SARI SAÇLARINDA HİLALİM,MAVİ GÖZLERİNDE YILDIZIM VAR…

SARI SAÇLARINDA HİLALİM,MAVİ GÖZLERİNDE YILDIZIM VAR…

ABONE OL
9 Kasım 2024 13:24
SARI SAÇLARINDA HİLALİM,MAVİ GÖZLERİNDE YILDIZIM VAR…
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Yaşam o bildik hızıyla akıyor ve yoruyordu. Güzel işler yapıyor, lakin yine de kendimi bir boşluğun sonsuz düşüşünde buluyordum. Girift bilmecelerin girdabında savruluyor, edebiyat dünyasının bazen saçma sapan gelen bazen de gönlümü ısıtan nadide demlerini yaşıyordum. Eylül bitmişti şairin dediği gibi…Bu gidişle Ekimde biter Kasım dayanırdı kapıya. Güzel bir aydı Kasım. Bittiği sanılan bir şarkının sonsuza kadar sürecek ezgisinin kulaklara miras bırakılışına şahitlik etmiş bir hikâyenin adıydı Kasım. Birçok güzel ismin portresini yazmış, gönüllere taşımıştım, lakin yaklaşan Kasım bir göreve çağırıyor gibi daha gelmeden yüreğime selamlar gönderiyor, “PAŞA’nı yazmayacak mısın?”diyordu. Evet o benim PAŞAM’dı. Benim harcım değil onu yazmak, kalemimin gücü yetmez buna demek,acziyet ve bir kaçış olurdu. Onu yazmak en çok benim hakkımdı dedim. Çünkü ben onu en çok sevenlerdendim. Uykusuz geceler geçiriyor, yaşadığım her şey bu odaklanmanın gölgesinde kalıyordu. Gönlüm zihnimi tezgâh eylemiş ilmek ilmek onu işliyordu. Bu bir biyografi yazısı olmasın, bu bir Anadolu türküsü,‘Anadolu Türkü’nün türküsü olsun istiyordum. Zira o tür yazıya her yerde ulaşmak ve okumak mümkündü. Bu yazı hep beraber söyleyeceğimiz söylerken içimizi titretecek ve bizi birbirimize daha çok bağlayacak bir türkü olsun istedim.
Kalemimi mavi gözlerinde ki hokkaya bandırıp sarı saçlarını divit Anadolu’mu kâğıt eyleyip çıktım yola. Sen yolumu kolay eyle ey rabbim.

Sene bin sekiz yüz seksen bir. Baba Ali, Ali Rıza. Bu topraklarda sevgilidir Ali, rıza almaksa öğretidir. En sevilenlerin rızasını almayanların adamdan sayılmadığı bir töre yaşar bu topraklarda. Ana ise öz, asıl, cevher manasına gelen o bildik asil duruşlu mütevazı analardan Zübeyde Ana. Haziranda başını eğmiş Anadolu’nun uzayıp giden ovalarındaki buğday tarlalarının sarısını saçlarında, üç tarafı denizlerle çevrili adı aşk olan toprakların denizlerinin mavisini gözlerinde taşıyan bir çocuk getirirler dünyaya. O acı dolu bir evde dünyaya merhaba dedi. Kendinden önce üç kardeşi ölmüş, doğduğu evi bir matem yerine çevirmişti. Bu yüzden hem anne hem baba için o çok özel, çok kıymetli bir varlıktı. İşte bu duygular içindeki bir ailede başladı bütün bir Türk milletinin gönlüne uzanan yolculuğu. Bize de hoş geldin paşam demek kaldı. Hoş gelir sefa gelir zulme ve çaresizliğe karşı göğsünü gerip zeybek oynayan yiğit. Hoş gelir sefa gelir kendi kaderini milletinin kaderiyle birleştirip destanlar yazacak olan yiğit.

