Ah, insanın iç dünyasında söylenmeyenlerin, söylenemeyenleri toplamıdır. Ah, suskun bir isyan, gizli bir hasret, Kaf dağını aşamayan Anka’nın feryadı, sevgiliyi özleyen aşığın inlemesidir ah.
Divan edebiyatında da çok işlenmiş bir konudur ah. Sevgilinin güzelliği, yanağındaki gamze, gülüşündeki sır, bakışındaki efsun, yüzüne dökülmüş zülfün adı olmuştur ah. Aşığın rakibi, ayrılığın isyanı, sevgilinin acımasızlığı, nazı, zulmü ve dahi gamı bir ah ile işlenmiştir.
Ah, bazen ok olmuş sevgiliye atılmış, (Kirpiklerini ok eyle vur sineme öldür beni) bazen de seher yelinin sırtına yüklenip yarin saçlarını dağıtsın diye esmiş usul usul.
Her dönemde yazanın, çalanın, özleyenin, yani bizim, yani insanın hakkı olmuş ah. Lakin geldiğimiz noktada görüyoruz ki artık ah en çok edebiyatın hakkı olmuş.
Bu yazı belki de değirmenine su taşıyıp ama yine de en çok bizim şikâyet ettiğimiz edebiyat dünyasına bir tenkit yazısı olarak algılanmasın. Bu bir öz eleştiri değil, kalemimiz, yüreğimiz ve edebi birikimimizle aynı masanın etrafına oturup hasbihal etme arzusu niyetine sayılsın. Biraz mizah, biraz taşlama, biraz da “çuvaldızı kendine, iğneyi başkasına” babında edebiyatın iç muhasebesi olsun istedim.
Evet okumuyoruz. Okumayı teşvik etmiyoruz. Sığ bir dünyanın bedbaht yolcularıyız. Bu mevzuyu ele alırken bir takım okuma oranları veya kişi başına düşen gayri safi milli kitap sayısına hiç girmeyeceğim. O oranlar zaten yıllarca malumunuz. Ben burada televizyonda izlediği bir dizinin sabahında kitapçıya gidip “Yaprak Dökümü’ nün kitabı çıkmış sizde var mı?” diye soran gencime de seslenmeyeceğim. Ben burada Goethe ve Faust’u bilen ama hangisini hangisinin yazdığını bilmeyen yetişkinime de seslenmeyeceğim. Sözümüz edebiyat dünyasının yazan, yayınlayan, satan, çeviren, dağıtan, düzenleyen, yayın dünyamızın ve eğitim sistemimizin her bir parçasına ayrı ayrı gelsin.
Yayı gerip oku önce kendi sinemize atalım.
Sevgili okuduğundan çok yazan yazar kardeşim. Yazmak ve üretmek eylemi kutsal bir eylemdir. Yazdıkların iz bırakmayacaksa yıllar sonra bile durumu arz ile mecbur olan bir insanın, senden bir cümle ile halini arz edip, nasılsın diye sorulduğunda “aynı gökyüzü aynı keder” diye senden cümlelerle cevap veremeyecekse kaleminin emeği boşuna değil mi? Adı kahraman, yazdıkları şimdi taze ama ertesi gün küf tutacak olan kardeşim. Hiç düşündün mü, o kitaplarını koynuna bastırıp fuarda imza kuyruğunda bekleyen ortaokul çocuğunun dimağında bıraktığın duygu zehirlenmesinin vebal olduğunu?
Dolmadan taşanların, okumadan yazanların sinesine gelsin edebiyatın gönül yayında gerip fırlattığı ilk ok…
Sevgili yayıncı, narına yan demeyeceğim ama hak etmediğini söylemekte dilsiz şeytan olmaya talip olmaktır. Bu yaptığın düpedüz ahlar ile inleyen bir edebiyat yaratmak. Hiç düşündün mü neden ömrü iki yılı geçmeyen bir sürü yayınevi var? Hiç düşündün mü bir süzgeçten geçmeyen eserleri ve o eserleri yazan insanların gerçeklerle yüzleşmesi ve daha iyisini üretmek için teşvik edilmesi gerektiğini? Üç beş kuruş birikmişini aldığın ve bastığın kitapları bir büyük apartmanın bodrum katında ucuz yollu kiraladığın deponda çürütüp sonra geri dönüşüme göndermenin bir zulüm olduğunu hiç düşündün mü? Neden dolandırıldığını, kandırıldığını düşünüp ayakkabı değiştirir gibi yayınevi değiştiren yazarların enflasyonu seni üzmüyor mu sevgili yayıncı? Editöre bile göndermeden, (Hoş editörün var mı? Ondan da emin değilim) basıma değer olup olmadığını, ulaştığı insanda kitaba karşı olumsuz bir refleks geliştirip geliştirmeyeceğini hesap etmeden, nasıl olsa masrafımı peşin peşin aldım diyerek o kitabı basmanın edebiyata zulüm olduğunu düşün artık istersen. Belki de bu senin ömrünü uzatacak bir karar olacaktır.
