucundaki havuca ulaşmamız hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. Paradigmayı değiştirmeden bundan kurtulmanın yolu da maalesef mevcut değildir!

    Esenlik dileklerimle,

    Erol Aydın

    Devamını Oku

    DİJİTAL ÇAĞDA RAMAZAN

    DİJİTAL ÇAĞDA RAMAZAN
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Üç aylar; Recep, Şaban derken Ramazan’ın sonuna gelmiş bulunuyoruz. Sayılı gün olduğu için su gibi akıp, geçti. Geçerken de ihya edenler için büyük mükâfat ve kaçıranlar için büyük kayıp oldu. Özellikle büyük şehirlerde artık Ramazan buruk ve boynu bükük geçmektedir.

    Sokağa çıktığınızda % 99’ı Müslüman olan bir ülkede Ramazan’a ait bir emare görmeniz söz konusu değildir. Bazen düşünüyorum, sadece ben mi oruçluyum? Çünkü herkes günlük hayat tezahürüne aynı şekilde devam etmektedir. Müslümanlık artık sadece caminin içine sıkışmış durumdadır. Camilerin bahçeleri dâhil olmak üzere işgal altındadır. Eskiden de herkes oruç tutmazdı, fakat sizin bunu anlamanız mümkün olmazdı. Hayâ, edep, saygı ve ar damarı çerçevesinde insanlar kendilerini ifşa etmezlerdi.

    Küreselleşme sonrasında ortaya çıkan dijitalleşme her şeyi olduğu gibi inancımızı da olumsuz yönde etkilemiştir. Dijital çağ Ramazan’ın da oruç olmadığı gibi buna bağlı ibadet ve ritüellerin hiçbirisine yer yok! Bunun yerine Ramazan eğlenceleri, reklamları, alışverişleri, kampanyaları ve turları var. Bir de oruçsuz iftar sofraları var. Bundan sonra, Ramazan geçmişte yaşanmış ve günümüzde sadece adı kalmış nostaljik bir gelenek olarak popüler kültürün bir objesi olmanın ötesine geçemeyecektir. Bu gidiş bizi sonunda duvara toslayacağımız bir sürece sürüklemektedir.

    Eskiden özellikle Anadolu’da Ramazan ayında kimseye oruçlu musun? Diye sorulmazdı. Bu büyük bir ayıp ve hatta hakaret olarak kabul edilirdi. Şimdi ise çarşıda, pazarda velhasıl her ortamda insanlar size sormayı bırak, sürekli bir şeyler ikram etme çabasında olmaları ibretliktir. Nereden, nereye diye sorsak da maalesef sonuç değişmiyor.

    Ramazan’ın ayrılmaz parçası olan Teravih namazları da yine mahalle camilerinde can çekişmektedir. İlk günlerde dolma noktasında olan camiler sona doğru yaklaşıldıkça yarı yarıya azalmıştır. Daha ilginç olan ise çocuk ve gençler neredeyse parmakla gösterilecek düzeydedir. Gelecek adına büyük kaygı ve endişeye sebep olacak bu gidişat hayra alamet değildir. Geçen gün Teravih namazında caminin boşluğunu doldurmak adına imam birinci safı geriye doğru çekerek bir teselli bulmaya çalışsa da ortaya çıkan görüntü gönülleri yaralamıştır.

    Sonuç olarak; dijitalleşme ile birlikte haz ve hız çağında inanç ve kutsallarımız sürekli aşınarak önü alınamaz bir çıkmaza sürüklenmektedir. Yakın gelecekte Ramazan’ın sadece adı kalacak içeriği tamamen boşalacaktır. Oruç tutmak saklanıp, gizlenen bir ibadet haline gelecektir. Adeta bir kusur ve çağdışılık olarak görülecektir. Yüce Allah sonumuzu hayr eylesin.

    Esenlik dileklerimle,

    Erol Aydın

    Devamını Oku

    YEREL SEÇİMLERİN ARDINDAN

    YEREL SEÇİMLERİN ARDINDAN
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bir seçimi daha barış ve huzur ortamında gerçekleştirmenin sevincini yaşıyoruz. Bu, demokrasinin yerleşmiş olması adına olumlu bir tutumdur. Erdoğan için bazı kesimlerin “diktatör” nitelemesi ise boşlukta kalmıştır. Sonuçları her kesimin büyük bir olgunlukla karşılamış olması yine pozitif bir yaklaşım olarak kayıtlara geçmiştir.