O muhteşem olarak isimlendirilen çok milletli, çok dilli ve çok güçlü bir yapı olan Osmanlı’nın bir ferdi olarak dünyaya geldi. O muhteşem şarkı bitmiş, gücü tükenmiş, takati kalmamış hüzünlü bir şarkı gibiydi artık. Anadolu savaş yorgunu aç sefil ve darmadağındı o dünyaya geldiğinde. Hızla kan kaybediliyor dört bir tarafta başarısız sonuçlar alınıyor, zafere ve başarıya alışmış bir millet mağlubiyetler zinciri içinde perişan yaşıyordu.
İşte bu resim içerisinde dünyaya gelmiş ve bir çocukluk geçirmiş Mustafa, herkesin bildiği o klasik eğitim öğretim kademesinin basamaklarından geçiyor ve Türk tarihinin en büyük komutanı olma yolunda hızla ilerliyordu.

Farklıydı, aykırıydı. Herkesin mutlu olduğuyla mutlu olmuyor, başka düşünüyor, başka seviyor, başka bakıyordu hayata. Dini temayüllerin ağır bastığı bir ailede, molla olarak görülen bir ananın dizinin dibinde büyümüş olmasına rağmen Manastır Askeri Lisesi’nde Fransız filozoflarının yasaklanmış eserleri ve şiirle tanıştı. Sabaha kadar gizlice Voltaire, Russo, Montesquieu ve Namık Kemal okudu. Belki de böylece onun için hiç bitmeyecek özgürlük şiirinin şairi olma yolculuğu başlıyordu. Ve ölümünün üzerinden yıllar geçse de topraklarının ozanları onun Samsun’dan bir daha gelmesini hayal edecek ve türkülerine taşıyacaktı.

Sana hasret sana vurgun gönlümüz
Neredesin mavi gözlüm
Nerde nerede neredesin dost
Bu gemi bu Karadeniz
Sarı saçlım mavi gözlüm
Nerde nerede neredesin dost
Ararım izini Dolmabahçe’den
Bir daha dönmez mi bu yola giden
İçimde sen, gözümde sen
Sarı saçlım mavi gözlüm
Nerde nerede neredesin dost

Babasının ölümünün ardından zor günler yaşayan Mustafa her zaman üniforma giymek istemiş, bu aşk ile yanıp tutuşmuştu. Bir üniforma da bir adama ancak bu kadar yakışırdı. Üniformanın içinde çok yakışıklı duruyor, bu ona özgüven olarak geri dönüyordu. O artık bu milletin ordusunun bir komutanıydı. O yaşlarda etnik kimlik çeşitliliklerine, batı ve Musevi kimliklerine yakından tanıklık etti. Genç Mustafa Kemal artık imparatorluğun içinde bulunduğu durum için gerçekçi çözümler düşünmeye başladı. Artık o yaşananları hazmedemeyen ve ulusu için endişelenen, gittikçe karanlıklaşan insanının geleceği üzerinde kafa yoran genç bir devlet adamıydı. Endişeliydi, endişesini büyük güçlerin desteklediği ajanlar, azınlıkları imparatorluğa karşı kışkırtıyor her geçen gün biraz daha büyüyen sorunlar teşkil ediyorlardı. Bin sekiz yüz doksan sekizde Girit adası ile ilgili bir sorun Yunanlılar ile aramızda bir savaşa yol açtı. Askerlerin cepheye gidişini izleyen ve bundan çok etkilenen Mustafa Kemal artık büyük düşlerin sahibi, idraki oturmuş Türk Milleti’nin geleceğine talip bir komutan olmuştu belki de farkında bile olmadan.

İki yıl sonra eğitimini tamamlayan Mustafa, Osmanlı’nın efsane kenti, Yahya Kemal’in Aziz İstanbul’u için hazır ve nazırdı. O artık İstanbul Harbiye Okulu öğrencisi idi. İmparatorluğun kalbi sayılan o kutlu şehir yüreğinin tam ortasından ikiye bölünmüştü. Bir yanı sefalet içinde yaşayan arka semtlerin sakinleri Türkler, bir yanda ticaretle uğraşan azınlıkların oluşturduğu Pera gibi yerler vardı. İmparatorluğun iç işleri ve ekonomisi tamamen yabancıların kontrolünde ve sarsılmaz hâkimiyetinin gölgesi altında can çekişiyordu. Türkler kendi ülkelerinde, kendi topraklarında adı konulmamış bir esaret yaşıyordu. Hani şair diyor ya:

