SESSİZLİK REJİMİ

SESSİZLİK REJİMİ

Mehmet Uygar Keleş kaleme aldı...

ABONE OL
13 Aralık 2025 03:15
SESSİZLİK REJİMİ
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Türkiye’de medyanın başına gelenleri tek tek olaylar üzerinden okumak, ormanda tek ağaca bakıp yangını kaçırmak gibi. Oysa yangın 2010’dan beri yanıyor. Alevi bazen RTÜK yükseltiyor, bazen bir savcı körüklüyor, bazen de bir yayın yönetmeni koltuğunu kaybederek dumanı görünür kılıyor. Sözcü TV’de yaşananlar, Fatih Altaylı’nın YouTube’dan cezaevine uzanan yolu, Mehmet Akif Ersoy’un bir sabah tutuklanması…

2010, bir milat. O yıl medya, artık sadece “haber” üreten bir alan olmaktan çıktı; siyasal mühendisliğin doğrudan hedefi hâline geldi. Medya sahipliği değişti, sermaye el değiştirdi, gazetecilik ile iş insanlığı arasındaki sınır silindi. Gazete patronu, enerji ihalesi kovalayan müteahhit oldu. Televizyon kanalı, iktidarla pazarlık masasına oturan bir araca dönüştü. Bu dönüşümün ardından yasa geldi, yönetmelik geldi, ceza geldi. Hepsi “düzenleme” adıyla.

RTÜK, bu dönemin en işlevsel aparatlarından biri oldu. Eskiden uyarı veren, para cezası kesen bir kurulken; zamanla yayıncıların ensesinde nefes alan, hangi cümlenin kaç saniye süreceğini belirleyen bir otoriteye dönüştü. Ceza artık ölçüsüzdü. Aynı ifadeyi kullanan iki kanaldan biri görmezden gelinirken, diğeri haftalarca ekran karartma cezası aldı. Bu bir hukuk meselesi değil; bu bir terbiye mekanizmasıydı. “Haddini bil” diyen bir devlet refleksi.

Ama klasik medya yetmedi. Çünkü insanlar artık televizyondan değil, telefondan bakıyordu hayata. YouTube, Twitter, Instagram… O yüzden 2020’lerden itibaren hedef büyüdü. Sosyal medya yasaları çıktı. “Dezenformasyonla mücadele” denildi. Kulağa masum geliyordu. Kim yalan habere karşı çıkar ki? Ama metnin içine gizlenen cümleler başka bir şey söylüyordu: Devlet, neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar verecekti. Hakikat, savcının takdirine bırakılacaktı.

Fatih Altaylı tam bu zeminde tutuklandı. Yıllarca ana akım medyada yer almış, sistemin içinden konuşmuş bir isimdi. Ne radikaldi ne de marjinal. Ama YouTube’da konuşmaya başlayınca başka bir yere geçti. Televizyonun filtreleri yoktu artık. RTÜK yoktu. Editör yoktu. Cümleler daha doğrudandı. Ton daha sertti. Ve bir gün, o cümleler “tehdit” sayıldı. Bir yorum, bir analiz, bir benzetme… Hepsi dosyaya girdi. Sonrası tutuklama, hapis, caydırıcılık. Mesaj netti: Ekran senin olabilir ama sınırlar hâlâ bizim.

Mehmet Akif Ersoy dosyası ise başka bir katmanı gösterdi. Burada mesele ifade değil, itibarın sıfırlanmasıydı. Uyuşturucu, ahlak, örgüt iddiaları… Gazetecilikle doğrudan ilgisi olmayan ama kamuoyunda güçlü bir leke bırakan suçlamalar. Bu tür dosyalar, savunma yapma imkânını baştan zayıflatır. Çünkü artık tartışılan şey haber değil, karakterdir. “Ne dedi?” sorusu yerine “Nasıl biri?” sorusu gelir. Medya böyle susturulur. Kalem kırılarak değil, kişi itibarsızlaştırılarak. (Mehmet Akif Ersoy tasvip ettiğim bir haberci değil benim gözümde; geçmişi, yaptıkları vs. savunacak değilim diyerek bir parantez açma zorunluluğu hissettim.)

Sözcü TV’de yaşananlar ise bu zincirin kurumsal boyutu. Toplu işten çıkarmalar, ani yönetim değişiklikleri, belirsiz yetki alanları… Bunların hiçbiri tesadüf değil. Muhalif bir kanalın, tam da bu iklimde, kendi içinde sert bir yeniden yapılanmaya gitmesi; medya alanının ne kadar kırılgan olduğunu gösteriyor. Burada kimsenin kişisel niyetini tartışmaya gerek yok. Sonuç önemli: Yayın çizgisi tartışmalı hâle geliyor, gazeteciler güvensizleşiyor, izleyici şüpheye düşüyor. Baskı bazen dışarıdan gelmez; içeriden kurulur.

Peki sadece bu üç isim mi? Elbette hayır. İsimleri manşet olmayan, tutuklanmayan ama oto sansürle yaşayan yüzlerce gazeteci var. Haberi yazmadan önce avukatına soran muhabirler, köşesini yumuşatan yazarlar, canlı yayında cümlesini yutan sunucular… Bu tablo, görünmez ama en etkili baskıdır. Çünkü kimse zorla susturulmaz; herkes kendi kendini susturur.

Bu noktada sorulması gereken soru şu: Bu bir demokrasi krizi mi, yoksa “keser döner, sap döner” mi? Yani bugün gücü elinde tutanlar, yarın aynı mekanizmaların hedefi olabilir mi? Tarih bu soruya net cevaplar verdi. Güç, denetimsiz kaldığında adalet üretmez; korku üretir. Bugün alkışlanan düzenleme, yarın bizzat düzenleyeni vurur. Medya hafızası uzun, devlet refleksi kısadır.

2010’dan bugüne kurulan sistem, eleştiriyi suçla, haberi tehditle, yorumu düşmanlıkla eşitleyen bir sistem. Bu sistemde gazeteci ya “makbul”dür ya da “sorunlu”. Arası yoktur. Ve sorunlu olanın başına ne geleceği, artık sürpriz değildir.

2010 yılından sonra Türkiye neler yaşadı? Yaşanılanlardan kaçımızın doğru bir şekilde haberi oldu? Balyozdur, Ergenekon’dur, casusluktur diyerek neler geldi başımıza… 2015’ten sonraki sürece bakalım; bombalar patladı, büyükelçiler vuruldu, uçaklar düşürüldü, açılım rezaletinin faturaları çıkmaya başladı… Liste uzayıp gider… Peki bugün ne oluyor? Kaçımızın herhangi bir konuda bir bilgiye tam olarak sahip olduğunu kim söyleyebilir? Kaç tane omurgalı haberci var?

Bu yüzden mesele Yılmaz Özdil değildir, Fatih Altaylı değildir, Mehmet Akif Ersoy değildir. Mesele, sözün başına gelenlerdir. Mesele, kimin neyi, nerede, hangi tonla söyleyebileceğinin devletçe belirlenmesidir. Buna alışılırsa, geriye gazetecilik kalmaz. Sadece bülten okuyan memurlar kalır.

Ve en tehlikelisi şudur: Bu düzen kalıcı sanılır. Oysa hiçbir baskı rejimi kalıcı olmadı. Ama her baskı rejimi, ardında ağır bir enkaz bıraktı. Medya bu enkazın tam ortasında duruyor. Ya altından kalkacak ya da altında kalacak. Başka ihtimal yok.

En az 10 karakter gerekli
Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.


HIZLI YORUM YAP