    Bu seçimlerde; aday, vaat, proje ve propagandanın ötesinde içinde bulunulan şartların ortaya koyduğu durum etkili olmuştur. Hayat pahalılığı ve geçim derdi tek başına belirleyici etkendir. CHP’ye sorumluluk ve AK Parti’ye de uyarı ile sonuçlanmıştır. Muhalefet elde ettiği belediyeleri başarılı bir şekilde yönetir ise başarısı kalıcı hale gelecektir. Aksi takdirde emanet oylar yine ait olduğu yerlere dönecektir. Hükümet ise bu süreçte enflasyon konusunda başarılı olursa yine eski kredisini elde edebilir, bütün bunları bize zaman gösterecektir.

    Seçimlerin tek galibi CHP ve bunun dışındaki tüm partiler kaybetmiştir. Odak noktası İstanbul olduğu için de burada Demokrat Parti belirleyici olmuştur. Göstermelik tavşan aday çıkarmış olmasına rağmen oylar CHP’ye kaymıştır. Zaten Demokrat adayı Beştaş, “İmamoğlu, bu oylar benimdir demesin sakın!” diyerek mevcut durumu tescillemiştir.

    Özgür Özel, bu sonuçlarla birlikte rüştünü ispatlayarak; geçici, emanetçi ve eş başkan yaftalarından sıyrılarak genel başkan koltuğuna tam olarak oturmuştur. Kılıçdaroğlu ise ortaya çıkacak olumsuzluk beklentisi sonrasında umutları suya düşerek açtığı ofisin kapısına kilit vurmasa da etkisini kaybetmiştir.

    Yeniden Refah Partisi oylarını artırmış olsa da beklenen sıçramayı yapamamıştır. Fakat gelecekte belki AK Parti küskünlerini derleyip toparlasa da güdük kalmaya mahkûm bir görüntü ortaya koymuştur. İP, Saadet, Gelecek, DEVA, Vatan ve diğer partiler boyunun ölçüsünü alarak sahneden çekilmişlerdir. Bu boşluğu doldurmak adına sütre gerisinde bekleyen Sayın Yavuz Ağıralioğlu artık parti kurmak için harekete geçecektir.

    Liderlik, kaybettiğinde de kitlelerin karşısına çıkarak onlara hitap edebilmektir. Bu anlamda Erdoğan kendisine yakışanı yaparak hem taraftarına moral hem de yol haritasını belirlemiştir. Liderlik, zor zamanlarda ortaya konulan performansla ilgili olduğu için çok makul, olgun, sağduyulu mesajlar vererek duruma hâkim olduğunu göstermiştir.

    Yine Özel’de yaptığı açıklama ile zafer kutlamasından ziyade üstlendikleri sorumluluğun biliciyle hareket edeceklerinin mesajını vermiştir. Bütün bunlar demokrasimizin olgunluğu açısından oldukça kıymetlidir.

    Sonuç olarak; ortaya çıkan durum herkese farklı mesaj ve sorumluluk yüklemiştir. Bu çerçevede herkes misyon ve vizyonunu gereklerini yerine getirirse kazanan hepimiz ve Türkiye olacaktır. Artık çalışma, üretme, kazanma ve kazandırma aşamasına geçmiş bulunuyoruz, herkes işinin başına dağılabilir. Vatan ve millet için hayırlı olsun.

    Esenlik dileklerimle,

    Erol Aydın

    Devamını Oku

    BİR GÜN HERKES TOPRAK SAHİBİ OLACAKTIR!

    BİR GÜN HERKES TOPRAK SAHİBİ OLACAKTIR!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Özellikle büyük şehirlerde yaşayanlar, ev ve daire sahibi olsalar da aslında toprak sahibi değillerdir. Bu yüzden de toprak sahibi olmak aynı zamanda özgürlük anlamına gelir, bu nedenle kimse özgür değildir. Özgür olmadıkları için de mutlu olmaları mümkün değildir.

    Günümüzde özellikle pandemi sonrasında, müstakil, bahçeli ve işlenebilir toprağa sahip bir ev, herkesin hayalini süslemektedir. Ancak adı üstünde bir hayal olduğu için ancak rüyalarda sahip olabilirsiniz. Ekonomideki en temel kurala göre, bir mala talep arttıkça fiyatı da artar, bu nedenle toprak fiyatları da astronomik şekilde artmıştır.

    Her konuda fırsatçı olan halkımız, bu fırsatı da ranta çevirmeyi bilmişlerdir. Verimli tarım arazileri parçalara bölünerek, güya hizmet adına satışa sunulsa da, vatandaşların işine yaramadığı gibi güzelim tarlalar da heba olmaktadır.

    “Gözünü toprak doyursun!” diyerek doyumsuzluğumuzu ifade etsek de, maalesef hiç kimsenin gözü doymamaktadır. İnancımız, değerlerimiz, kutsallarımız ve törelerimiz aksini söylese de tamahkârlığımız sınır tanımıyor. “Topraktan geldik, toprağa gideceğiz” bir slogan olarak dolaşımda olsa da, kimse gereğini yapmıyor.