Öz yurdunda garipsin öz vatanında parya…

Kardeşin kardeşi sattığı, dost denilenin dostun darağacında ipini çektiği bir dönemden geçiliyordu. Harp okulunda da durum bundan çok farklı değildi. Okulun şartları sağlıksız, padişahın casusları ile dolu bir ortamdı. Bin sekiz yüz doksan dokuzda bu okulun piyade sınıfında eğitime başlayan Mustafa Kemal ilk başlarda yalnızdı. Belki de ömrünün sonuna kadar yalnız, anlaşılmayan bir adamın zaferlerle dolu yaşamına biz yabancıydık. Algılamakta ve anlamakta zorluk çeken belki de hep bizdik. Bu süreçte Ali Fuat Cebesoy dostluğu ona bir nebze nefes olmuş, o artık adından bahsedilen ve sağda solda ülkenin geleceğine dair fikirler beyan eden, bilenen, hayaller kuran ve bir milletin geleceğine talip olan bir şahsiyetti. O dönemde Ali Fuat ile içinde bulunulan ümitsiz durumu anlatan bir gazete çıkaran Mustafa, geleceğe dair fikirleriyle etrafındaki insanları etkileyen ve giderek siyasallaşan bir konuma geliyordu. Hırslanıyor, bileniyor ve yeni bir hükümet kurmanın ve arkadaşlarına görev dağıtmanın ve kendini lider olarak görmenin hayallerini kuruyordu.

Bin dokuz yüz beşte Harp akademisinden yüzbaşı olarak mezun olan Mustafa Kemal yasa dışı yazılar yayınlamak suçundan kısa bir süre hapis yatıp sonra Şam’a sürgün bir komutan olarak gönderilir. Görkemli bir meslek hayatının başlangıç noktasındaydı artık. Ve henüz yirmi dört yaşındaydı.
O genç yaşta İstanbul kapılarına dayanan tarihi bir geleneğin son kahramanı, son başkomutanıydı. Hayalleri vardı. Uykuları firari, yedi içtiği zehirdi. Çünkü milleti fakr-u zaruret içinde harap ve bitap düşmüştü.

Şam’daki üç yıllık sürgün boyunca çok okuyup çok düşünüyordu. Şam’da yalnızdı ve çevresindeki koşullar nedeniyle depresyon ve uykusuzluğa sürüklendi. Bu sırada ordunun, milletin ve devletin halini irdeleyip üzerinde çözüme yönelik fikirler geliştiriyordu. O kadar çok okumuştuki, fikir düzeyi artık:
-Şu ana kadar okuduğum onca filozoflar arasında insanlığın iyiliği için gerçekçi çözümler sunan birine rastlamadım. Diyordu.
Diğer subayları ve halkı top yekûn bir mücadeleye hazırlamak için Vatan ve Hürriyet adında gizli bir örgüt kurdu ve parolası:

Özgürlüğün olmadığı yerde ölüm ve yıkım vardır. Her türlü ilerleyişin ve kurtuluşun çözümü özgürlüktür.

Bu olaylar yaşanırken İttihat ve Terakki ondan önce davranıp bir hareket başlatıyor ve Mustafa Kemal Jön Türkler olarak adlandırılan bu hareketin etkisiz bir elamanı olmaktan öteye gidemiyordu.O dönemde küçülmeyi ve balkanlardan geri çekilerek Anadolu topraklarına sahip çıkmayı öneren Mustafa Kemal’in bu tezi taraftar bulamıyor ama yıllar sonra Misakı Milli olarak karşımıza çıkacak,oradan da Türkiye Cumhuriyeti’ne uzanan bir hale dönüşecekti. Bir yıl sonra padişah ve taraftarlarının Jön Türklere karşı başladığı hareketin kurmay başkanlığına atanan Mustafa Kemal başında olduğu orduyu da Hareket Ordusu olarak adlandırdı. Bu dönemde Genelkurmay’a yazdığı mektuplarda “ulus” ve “ulusal istenç” terimlerini kullanıyordu. O güne kadar kullanılmayan bu terimler geleceğin bir habercisi gibi Anadolu semalarında süzülen bir turna gibiydi.
Trablusgarp ve Balkan yenilgileri bu milletin yaşamına demir bir yumruk gibi indi. Bu dönemde yaşanan Enver, Cemal ve Talat Paşa hikâyelerine hiç girmeyeceğim. Karanlık, karanlık olduğu kadar da bilinmeyenlerle dolu bu süreç bir muamma olarak kalsın. Lakin şunu söylemek isterim ki her Mustafa’nın bir Enver’i hep olmuştur, hep olacaktır.

