Tamamen tarafsız bir gazeteci olan Temel, sokakta büyük bir azgın köpeğin küçük bir çocuğa saldırdığını görmüş. Köpek tam çocuğu parçalayacakken, bir delikanlı kahramanca elindeki sopayla köpeği etkisiz hale getirmiş. Bizim Temel, olayın kahramanını bulmuş ve sormuş: “Mümin bir genç, maşallah! Hangi cemaattensin?” Delikanlı da gayet sakin cevap vermiş: “Ne cemaati, ben bir Atatürkçüyüm.” Ertesi gün Temel, gazetesinde olayı şöyle haber yapmış: “Atatürkçüler, sokak ortasında zavallı bir köpeğe sopayla saldırdı! Köpeğin durumu kritik, gencin dış mihraklarla bağlantısı araştırılıyor.”
Bu fıkra, aslında tam da günümüzün trajikomik medya anlayışına ışık tutuyor. Sanki her köşe başında bir Temel var, herkesin haberi kendine göre, herkesin gerçeği işine geldiği gibi. Ama keşke sadece fıkralarda kalsaydı, değil mi? Gerçek hayatta da aynı manşetlerle karşılaşmak giderek daha sık mümkün oluyor.
Medyanın yazmadığı bir haberi paylaşmadan önce, takvimi biraz geriye sarmakta fayda var: Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ile tanıştığımız yıllar, 2000’lerin başına denk gelir. Amerika, önce Afganistan’ı, sonra da Irak’ı işgal ettiğinde tüm dünya yeniden şekillenmeye başlamıştı. Bu projeyle Türkiye’ye de bir eş başkanlık rolü biçilmişti, sanki haritayı baştan çizmeye aday olmuşuz gibi. O dönem bize “mayın temizleme” adı altında bazı dayatmalar da yapılmıştı, sınırlarımız bile bu temizlik furyasından nasibini aldı. Şimdi, yıllar sonra komşu İran’dan gelen haberlere bakınca işlerin aslında ne kadar sistematik ilerlediğini görüyoruz: İran, 2025’e kadar 2 milyon düzensiz göçmeni sınır dışı edeceğini açıkladı.
Peki bu “düzensiz göçmen” meselesi tam olarak ne anlama geliyor? İran’da bulunan yaklaşık 5 milyon Afgan’dan 2 milyonunun kapı dışarı edileceği söyleniyor. Fakat bu göçmenlerin rotası, tahmin edebileceğiniz üzere, doğrudan Türkiye’ye çevrilecek. İran’ın doğusunda Afgan sınırına 930 kilometrelik duvarlar örülmeye başlandı bile. Duvarın bir tarafı kapalı, ama diğer tarafı ardına kadar açık! Yani “Bu göçmenler nereye gidecek?” sorusunun cevabı kocaman bir muamma değil: Van üzerinden Türkiye’ye giriş yapacaklar. Türkiye, sanki bu akını bekliyormuş gibi kollarını açmış durumda mı dersiniz?
Aslında İran’ın aldığı bu göçmen kararları, uzun süredir beklenen bir “göç dalgası”nın ayak sesleri. İran yönetimi, göçmenlerin ülkede ekonomik sorunlara, istihdam ve uyuşturucu ticareti gibi problemlere yol açtığını öne sürerek sınır dışı işlemlerini hızlandıracağını söylüyor. Ancak bu göçmenlerin bir kısmı tekrar geri dönecek mi? O konuda İran yetkililerinin de pek bir güveni yok. Tıpkı Türkiye’nin yıllardır kapısından giren Suriyeli mülteciler gibi, İran da göçmen sorununun üstesinden gelmek için sert tedbirler almaya çalışıyor. Ancak bu tedbirlerin sonuçları, Türkiye sınırında patlak verecek gibi duruyor.
Geçmişte sınırlarımızdaki mayınları temizleyip, bugün kapıları açarak milyonlarca insanı ülkeye buyur ettiğimiz düşünülürse, İran’ın göçmenleri sınır dışı etme kararını göz ardı edemeyiz. Bu “göç” işi, bir iki ülkenin sınırlarını koruma çabasından öteye geçti artık. Büyük küresel projelerin tetiklediği bu akımlar, sınır güvenliği ve demografik yapıyı tehdit eder hale geldi. Türkiye, İran’ın 2 milyon göçmeni sınır dışı etme planını izlerken, muhtemelen bu insanların Türkiye’ye akın edeceğini de hesaba katmalı. Van’da sınır güvenliğini artırdığımız günler geride kaldı mı dersiniz?
