Yerli kelimesi, kendi içinde bir özgüven ve övünme manasını barındıran, söylerken sol yanımızda bir kabarma etkisi bırakan hoş bir kelimedir. Yerli; yurda özgü, o yurdun niteliklerini içinde barındıran anlamına gelir. Bizden olan, bize ait gibi bir iftihar içerir. Hepimizin çok sevdiği, çok kullandığı ama içi yine bizim tarafımızdan yerli yersiz boşaltılmış bir kelimedir. İçeriğini idrak edemediğimiz gibi, kullanırken de bilinçli veya bilinçsiz ihanet ettiğimiz bir kelime. Bizden habersiz sahnelenen bir tiyatronun, canımı en çok yakan, hiç sevmediğim bir oyuncusu gibi.
12-18 Aralık tarihleri arasında işlemeye çalıştığımız belirli gün ve haftaların, o klasik içi boşaltılmış işleniş biçimine kurban ettiğimiz, belki de yaşadığımız bütün sorunların ilk önce ele alınması gereken konusu.
12 Aralık 1929’da TBMM’de İsmet İnönü’nün yaptığı bir konuşmada ele alınan ulusal ekonomi, yerli üretim ve tutumlu olmayı içeren bir konuşmaydı bu. Yıllar sonra, 1946’da bunun belirli gün ve haftalar olarak kutlanması kararı verildi. 1983’te adı değiştirilerek “Tutum, Yatırım ve Türk Malları Haftası” olarak yeniden düzenlendi.
O günlerden bu yana okullarımızda veya başka kurumlarımızda kutlanıp anlatılmaya ve işlenmeye çalışıldı. İdrak etmekten öte, göstermelik kutlamalarla işlenegeldi. Birçok konuda, olayın özüne inip algılamak yerine, kâğıt üzerinde kalan amacından uzak işleyişlerimize devam ederek, içi boş kola içip Alpler’den gelen çikolataları yiyerek kutladık.
Bugün bu konuyu ele alış sebebim, bu kutlamaların şeklinden çok, konunun özüne inmek ve dikkat çekmektir. Cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarda Atatürk’ün başlattığı milli ekonomi, milli üretim, milli sanayi konularından ne kadar uzaklaşıp, hatta kendimizi nasıl kandırıp, bir ülkenin geleceğini yıllar içinde izlenen politikalarla nasıl ipotek altına teslim ettiğimizi göz önüne sermektir.
Yerli olduğunu sandığımız ama sermayesinin büyük bir kısmını yabancıların elinde tuttuğu birçok firma ile ülkemizin ekonomisi bir oyuncak gibi kullanılmaktadır. Bu sebeple, ülke siyasetimiz ve hatta dış politikamız dahi müdahaleye açık bir hale gelmiş; kapitalist ve sömürü ülkelerinin amelesi durumuna düşmüş; yerken, içerken, giyinirken bile onlara hizmet eder hale gelmişiz.
Eskiden Hayat Bilgisi ve Coğrafya derslerimizde çok sevdiğim bir cümle kullanırdık: “Türkiye kendi kendine yetebilen ender ülkelerden biridir.” Nedir kendi kendine yetebilmek? Dışarıdan bir şey ithal etmeden hayatını sürdürebilmek manasına gelir ki bu, muazzam bir olaydır.
Yıllar içinde usul usul, sinsice bu en büyük gücümüzü elimizden aldılar. Önce tarım, sonra sanayi derken her alanda kendi ürettiklerini bize satıp, sonra sattıklarına bağlı olarak yan ürünlerini iki katına Türk insanının emeğini sömürerek kapımıza dayayıp sattılar.
Yüzölçümü yedide birimiz kadar olan Bulgaristan’dan saman ithal ettik; Konya’ya küfür eder gibi. Hayvancılığa en müsait dünya toprağında yaşarken dışarıdan et ithal ettik. Dünyanın en zengin mutfağına sahipken, AVM’lerin süslü, şatafatlı binalarında hamburger kemirir olduk.
O kadar ormanımız varken, çocuklarımıza Çin’den kanser kokan kurşun kalemler getirip “Ne Mutlu Türküm Diyene” yazdırdık. Dünyanın her türlü otomotiv markasına kapımızı açıp, otomobilden daha pahalıya gelen yedek parçalarını alıp servisin yolunu tuttuk. Kars’ın, Erzurum’un o muhteşem lezzetli büyükbaş hayvanlarını yok sayıp, hastalıklı etlerle insanımızı besledik. En son öyle bir noktaya geldik ki İngiltere’nin çöplerini satın alıp geri dönüşümde kullanmak gibi muazzam bir başarıya imza attık.
Bu zincir öylesine uzayıp gidiyor ki akıl almaz noktalara ulaşıyor. Bu konuları araştırırken beni en çok üzen, tohum meselesi olmuştur. Tarıma öylesine büyük zararlar veriliyor ki resmen tohumla bizi işgal etmiş durumdalar.
Bir dönemin tahıl ambarı olan Türkiye, İsrail’in stratejik silah olarak kullandığı tohumun işgali altında. Belki bu tohum konusunun ayrı bir çalışma ile ele alınması gerekir; öylesine geniş boyutlu bir araştırma gerektiriyor.