    Söylemlerimizle eylemlerimiz birbirini tutmadığında, inandırıcılığımız yok olmaktadır. Sırtında yumurta küfesi olmadığı sürece atıp tutmak dünyanın en kolay işidir, ancak ucu bize dokunduğunda her şey alt üst olur.

    Günümüzde herkes, konumu ve pozisyonu ne olursa olsun, kötülükte birbirleriyle yarışmaktadır. Bu durumun kontrolsüz bir hal aldığı için nerede son bulacağı da belli değildir. Meseleyi sorguladığınızda ise herkes masum olduğunu iddia eder, bir önceki aşamada ortaya çıkan problemleri dayanak göstererek kendini temize çıkarmaya çalışır, ancak bu çaba kimseyi kurtarmaz.

    Son yıllarda maneviyatımız büyük bir erozyona uğrayarak inanılmaz şekilde aşınmıştır. Bu aşınma yüzeysel değil, çok derin çatlaklar oluşturmuştur. Geçmişte helak olan toplumlara baktığımızda, benzer şekilde aşırılığın en belirgin özellik olduğunu görürüz, ancak kimse ibret almak istemez gibi görünmektedir.

    Sonuç olarak, eninde sonunda herkesin hayalini kurduğu toprak sahipliği gerçekleşecektir. Fani dünyadan göçerken, 1m² dahi olsa toprak sahibi olarak göçeceğimiz herkesin malumudur. Bundan endişelenmenize gerek yok. Ancak bu sahiplik, diğer tarafta pek işinize yaramayacaktır. Aile ve malınızı geride bırakırken yanınızda sadece azık olarak ameliniz olacaktır. Amel derken, İslam’ın beş şartı sizin vazifenizdir, bunun dışındaki hayatınızın her yönü de amelinizi oluşturur, bunu gözden kaçırmayalım!

    Esenlik dileklerimle,

    Erol Aydın

    Devamını Oku

    DİNLENME TAŞLARININ GÜNÜMÜZE YANSIMALARI

    DİNLENME TAŞLARININ GÜNÜMÜZE YANSIMALARI
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Osmanlı mirasını reddeden bazıları bunu iki sebepten yapmaktadırlar. Birincisi cehaletleri yüzünden ve bilmedikleri için karşı çıkmaktadırlar. Bunlar bir nebze kabul edilebilirler. Fakat ikinci sınıfı kabul etmek ve tolerans göstermek mümkün değildir. Çünkü bunlar soysuzlukları yüzünden bunu yapmaktadırlar ki, bunları muhatap almak ve laf anlatmaya çalışmak boşa kürek çekmek olacağı için onları serbest bırakmak gerekir.

    Osmanlı hiçbir zaman işgali düşünmediği için ele geçirdiği yerleri fethetmiştir. Bu ikisinin arasında çok büyük fark olduğu içinde kimsenin yaşam tarzı ve inancına müdahale etmemiştir. Sadece hizmet ve medeniyet götürerek gönüllere girmiştir. Ortaya çıkan medeniyet aynı zamanda insanların hayatını kolaylaştırarak devletine yüksek aidiyet ve sadakatle bağlı bir ümmet oluşturmuştur.

    Bunlardan sadece küçük bir örnek olarak dinlenme taşlarından bahsetmek meselenin anlaşılması açısından yeterli olacaktır. Eski Osmanlı sokaklarında özellikle çeşme başlarında “dinlenme” veya “hamal taşı” denilen kent mobilyaları inşa edilmiştir. Buradaki amaç, yük taşıyan insanların dinlenmek için oturacakları bir konfor alanı oluşturmaktır. Buradaki incelik, hassasiyet ve insana yapılan yatırım göz kamaştıracak cinstendir. Hiçbir kültür ve medeniyette bu düzeyde bir alicenaplığa rastlamanız mümkün değildir. Bu oturma ve dinlenme taşlarının çeşme başına yapılması ise dinlenirken de su ihtiyacı giderilerek yoluna devam etmek amaçlıdır. Bu taşlar yerden 120 ile 150 cm yüksekte inşa edilir, insanların ergonomik olarak yükünü bırakıp aynı zamanda oturup kalkmasına da yardımcı olurdu. Hali vakti yerinde olan bazı vatandaşlar da evlerinin önüne bu şekilde dinlenme taşı yaptıkları bakidir.

    Bu uygulamanın günümüze olan uzantısına baktığımız zaman ise insanlıktan ne kadar uzaklaştığımızı görmek insanın yüzünün kızarmasına sebep olmaktadır. Evinin önüne kimsenin arabasını koymasın diye bulduğumuz icatlar evlere şenliktir. Bunun yanında günümüz alış-veriş merkezlerinde dikkat ederseniz oturmak için bir tane banka rastlamanız mümkün değildir. Buradaki amaç vahşi kapitalizm sizin durmadan dinlenmeden sürekli hareket halinde tüketim çılgınlığına katılmanızı öngörmektedir. Buradaki ticari bakış açısı ve strateji sizi insan olarak görmediği için oturmanızı ve dinlenmenizi de gerekli görmemiştir!