Dünyada büyük bir savaş vardı ve Türk Milleti bu savaşın tam ortasında kalmış bir yangın yerinde yaşıyordu. Doğuda sıkışan Ruslar, İngiliz ve Fransızlardan ellerini rahatlatmalarını isteyince, Churcill1915’te İstanbul işgali için Boğaz Harbi olarak bilinen o savaşı başlatır ve Mustafa Kemal 19. Tümenin başına Yarbay olarak Gelibolu’da görevlendirilir. O sıralar gözden kaçan bu olay bir savaşın kaderini değiştirecekti ve bu Boğaz Harbi tarihe mal olmuş bir kahramanın dünya sahnesine çıkışının başlangıcı olacaktı.

Boğazlar dünya hakimiyeti için vazgeçilmez bir konumdaydı ve mutlaka geçilmesi gerekiyordu. Tarihi bir hesaplaşmanın da içten içe ateşi yanıyor ve Çanakkale Boğazı’na düşman gemileri dayanıyordu. Eşine benzerine rastlanmayan bu soysuz kuşatmayı milli şair Mehmet Akif:

Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızcatehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle- “bu: bir Avrupalı! “
Dedirir -yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!…
Böyle anlatacaktı.

Büyük bir savaş yaşanıyor ve bu büyük savaş her hareketi ile ordusunun ön saflarında çarpışan Mustafa Kemal’i büyük bir kahramanlığa taşıyordu. O şartların zorluğu ile değil, hayalleriyle ilgileniyor ve artık tarihin ona düşlediği her şeyi vereceğinden emin bir eda ile askerlerine:
-Ben size taarruzu değil ölmeyi emrediyorum. Diye sesleniyordu. Artık bir dönüm noktasında olan millet varoluş savaşını kazanıyor görkemli İngiliz ordusu büyük bir yenilgi yaşıyor Türk Milleti’nin kırılmış olan umudunu yeniliyor ve yine Türk Milleti’nin ufkuna yeni bir güneş doğuyordu. Çanakkale onun tüm dünyada adını duyuran ve oradan tüm kuzey cephesinin başına geçmesini sağlayan büyük bir komutan olarak zaferle bitirdiği bir savaş olmuştur.

Bu zafer kaçınılmaz olanı engellemeye yetmedi ve yaşanan olaylar sonucu büyük bir işgal başladı. Milletin kaderi Mondros’ta kaderine terk edilmiş ve aziz İstanbul teslim edilmiş, İngiliz gemileri boğaza demirlemişti. Tam işgal günü İstanbul’a gelen büyük komutan bu gelişin bir gidişi olduğuna büyük bir inanç taşıyor ve bu inanç onu Anadolu’ya götürecek ve o destansı hareketi başlatmasına sebep olacaktı. Artık Türk Milletinin Kurtuluş Savaşı mavi gözlü devin önderliğinde başlamıştı. Samsun’da doğan bağımsızlık güneşi Amasya’dan bütün bir Anadolu’ya ayağa kalk emrini veriyordu.

Artık olmak ya da olmamak üzerine büyük bir savaş başlamıştı ve bu savaş Türkiye Cumhuriyeti’ne uzanan bir destana dönüşecekti. Bu destan dünyanın en güzel destanı ve en büyük komutanını gönlümüze taşıyacak yeni, pırıl pırıl bir ülke armağan edecekti.