Çocukluğu tarım işçiliği ile geçmiş biri olarak, hatırladığım tohum çıkarma teknikleri vardı babamın. Bölgemizin ünlü kavununda bunu özellikle hatırlıyorum. İçerisinde koyu renkli tek bir çekirdeği çıkan kavunun tohumunu, bir yıl sonra ekmek üzere alır, kurutur, saklardık.Kendi tohumumuzdan bir sonraki yıl kavun üretir, hatta tohumu olmayan diğer çiftçilere bu tohumdan verirdik. Ancak 31 Ekim 2006’da çıkarılan garabet bir kanunla yerli tohum üretimine yasak getirildi. Yerli tohumla üretim yapan çiftçiye destekleme verilmemesi kararı alındı. İsrail’in böcekleri çeken, sonra o böceklerle mücadele için ilaçlarını satan, o ilaçlarla toprağımızı öldürüp sağlığımızı bozan sistemine mahkûm edildik. Bozulan sağlığımıza yine onlardan ilaç alıp tedavi görmek için hastanelere koştuk.
Bu konuda, dünyanın en büyük ilaç devlerinin komplike bir sistemle, tohumdan başlayarak sağlık, gübre ve zirai ilaç gibi birçok unsurla bizimle dalga geçtiklerini gördüm.
Tohum meselesine dair ayrıntılı bilgim olmadığı için Ziraat Fakültesi’nde Profesör Doktor olarak görev yapan Necmi İşler hocamla görüştüm. Duyduklarım beni şaşkına çevirdi. 2017 yılı resmi rakamlarına göre, iki yüz yirmi milyon dolarlık hibrit tohum ithal etmişiz. Bu tohumlardan elde ettiğimiz tarımsal gelirin ise yalnızca yüz kırk altı milyon dolarda kaldığını öğrendim. Ayrıca, yerli bildiğimiz birçok tohum firmasının yabancı sermaye ortaklığına sahip olduğunu ve stratejilerin onların kontrolünde olduğunu öğrendim.
Bu konuda konuşulacak o kadar çok şey var ki bu köşe yazısının bir zerre gibi kalacağını düşünüyorum. Şeker üretimini bitirmiş, tütünün canına okumuş, fındığın cenaze namazını kılmış bir tarım uygulamasının neden uygulandığını sorgulamadan geçemiyorum.
Bu ülkeye âşık bir fert olarak, siyaseti, inançları ve kör dövüşünü bir kenara bırakarak, içinde bulunduğumuz derin uykudan uyanmayı umut ediyorum.
En başa dönerek Atatürk’ün başlattığı milli kalkınma hamlesine dönmeli, her alandaki işleyişi gözden geçirip kendi öz değerlerimize sahip çıkarak yeni, yerli (milli) politikalar üretmeliyiz. Yerli kavramını içi boşaltılmış, alakasız yalanlarla süsleyerek iç politika argümanı olarak kullanmaktan vazgeçmeliyiz.
Söz konusu, kendi ülkemizin geleceği. Geleceğini ipotek altına aldığımız gençler bizim gençlerimiz; bu ülke de bizim ülkemiz. Dış siyasette kafa tuttuğumuz, “şer odakları” diye nitelendirdiğimiz ve slogan atarak lanetlediğimiz güçlerle ancak bu şekilde baş edebiliriz. Kolayı yere dökerek, artık noter huzurunda satılan kendi paramızla aldığımız iPhone’larımızı kırarak milli bir duruş sergilemek, bana çok gülünç geliyor.
Yeniden kendi kendine yetebilen, iç dinamiklerini konuya özne yaparak yerel unsurlarını tarımda, sanayide, sağlıkta ve tekstilde harekete geçirerek tam bağımsız bir içe dönüş gerçekleştirmeliyiz. Eğer siyasi bir ittifaka ihtiyacımız varsa, bu ittifak yereli şaha kaldırmak adına olmalıdır.
Artık yerel bir uyanışa sahip olduğumuz dinamiklerin kıymetini bilmeye ve onları sonsuza kadar yaşatabilecek bir anlayışa ihtiyacımız var.
Dünyanın en güzel ülkesi Türkiye. Kimseye ihtiyacı olmadan ayakta durabilen yiğit bir sevgili o. Günübirlik aciz siyasi hamlelerle o sevgilinin elini ayağını bağlamaktan vazgeçip, onun önünde sonsuz ufuklar açmalıyız.
Bizim kimsenin hamburgerine, hastalıklı tohumuna, sapına samanına, bilmem ne kadara satılan tütününe ihtiyacımız yok. Bizim, biz olmaya, bilinçli olmaya ve birbirimizi kısır siyasi söylemlerle kandırmadan bir dirilişe ihtiyacımız var.
Bizim, “Yerli Malı Yurdun Malı” masalını şahlanış hikâyesine dönüştürmeye ihtiyacımız var.
BİZİM BİR AN ÖNCE TÜRKİYE OLMAYA İHTİYACIMIZ VAR…
Musa Göçer
KÖŞE YAZILARI
18 saat önceGENEL
18 saat önceGENEL
18 saat önceGENEL
18 saat önceSPOR
18 saat önceEKONOMİ
18 saat önceGENEL
18 saat önce