    Sonuç olarak; Osmanlı’nın dinlenme taşlarından günümüzün oturmama mekânlarına geçen sürede insanlığımızı kaybettiğimiz çok açıktır. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” anlayışı yerini “altta kalanın canı çıksın” ve de “ölen ölür kalan sağlar bizimdir” mottosuna dönüşmüştür. Bu şekilde mazlumun ahı alınarak ulaşacağımız bir refah seviyesinin olmadığı da çok açıktır. Buna rağmen insanoğlu, bencilliği, hırsı ve tamahı uğruna bir medeniyetle birlikte insanı da yok etmede beis görmemiştir.

    Esenlik dileklerimle,

    Erol Aydın

    Devamını Oku

    “İSRAİL’İN TÜRKİYE TEMSİLCİSİ!”

    “İSRAİL’İN TÜRKİYE TEMSİLCİSİ!”
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Dikkat ederseniz başlığı tırnak içerisinde gösterdim. Yani ifade bana ait olmayıp, alıntıdır! Hükümeti eleştirmek için kullanılan bir sosyal medya mesajından alıntı yapılmıştır. Dikkat ederseniz fiil düşüncede kalmayıp, direkt eyleme geçilmiş. Yani hiçbir tereddütte yer bırakmadan kesin hüküm verilmiş!

    Siyonist İsrail Gazze’de masum Filistinlileri soykırıma tabi tutarak katlederken benim vatandaşım kendi hükümetini bu şekilde yargılamaktan zerre hicap duymuyor, gaflet değilse büyük ihanet! Bunu yaparken de Türkiye’de fikir ve ifade hürriyetinin olmadığını da ekleyerek ülkesini güya Batı’ya şikâyet ediyor. Tek adam ve diktatör rejimlerinde bunları yapamayacağını bilerek de yine hükümeti itham ediyor.

    Hükümeti; sevmeyebilirsiniz, eleştirebilirsiniz, içinize sinmiyor olabilir, görüş ve icraatlarını beğenmeyebilirsiniz fakat bu kadar küçülmenin de anlamı olmasa gerek. Kendi halkını koyun ve sürü, kendisini ise allemey-i cihan olarak gören bu zihniyeti Allah ıslah etsin. İçlerindeki öfke ve nefret o kadar yoğun ki ideolojik körlükle eleştiri ile hakaret etmek arasındaki farkı bile görmekten aslında aciz değiller sadece gemi azıya almışlar. Böyle bir hadsizlik dünyanın hiçbir ülkesinde mevcut değildir. Bunu demokrasi, çok seslilik, ifade özgürlüğü ve düşünce olarak açıklamanız mümkün değildir. Bu tür hakaret ve aşağılamalar yine dünyanın her yerinde hukuki sonuçlar doğurur ve yaptırım gerektirir.

    Muhalif kesimim en büyük açmazı muhalefetin bu kadar dağınık ve etkisiz olmasındandır. Taraftarlarına bir umut vaat edemedikleri için de insanlar ya kabuklarına çekilerek pasivize oluyorlar ya da şekilde görüldüğü gibi zıvanadan çıkarak ayarsız bir şekilde küfrederek aslında çaresizliklerini dışa vuruyorlar. Hükümetin yaşadığı bu kadar zorluklara rağmen halen daha devrilmediğini bir türlü hazmedemiyorlar. Her gün muhalif kanalların kerameti kendinden menkul yorumcuları ile moral bulsalar da sandıklar açıldığında hayal kırıklığı çok büyük olmaktadır. Bizde bazı aydınlar ülkesi ve insanına yabancı olduğu için de her seferinde acaba niye böyle oldu diye bir kaygıları olmadığı için de bu düzen bu şekilde devam edip gidiyor. Onlar da hep aynı şeyi yaparak farklı bir sonuç bekliyorlar fakat bu durum eşyanın tabiatına aykırı olduğu için umutları sömürmeye devam ediyorlar. Çünkü karşılarında onlara biat eden bindirilmiş kıtalar hazır bekliyor.

    Sonuç olarak; hükümeti İsrail’in bir şubesi olarak gören bir zihniyeti aslında ciddiye de dikkate de almak doğru değildir. Çünkü bu kişilerde muvazene kaybolduğu için sağlıklı düşünecek durumda olmadıkları bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Yaşadıkları büyük travma onları iflah olmaz bir noktada yok olmaya doğru taşımaktadır. Biz yine de Allah hidayet nasip etsin diyerek, şu mübarek Ramazan günü dua etmek durumundayız.