Tarihi olaylara girmeden paşamı anlatayım istemiştim ama onu Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı olmadan anlatmak bir şarkının notalarını çalmak olacaktı. Bu sebeple asıl mevzu Atatürk’ü anlamak konusunu, paşamın türküsünün sonuna bıraktım. O birilerine göre din düşmanı, birilerine göre putlaştırılmış “Beton Kemal” , Stalin’e göre faşist, Hitler ve Mussolini’ ye göre komünist, bazılarına göre ise diktatör oldu. Ama burada gözden kaçan tek şey,O Türk Milleti’nin ATATÜRK dediği bir sevdanın adıydı. Bazı konularda belki hata yapmış olabilirdi. En nihayetinde o da bir insandı. Şartların bu kadar olumsuz olduğu bir dönemde kendi istikbalini değil de bütün bir milletin istikbalini düşünmüş bir adamı acımasızca eleştirmek yerine oturup anlamak ve incelemek yoluna gitmek gerekir diye düşünüyorum.
Atatürk ne kutsallaştırılıp tapılacak bir motiftir ne de aşağılayıcı bir eda ile küstahça ele alınacak bir motiftir. O BU MİLLETİN ÖZGÜRLÜK ŞARKISININ SOL ANAHTARIDIR.

Bu on kasım yeni bir milat olsun isterim. Bunca ihanet yaşamış bir milletin onu yeniden incelemeye ve devrimlerini, yapmaya çalıştıklarını tekrar anlamaya çalışması gerektiğini düşünüyorum. Onun varlığı ile savaşmak ya da onu kutsamak yerine onun gözünden dünyaya bakmaya ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Herkesin yaşam biçimi, felsefesi ve tercihleri kendini ilgilendirir. Ne İslam inancımız ne de asırlık devlet geleneğimize O gölge düşürmemiş, aksine değişen dünya şartları içinde çok daha güçlü bir şekilde varlığımızı devam ettirmemiz için mücadele etmiş, hayatını adamış bir adamdır.

O bütün bir dünyanın kahramanlığını kabul ettiği bir adamdır. O Roosevelt’in “Benim üzüntüm, bu adamla tanışmak hususundaki şiddetli arzumun gerçekleşmesine artık imkân kalmamış olmasıdır.”dediği, O Vladimir İlyiç Lenin’in, emperyalistlerin gururunu kıracağına inandığı bir devrimcidir. O büyük bir özgüvenin ve cesaretin örneği, İngiliz General Sir Charles Townshend’in “Ben şimdiye kadar on beş hükümdar ve cumhurbaşkanı ile özel ve resmi konuşmalar yaptım. Bu geceki kadar ezildiğimi hatırlamıyorum. Mustafa Kemal’de büyük bir ruh kudretinin esrarı var.”dediği adamdır. O bir tek bizim, hakkıyla tanıyıp anlamakta yetersiz kaldığımız, kendini bizim varlığımıza adamış bir aşkın adıdır.

O Aşık Veysel’in ağıt yaktığı, O Neyzen’in paşası. O Nazım’ın Kuvayi Milliye Destanı’nın kahramanıdır. O bir millete genlerinde esaretin olmadığını anlatıp özgürlük iksirini yeniden içiren muhabbet ceminin sakisidir.

Bugün on kasım. Bugün bir yas günü değil anlamak, algılamak,ve birlikte söylemekten onur duyduğumuz bir şarkının doğum günüdür. Gelecek nesillerimize bu şarkıyı yeniden söylemeyi öğretmenin vakti tam bugündür. Onu zeybek oynarken izlettirip asaleti, at üstünde duruşu ile cesareti, Kocatepe’den Afyon Ovası’na bakarkenki duruşu ile pes etmemeyi, devrimleri ile yenilikçiliği öğretelim. Geldikleri gibi giderler diyen adamın emperyalist sömürücülere karşı verdiği savaşı ve dik duruşu çocuklarımıza yudum yudum içirip onları ufku geniş, vatanına aşık, milletine sarsılmaz bir bağla bağlanmış Mustafa Kemal’ler olarak yetiştirelim. Haydi, bugünü onu anlama, onu yeniden tanıma bayramı sayıp bir bayram sabahı kucaklaşması ile onunla yeniden kucaklaşalım.

SARI SAÇLARINDA HİLALİM, MAVİ GÖZLERİNDE YILDIZIM KALDI PAŞAM.
HAYDİ BİR DAHA ÇIK GEL SAMSUN’DAN PAŞAM

MUSA GÖÇER…

En az 10 karakter gerekli
Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.


HIZLI YORUM YAP