İşin bir de siyasi boyutu var. İran Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan, bu göçmenlerin ülkeye getirdiği ekonomik ve sosyal sorunların altını çizerken, tıpkı 2011’de Türkiye’nin Suriyelilere “geçici koruma” statüsü tanıması gibi, göçmenlerin geri gönderilmesinin şart olduğunu vurguluyor. Ancak işte o “geçici koruma” statüsü, yıllardır süregelen bir misafirliğe dönüştü. Sahi, geçici olan neydi? Göçmenler mi, yoksa bizim göç politikasındaki belirsizliğimiz mi?
İran’ın 2025’e kadar alacağı bu önlemler, Türkiye için ciddi bir göç dalgasının kapılarını aralayabilir. Şu an Van’dan çok sayıda giriş olmaya başladığı iddiaları da cabası. Türkiye, ya Avrupa ve BM ile iş birliği yaparak bu durumu kendi lehine çevirecek ya da yeni bir demografik ve ekonomik yükle karşı karşıya kalacak.
Ülkenin geleceği, bu göç politikalarının nasıl ele alınacağına bağlı gibi görünüyor. Gelecek, artık sınırlarımızda değil; göç dalgalarıyla birlikte evlerimizin içine kadar girmiş durumda.
Evlere girmek deyince…
Gurbette çalışan Temel, yıllık izne çıkıp memleketinde iki hafta tatil yaptıktan sonra geri dönmüş ve köylüsü Dursun’a memleketten haberler vermeye başlamış: “Memlekete kar yağdu, kurtlar köye kadar inmiş!” demiş. Dursun hemen sormuş: “Peçi, zarar verdiler mi?” Temel cevap vermiş: “Çilli horozu çakal kaptı!” Dursun: “Peki, bizim Karabaş ne yapmış?” Temel, “Sizun eşek, Karabaş’a tekme atıp öldürdü,” demiş. Dursun şaşkınlıkla: “Ula, eşek hep değirmende dururdu, bahçede ne işi vardı?” diye sormuş. Temel, “Değirmenden rahmetli babanın tabutunu getiriyordu!” demiş. Dursun dehşete kapılmış: “Uyyy, babam mı öldü?” Temel yine sakin bir şekilde: “Evet ya, ananun ölümüne nasıl dayansın?” diye eklemiş. Dursun bu kez hüzünle: “Ah anam ah!.. O da mı öldü?” Temel’in cevabı ise yine soğukkanlı: “Öldü ya, eviniz yanarken kurtaramadık.” Dursun son darbeyi almış: “Uyy, ocağım söndü!” Ama Temel yine moral vermeye çalışmış: “Yok uşağum, o kadar da değil! Ben köyden çıkarken ana ocağın hala yanıyordu!”
Bizim durumumuz da Dursun’dan farksız. Memleket yangın yerine dönmüş durumda.
Çiftçi yanıyor!
İşçi yanıyor!
Memur yanıyor!
Esnaf yanıyor!
Kiracı yanıyor!
Durumu bize “O kadar da kötü değil! Bakın, ocağınız hala tütüyor!” diye yutturmaya çalışıyorlar.
Amerika’nın eski senatörlerinden John Randolph, siyasi rakibi Edward Livingston için şu sözleri söylemiş:
“Şahane yeteneklere sahip fakat ıslah olmaz bir şekilde yozlaşmış bir insan. Tıpkı ay ışığındaki kokmuş bir palamut balığı gibi, hem parlıyor hem kokuyor.”
Bütün bu yangınların ortasında, sarayda kiracı olduğunu beyan eden bir Cumhurbaşkanımız var. Ne de olsa, 1.200 odalı sarayı bir sonraki “kardeşimiz” devralacak! Zaten hepimiz bu dünyada geçici değil miyiz? Üç günlük dünyada birer kiracı! O yüzden Diyanet İşleri Başkanımız da lüks makam aracını satın almamış, sadece kiralamış. Ne diyelim, mütevazılık müessesesi!
Yöneticilerimizin durumu tam bir “Mahalle yanar, bacım saçını tarar” durumu. Millet açlıktan ölürken, makam arabası alan mı ararsınız, uluorta sucuk ekmek partisi yapan mı? Hepsi var, çok şükür. Çünkü “Balık baştan kokar!” diye bir deyimimiz var! Bizim de parlayan yöneticilerimiz çok şükür bolca var; ama kokusu burnumuza kadar geldi artık.
Memlekette “siyasi fıkralar” yazmak için çok fazla malzeme var. Üstelik hepsi komik değil, biraz da acı. Çünkü memleketin gerçekleri, fıkralardan çok daha trajikomik hale geldi. Erken seçim mi? O, bize lazım. Çünkü millete geçim, devlete biçim lazım.
Ne kadar erken, o kadar güzel!
Mehmet Uygar KELEŞ
KÖŞE YAZILARI
18 saat önceKÖŞE YAZILARI
18 saat önceGENEL
18 saat önceGENEL
18 saat önceGENEL
18 saat önceGENEL
18 saat önceGENEL
18 saat önce