    Esenlik dileklerimle,
    Erol Aydın

    Devamını Oku

    AYIPLAYANIN, AYIPLASINDAN KORKMAK!

    AYIPLAYANIN, AYIPLASINDAN KORKMAK!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bir topluluk içerisinde yaşıyoruz ve bu toplumun da değer yargıları mevcuttur. Buna ister kültür, ister medeniyet deyin sizi siz yapan değerlerin toplamıdır. Milletleri birbirinden farklı kılan da bu farklı yaşam tarzları olmaktadır. Oturup kalkmanızdan, yiyip içmenize, her türlü tören ve aktivite bu bağlamda tezahür etmektedir.

    Bu anlamda içinde yaşadığımız toplumun genel olarak kınanma ve ayıplama konusunda kesin, bunun yanında keskin kuralları vardır. Bunlar adeta kırmızı çizgiler olarak herkesi bağlamaktadır. Bunun için de herkes, hayatı kendisi için değil başkaları için yaşamaktadır. Kişilerin ortaya koyacağı bir eylemde en büyük kaygısı, “Başkaları ne der?” şeklinde olmaktadır. Oysaki başka toplumlar olaylara daha farklı bakış açısıyla bunu pek önemsemezler. Bizler desinler için iş yapmaya bayılırız. Bu da bizim için çok büyük zafiyet olarak hep problem olmuştur. Sırf desinler diye kendimizi büyük sıkıntıya sokarak maddi manevi birçok zorluğu göğüslemek zorunda kalırız. Her zaman başkalarını takip eder, onlardan aşağı kalmamak için bütçemizi zora da soksa yarışmayı severiz.

    Temel ihtiyaçlar için ortaya konan bu eylemler belki makul olmakla birlikte bunu hiçbir zaman kullanmayacağımız eşyalar üzerinden yapmak anlaşılır gibi değildir. Ortaya çıkan bu rekabet yüzünden üç günlük dünya hayatı cehenneme çevrilse de ne gam yeter ki kimseden geri kalmayalım! Ayrıca günlük ve malayani işleri takip eden bir yapımız olduğu da aşikârdır. Bazı tiplerin, işleri güçleri milleti takip ederek bir açık bulmaya odaklanmak rutin mesailerini oluşturmaktadır. Elde ettikleri malzemeleri acımasız bir şekilde üstüne ilave ve eklemeler yaparak ortaya saçmaları içten bile değildir.

    Burada meydana çıkan sosyolojik algıyı ortadan kaldırmak mümkün olmasa da alacağınız basit tedbirlerle bu çarkın dışına çıkmak da mümkündür. Öncelikle bu tür söylemlerden etkilenmeyecek bir donanıma sahip olmak gerekir. Hayata bakış açısı ve paradigmayı değiştirerek başkaları ne der sarmalından kurtulmak gerekir. Bunu gerçekleştirmek çok kolay olmasa da en azından denemek gerekir. Kendini gerçekleştirmek ve kabuğunu kırmak adına bireysel olarak yeterli olgunluğa erişmek meselenin halli yolunda önemli bir merhale olacaktır.

    Sonuç olarak; ayıplayanın ayıplamasından korkmamak gerekir! O fıtratının gereği olarak bunu yapacaktır. Ayıplanma konusunda kendinizden eminseniz karşı tarafın ne düşündüğü boşa düşecektir. Asıl siz karşı tarafın bu tacizine değer verdiğiniz sürece bunu kırmanız mümkün olmayacaktır. Önemsiz ve değersiz olarak görüp tepkisiz kaldığınızda karşı tarafın elinde ki kozu da almış olursunuz. Böylece karşı tarafı kendi ayıbıyla baş başa bırakarak kendi yolunuza devam etmeniz psikolojik eşiğin aşılmasına adına da son derece önemlidir.

    Esenlik dileklerimle,

    Erol Aydın

    Devamını Oku

    KAAN’A KAYITSIZ KALMAK!

    KAAN’A KAYITSIZ KALMAK!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Bir ülkenin bağımsızlığının en büyük güvencesi milli savunma sanayisidir. Güvenlik en temel ihtiyaç olduğu için de onun yerine başka bir şeyi ikame etmeniz mümkün değildir. Bu gerçekten hareketle özellikle gelişmekte olan ülkelerin bütçelerinde en büyük pay savunma için ayrılmaktadır. Bunun yanında savunma sanayisi gelişmiş bir ülkenin de ekonomik olarak çok güçlü olduğu da yine bir realite olarak karşımızda durmaktadır.

