KÖR NOKTA

KÖR NOKTA

ABONE OL
22 Ağustos 2024 00:15
KÖR NOKTA
2

BEĞENDİM

ABONE OL

Budizm’de yaygın anlatılardan biridir “Körlerin Fil Tasviri”.
Kralın emriyle getirilen doğuştan kör altı adam, filin farklı yerlerine götürülür ve fili tutmaları, tuttukları şeyin “neye benzediğini” tarif etmeleri istenir.
Kuyruğu tutan “Fil bir halata benziyor” der,
hortumunu tutan, yılana benzetir,
dişlerini tutan, “Fil, mızrağa benziyor” der,
gövdesini tutan, duvara benzetir,
kulağını tutan yelpazeye,
bacağını tutan altıncı kör de ağaca benzetir.

Görülür ki, elde ettikleri verileri, yaşadıkları deneyimlerden oluşan hatıralarına göre değerlendirip tarif ettikleri için yaptıkları değerlendirmeler hatalı olur. Zihinlerinde filin bütünsel bir resmi olmadığından, elleriyle deneyimledikleri şeyin “ne olduğu” konusunda hiçbir fikirleri olmaz. Velhasıl, doğru bilgiye ulaşmak ve yanlış sonuca varmamak için bütüncül bir yaklaşımın şart olduğuna dikkat çekilmek istenir. Tıpkı hayatta ve siyasette de olduğu gibi.

Gerçekleri kavrayabilmek için daha geniş bir çerçeveden bakmalı, sorgulamalı, araştırmalı, uyanık ve dikkatli olmalıyız ki “körlerin fil tarifi gibi baki tarifi” yapmayalım.

Son günlerde yaşananlara baktığımızda, “Körlerin Fil Tasviri” hikayesinin aslında mecliste yaşanan tartışmalara ne kadar da benzediğini fark etmek zor değil. Özellikle Can Atalay ile ilgili oturumda gerçekleşen yumruk olayı, bazı siyasilerin “hukukun üstünlüğü” kavramını ne kadar esnetebileceğinin açık bir göstergesi oldu. Herkes kendi tuttuğu parçayı tarif etmekle meşgul; kimisi yumruğu mızrak, kimisi sadece bir refleks olarak görüyor.

Anayasa Mahkemesi’nin kararları ise adeta filin görünmeyen bir parçası gibi; kimse ona tam olarak bakmak istemiyor, dokunanlar bile neye dokunduklarını anlayamıyor. Meclisin hukukçuluğu ise, kör adamların fili tanımlama çabasından pek farklı değil. Bir grup diyor ki, “Bu kararlar bizim için bağlayıcı değil, fil yokmuş gibi davranabiliriz.” Diğer grup ise, “Hayır, burada bir fil var, ama biz onu görmezden geliyoruz,” diyerek kendi körlüklerini sergiliyor.

Bu hikayede asıl önemli olan, topluma anlatılan filin ne olduğu değil, bu fili nasıl tanımladığımız. Gerçekleri kavramak, doğru yola varmak için sadece bir parçaya değil, bütün resme bakmak gerek. Eğer bu bakış açısını benimsemezsek, mecliste her gün yeni bir “fil tanımı” yaparak, halkı daha da körleştirmeye devam edeceğiz.

Ancak mesele sadece filin farklı parçalarına dokunan kör adamların hikayesi değil. Psikoaktif bir içecek olan Ayahuasca Çayı gibi, toplumun bilinçaltına dokunan ve algılarını değiştiren başka şeyler de var.

Ayahuasca, Amazon ormanlarında yaşayan yerli halklar tarafından binlerce yıldır kullanılan bir içecek. Bu güçlü halüsinojen içecek, iki bitkinin karıştırılıp kaynatılmasıyla elde ediliyor ve birlikte kaynatıldıklarında ortaya çıkan aktif bileşenler, insanın algısını tamamen değiştiriyor. Dinî ritüellerde kullanılan bu çay, bazılarına göre Tanrı’ya ulaşmanın bir yolu.

Bu çay, Amazon ormanlarında yaşayan çok sayıda yerli kabile tarafından dinî, tıbbî, sosyal ve sanatsal yaşamlarında binlerce yıldır kullanılmaktadır.

Yıl 21 Şubat 2006. ABD Yüksek Mahkemesi, halüsinasyon etkisi yapan ilaçların kullanılmamasını istisnasız herkese zorunlu kılan bir kanundan, New Mexico’daki bir kilisenin muaf tutulmasına karar veriyor. Amaç, “Centro Espirita Beneficiente Uniao do Vegetal” isimli kilisenin imanlı üyelerinin yalnızca “hoasca çayı” içtiklerinde Tanrı’yı anlayabileceklerine inandıklarını beyan etmeleri ve mahkemenin bu beyanı kanıt istemeksizin kabul etmesi. Üstelik bu çayın yasa dışı ve halüsinojenik bir madde olan “dimetiltriptamin” içerdiği bilinmesine rağmen.