    Bu minvalde Türkiye kendi imkanlarıyla yerli ve milli muharip uçağını prototip de olsa üretmeyi başarmıştır. Böylece de klasmanda bir üst lige yükselmiştir. Bu duruma doğal olarak bütün dünya kayıtsız kalmamıştır. Kaan’a Çin’den Yunanistan’a ve Rusya’dan Amerika’ya kadar her ülke büyük ilgi göstermiştir. Partiler ve siyaset üstü bu başarıya muhalefet bile destek mesajları ile katkı sunmuştur.

    Gelgelelim bizim anlı şanlı muhalif basınımız kayıtsız kalmıştır. Kendisini Cumhuriyet’in savunucu ve diğeri halkların Sözcü’sü olan anlı şanlı gazetelerimiz bir satırla bile olsa ilk sayfalarında yer vermemişlerdir. Ortaya konan başarıyı bir devlet projesi olarak değil, hükümetin bir projesi olarak görmüş olsalar gerek ki es geçmeyi uygun görmüşlerdir. Haber değeri olarak görmedikleri bu olay yerine sekiz sütuna manşet olarak Şevki Yılmaz’ı dillerine dolamışlardır! Ne büyük gazetecilik başarısı, bunu da halkın takdirine bırakıyorum.

    Böyle büyük bir başarı hikâyesinin hükümetin seçim propagandasına güya malzeme yapılmasına tepki ortaya koysalar da vatandaş arka planda ki zihniyetlerini bildiği için amaçlarına ulaşmaları mümkün olmamıştır. Kaan için üretilen ilk parçasını, “Kalorifer peteği” olarak itibarsızlaştırmaya çalışmışlar daha sonra proje başarıya ulaşınca da kulp takmaktan geri kalmamışlardır. Güneşin balçıkla sıvanmadığı gibi bütün dünyanın takdirini kazanan bu proje de hedefine ulaşmış olacaktır. Kendi değerlerine bu kadar yabancı ve bağnaz bir tutum dünyanın hiçbir yerinde görülmüş değildir.

    Kaan konusunda insanlar üç sınıfa ayrılmış durumdadır. Kayıtsız ve şartsız bu başarıyı takdir edenler. Meseleye ideolojik körlükle tamamen kayıtsız kalanlar. Başarıyı kabul etmekle birlikte; Kaan uçtu ama gibi çekincelerle muhalefet şerhi koyanlar olarak kategorize olmuşlardır.

    Sonuç olarak; vatanını ve milletini seven hiçbir şahsın kayıtsız kalamayacağı bu mesele de bile ayrışmış olmamız kutuplaşma adına son derece kaygı vericidir. Dosta güven ve düşmana korku salan bu gelişme de daha önce kendisini ispatlamış olan İHA ve SİHA’lar önemli bir referans ve güvence olmuştur. Kaan’ı kaale almayanları millette kaale almayacaktır. Ok yaydan çıktı, dönüşü olmayan bu yolda Türkiye yüzyılı başlamıştır! Tanrı dağlarından, Adriyatik’e Kafkaslardan Afrika’ya kadar bütün bu coğrafyanın gözü üzerimizdedir, bundan daha büyük onur olur mu?

    Esenlik dileklerimle,

    Erol Aydın

    Devamını Oku

    ZEMBEREĞİ BOŞALMAYAN İNSANLARA DAİR

    ZEMBEREĞİ BOŞALMAYAN İNSANLARA DAİR
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Az yemek, az uyumak ve az konuşmak hem inancımız hem de töremizde itidal olarak tavsiye edilmiştir. Bunların her birine ayrı ayrı özen gösterildiğinde hayat herkes için katlanılır olacaktır. Kurallar bütünü olan kadim geleneğimiz yerli yerinde uygulandığında yaşam herkes için çok kolaylaşacaktır. Hayattaki asıl amaçta hayatı kolay kılmak ve kolaylaştırmak olmalıdır! Zemberek özellikle kurmalı saatler için bir yay mekanizması olup, saatin olmazsa olmaz bir parçasıdır. Zembereği günlük hayata uyarladığımız zaman sürekli kendini kurarak konuşmakla anlam bütünlüğü taşımaktadır. Zembereğin boşalması saatin durması demek olduğu için zaman zaman kurulması elzemdir. Zemberekle ilgili olarak, “zembereği boşalmak” diye bir deyim de yine kendini tutamayarak uzun uzun ve sesli gülmek anlamında kullanılmaktadır.
    Bizim burada üzerinde duracağımız tip, zembereği hiç boşalmayanlarla ilgili olmaktadır. Zembereğin boşalmamasından kasıt ise çok konuşmalarıdır. Siz buna ister yaratılış deyin, ister fıtrat deyin ne derseniz deyin sonuçta değişmeyen tek gerçeğin bu insanların çok konuşmalarıdır. Çok konuşmanın aynı zamanda boş konuşmak olduğunu dikkate aldığımızda karşı taraf için çekilmez bir durum ortaya çıkmaktadır. Çok konuşan bu insanlar, karşılarında muhatap bulamasalar bile kendi kendileriyle konuşmaktan da çekinmezler. Bulundukları her ortamda sazı eline aldıkları zaman nefes almadan adeta otomatik bir makine gibi sürekli konuşurlar. Hele bir konu hakkında soru sormanız gerekirse meseleyle ilgili olarak ta Kalu-beladan itibaren anlatmaları işten bile değildir. Bu durumda hayır deme gibi bir refleksiniz de yoksa bu ıstıraba katlanmak zorundasınız demektir. Bu işkence, “Bayburt’un Bayburt olalı gördüğü işkenceden” aşağı olmayacaktır.
    Arada kalmamak, ezilmemek ve mağdur olmamak adına boş teneke misali çok ses çıkaran bu insanlara dur demek için kendi metodunuzu devreye sokmanız gerekecektir. Bu tiplerin en büyük zaafları ise sürekli tekrara düşmüş olmalarıdır. Zaman içerisinde unuttukları ya da önemsemedikleri için aynı mevzuları defaten dinlemek zorunda kalabilirsiniz. Ortaya koydukları eziyet verici durumun farkında olmamaları ise ayrı bir garabet olarak size pes dedirtecek cinstendir.
    Sonuç olarak; çevrenizde zembereği hiç boşalmayan insanlar illaki mevcuttur. Bunlardan kurtulmanın mutlak bir çözümü olmasa da siz zaman içeresinde kendi taktiğinizi geliştirmezseniz sürekli bir mağduriyet sizi bekliyor olacaktır. Arkasından eleştirip üstelik günahını alacağınıza direk yüzlerine bunu iletmeniz kaçınılmak olmaktadır. Bunu bir sefer yaparsanız ömür boyu rahat etmiş olursunuz. Yoksa her seferinde şikâyet ederek hayatı kendinize zehir etmiş olursunuz ki o insanlar için buna değmez.
    Esenlik dileklerimle,

    Devamını Oku

    KONFOR, RUHUN BATAKLIĞIDIR!

    KONFOR, RUHUN BATAKLIĞIDIR!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Konforu tek kelime ile ifade edecek olursak o da rahatlıktır. Bu rahatlık ise günlük yaşamda maddi konularda ve özel bir taleptir. Günümüz haz ve hız çağı bu konseptte adeta tamamlayıcı unsur olarak yerini almaktadır. Başka bir deyişle üçlü saç ayağı ve ayrılmaz üçlüdür.

    İnsanoğlu tarih boyunca nefs ile mücadele etmiştir. Nefs her daim dünya zevk ve lezzetlerini önemsemiştir. Böyle olunca da insan bu dünyaya sadece; yemek, içmek, eğlenmek ve zevk için gelmiş olur ki bu bakış açısı İslami değildir. Bu durum aynı zamanda insani de değildir. Öyle olduğu zaman her daim enayilik işin içine gireceği için bencillikle birlikte paylaşma kültürü de ortadan kalkacaktır. Paylaşma olmayınca sosyal bir varlık olan insanın hayvandan bir farkı kalmayacağı için bu durum sosyal patlamalara da çanak tutacaktır. Oysaki insan salih amel işlemedikçe gerçek anlamda mümin olamayacağı için kendine Müslüman bir varlık olarak yaşamına devam edecektir ki bu durum inanç ve gelenek olarak da kabul edilebilir değildir.

    İnsan, bedenin dışında aynı zamanda ruhani de bir varlık olduğu için burada bir denge kurmak gerekmektedir. Bedenin istekleri dışında ruhun da talepleri yerine getirilmediğinde ortada aslında insan da kalmayacaktır. Burada ruhumuzu kontrol eden ve bize çeki düzen veren vicdan denilen kontrol mekanizması devreye girmektedir. Birçok insan maddi anlamda her şeye sahip olsa da yine de mutlu ve huzurlu olmamasının sebebi ruhunun aç olmasıdır. Bunu açığa çıkaran ise vicdanıdır. Bu sessiz çığlık o kadar etkilidir ki bunu bastırmanın imkânı yoktur. Ruhumuzu huzura kavuşturmanın ve kalbimizin mutmain olmasının yolu başkalarını da düşünmekten geçtiği değişmez bir realitedir.