Oysa aynı Yüksek Mahkeme, 2005 yılında, kimyasal tedaviye katlanmak zorunda olan ve acı çeken kanser hastalarının ağrı, sızı ve bulantılarını hafiflettiğini ispatlayan çokça bulgu olmasına rağmen tıbbi amaçlı esrar kullanan hastaların tümünün federal davalarda suçlu bulunacağına hükmetmişti. Bu hüküm, uzman doktor denetiminde kullanımın yasallaştırıldığı az sayıdaki eyaletlerde bile geçerli hale getirilmişti.

Görülüyor ki mevzu din ve din adamı olunca nasıl da yolu yöntemi bulunuyor. “Sorgulamadan biat edilen, üzerinde tartışılamayan her inanç, fikir, kural her ne olursa körlüktür,” diyenler haksız mı şimdi?

Sayın Cumhurbaşkanımız, okuduğu bir şiir yüzünden bu ülkede ceza almadı mı? Hatta aldığı bu ceza yüzünden ne milletvekili seçilebilmişti, ne de başbakan olabilmişti. Neyse ki, zat-ı şahanelerinin her dönem için bir imdat simidi her zaman bulunduğundan, o dönem kriz bir şekilde giderilmişti. Kriz giderilmesine giderildi; ancak sayın Cumhurbaşkanımızın her zaman ifade ettiği düşünce ve fikir özgürlüğü konusu herkes için geçerli değil mi? Herkes için geçerli olması gereken ifade özgürlüğü, sadece belirli bir zümre için mi var? İfade özgürlüğü mü, yoksa sadece “kabul edilebilir” ifadeler mi serbest?

Bir ay önce sahih hadislerden örnek verdi diye hakkında yakalama kararı çıkartılan YouTuber “Diamond Tema” ile başlayan süreç, şimdi başka isimlere doğru ilerliyor. Sizden olmayan herkes, bir şekilde susturulacak mı? Her şeyin bir kılıfı var, minareyi çalan kılıfını hazırlar misali. Ancak bu kılıf ne kadar dayanır? Sorgulamayan, düşünmeyen, okumayan, konuşmayan bir halk mı istiyorsunuz? Halk sizin isteklerinizi yerine getirmeyince, yeni bir halk mı yaratacaksınız?

İspanyollar, Ebu Abdullah’ın hıçkırıklara boğularak ağladığı tepeye “Puerto del Suspiro del Moro” (Mağripli’nin İç Çekişi) adını koyar. Halk arasında ise burası “Arabın ağladığı yer” ya da “Arabın son nefesini verdiği yer” olarak bilinir. Ebu Abdullah Muhammed’in annesi Ayşe’nin söylediği iddia edilen bir söz ise ibret vericidir.

Hikaye şöyle gelişir: XI. Ebu Abdullah Muhammed, şehri teslim ettikten sonra ailesiyle birlikte sarayı terk eder. Bir süre mecburen ikamet edeceği el-Buşurrat (Alpujarras) bölgesine gitmek için dağdaki patikayı tırmanırken, bir kayanın üzerine çıkar ve Elhamra Sarayı’na bakarak ağlamaya başlar. Gözyaşları içinde dudaklarından şu sözler dökülür: “Elveda Elhamra, elveda Endülüs…

Bu manzarayı gören annesi Ayşe Hatun, oğlunu azarlar: “Ağla hain, ağla. Uğrunda savaşmayıp, erler gibi koruyamadığın memleket için şimdi kadınlar gibi ağla…

Ben annenin bu cümlesini çok önemsiyorum. İş işten geçtikten sonra ağlamanın, dizlere vurmanın bir anlamı kalmıyor. Kaybettiğin vatan, koruyamadığın ormanlar, şehirler, topraklar geri gelmiyor. Sessiz işgal – aslında artık sessiz de sayılmaz, tehlike bangır bangır geldi bile – yeni yasa ve imtiyazlarla devam ediyor. Sırada Irak meselesi var, vize meselesi var.

Tehlikelerin boyutunu, hainleri hepimiz anladığımız gün korkarım ki çok geç olacak. Ağlamak için de, önlem almak için de…

Gel de şimdi George Orwell’ın 1984 adlı eserinde yazdığı şu cümleye hak verme:

Öyle bir zaman gelecek ki, bazı ülkelerde bazı yöneticiler halklarını kendi istedikleri şekil ve inançlara eviremeyeceklerini anlayıp, dışarıdan kendilerine uyan başka toplumları getirip onlara vatandaşlık verecekler…

Bunu ülkecek idrak ettiğimizde inşallah, “Uğrunda savaşmayıp, koruyamadığımız memleket için ağlamayız…

Keyifli günler dilerken bile utanır olduk.
O nedenle sağlıklı , bol okumalı, sorgulamalı aydınlık günler diliyorum.

Mehmet Uygar Keleş

En az 10 karakter gerekli
Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.


HIZLI YORUM YAP