    Yüce Allah kitabı mukaddeste, “İnsan kendisinin başıboş yaratıldığını mı zannediyor?” diyerek ikaz ve uyarısını yapmaktadır. Bu uyarıyı es geçenlerin bu dünyada huzur bulmaları ihtimal dâhilinde değildir. Burada çok açık mesaj vardır ve bunu doğru okumak gerekir. Yapılan ibadetler sadece bir görev olup bizi zirveye taşıyacak ve mutlu sona ulaştıracak olan hayatımızı Kur’an çerçevesinde tanzim etmek olacaktır. Hayatımızın her alanında ortaya çıkan konfor istek ve talebi bizi Kur’an çizgisinden saptıracağı için ruhumuzun bundan zarar görmesine sebep olacaktır. Aşırı konfor ve lüks bizi gerçek anlamda Allah’a kul olmaktan uzaklaştıracağı için ruhumuzun da bataklığı olacaktır.

    Sonuç olarak; konfora olan düşkünlüğümüzü azami ölçüde frenlediğimiz takdirde ruhumuz bu tuzağa düşmekten alıkonacaktır. Aksi takdirde debelendikçe daha da derinlere batacağımız bir girdap bizi bekliyor olacaktır. Bu devirde bunu başarabilmek çok kolay olmasa da o yolda olmak safımızın belli olması açısından mühimdir.

    Esenlik dileklerimle,

    Erol Aydın

    Devamını Oku

    Oldum Demek, Öldüm Demektir!

    Oldum Demek, Öldüm Demektir!
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    İnsanoğlu çok karmaşık bir yapıya sahiptir. Her bir insan farklı bir âlemdir. Bu yüzden dünya dediğimiz yeryüzünde sayısız ve sonsuz bir çeşitlilik mevcuttur. İnsanı anlamaya çalışmak, aslında bitmeyen bir uğraş ve sürekli bir çabadır.

    İnsan; duygusu, düşüncesi, coşkusu, sevinci, değerleri, kutsalları ve hissettikleri ile çok bilinmeyenli bir denklem gibidir. İnsanın söylediklerinden ziyade; duruşu, oturup-kalkması, tavır ve davranışları aslında karakterinin dışa yansımasıdır. Her insan bir nefis taşır, dolayısıyla günlük hayatta nefsimize zor gelecek birçok olayla karşılaşırız. İnsanın kalibresi ve değeri iyi günde değil, zor günlerde ortaya çıkar. Bu yüzden insanlar hakkında hüküm verirken acele etmemek, onları farklı konum ve şartlarda test etmek gerekmektedir.

    İçinde bulunduğumuz toplum, yaşadığımız çevre, ilişkide bulunduğumuz insanlar ve takıldığımız mekânlar, gelişim açısından son derece önemlidir. Bilişim çağı, bilgiye ulaşma konusunda kolaylık sağlarken, bilgiyi talep etmek de önemlidir. Aksi takdirde, bize hiçbir değer katmayan popüler kültürün çarkları arasında yok olup gitmek içten bile değildir.

    Kültür ve medeniyet dediğimiz süreç, yüzyıllar boyu oluşan birikimlerin sonucudur. Dolayısıyla, kendi değerlerimize sahip çıktığımız, onları özümsediğimiz sürece var olmamız mümkün olacaktır. Aksi takdirde, ortaya çıkan aşınma ve yıpranma nedeniyle canlı birer ceset olmamız kaçınılmazdır. İnsanın oluşumunda aidiyet ve sadakat önemli bir yer tutar. Bunu kaybettiğinizde geriye bir şey kalmayacaktır.

    Kendimizi yenilemek ve bakış açımızı büyütmek adına ilme sarılmalıyız. Günlük siyasi tartışmalar, malayani gündemler zaman kaybı ve israftır. Bilgi ile donanmak ve tefekkür etmek bize yeni kapılar açacaktır. Akıllı insan için ilim ve bilgi sahibi olmak sonsuz bir ihtiyaçtır. “Oku” ile başlayan bir kitabımız ve “ilim Çin’de de olsa arayın, bulun” diyen bir peygamberimiz olduğu için çok şanslıyız. Fakat bu şansı yeterince iyi kullandığımız söylenemez. Bazı insanlar okumadan, kulaktan dolma bilgilerle kendisini allameyi cihan olarak görmektedir. Bu ne büyük yanılgı ve gaflettir. Her şeyi bilen adam aslında hiçbir şeyi bilmiyor demektir. Bu tür insanlar size bir katmayacağı için oradan hızla uzaklaşmanız sizin lehinize olacaktır.

    Sonuç olarak; boş teneke çok ses çıkardığı için boş insanları da bu benzetmeden yola çıkarak tespit edebilirsiniz. Hele bir insan, “Ben oldum diyorsa aslında ben öldüm!” demekle eş anlamlı olacağı için siz de bir kanaatin oluşması gerekir. Siz, en yakınızdaki 5 kişinin ortalaması olduğunuz için de bu konuda çok titiz ve seçici olmanız elzemdir.

    Esenlik dileklerimle,

    Erol Aydın

    Devamını Oku