Bu ok da depolarda küflenen, yurdumun en güzel ormanlarından kopup gelen kâğıtlardan üretilmiş kitapların gönül yayından gerilip yayıncının sinesine fırlatılan ok olsun.
Ön adında edebiyat, yazar, şair ismini kullanarak ahbap çavuş ilişkisi içerisinde körlerin sağırları ağırladığı, edebiyata her gün yeni ufuklar açan! Sevgili derneklerimiz. Sözüm ne bir siyasi partinin arka bahçesi oluşunuza, ne üç beş kuruş destek almak için bir takım erklerin emirleriyle hareket edip kendi çevrenizdeki üç beş insanla hep aynı dizilişte verdiğiniz etkinlik pozlarına. Sözüm edebiyatta lokomotif olmanız görevi ile kurulmuş olmanıza rağmen bir abs sistemi ile çalışıp edebiyata takoz olmanıza. Ah be kardeşim sen etrafındaki üç beş insanla kasıla kasıla poz verip hep aynı kadro (hem dinleyici hem hitap edenlerin aynı olduğu) ile mutlu mesut demler geçiresin, yaptığın işin birkaç yerel basında yer alsın, günü kurtar diye var edilmedin. Sen bulunduğun topraklarda yeni yazarlar, yeni şairler çıkmasına vesile olasın, onların etnik kimliklerine, sana yakınlık ve uzaklığına bakmaksızın önlerini açmak, edebiyata yeni soluklar kazandırmakla yükümlüsün. Ücretsiz yer edindiğin fuarlarda davet ettiğin yazarlardan stant ücreti alıp o stantta kendinin ve havarilerinin kitabını satıp, içtiğin çayın ve kahvenin, yediğin yemeğin parasını onlardan toplamayı dernek olmak algıladığın sürece edebiyatın ahına ahlar katmaya devam edeceksin. Sizi hiç sevmedim, hiç sevmeyeceğim.
Edebiyatın bir ah oku da sizin o ihtişamlı(!) tabelalarınıza gelsin.
Antoloji yazınsal ürünlerin nadide parçalarından müteşekkil bir yapıttır. Antoloji; şiiri bir yerde yayınlanacak diye yüz, yüz elli lirasını alarak şiiri okumadan basıp, yirmi kişi ile masrafları çıkarılıp geri kalan yazar katılım paylarının ve satılan antolojilerin kâr hanesine dahil edildiği bir gelir kaynağı değildir. Siz böyle yaptıkça bu toprakların insanı şiirden, edebiyattan soğuyacak farkında mısınız? Düzenlediğiniz süslü balolarda çektiğiniz selfie ve göz boyama teknikleri ile gerçek antolojilerin katili oluyorsunuz.
Bir ok da antoloji galalarınızda göz alan parlak ışıklara gelsin.
Resmi kurum ve kuruluşlardan sponsorluk alıp ödül miktarı belirleyerek daha edebi ürünler bile elinize ulaşmadan kazananın belli olduğu şiir ve öykü yarışması düzenleyen yetkin edebiyat duayenleri bu sözüm de size. Ceviz içi kadar dost cemiyetlerinizin kahramanlarını parlatmak sevdası ile yarışmalar düzenleyip, edebi değer olarak aynı teraziye konulmayacak kadar kıymetli olan eserleri görmezden gelip kendi değirmeninize taşıdığınız suda boğulursunuz umarım. Burada Didem Madak’ın neden kitaplarının öz sözüne o muhteşem cümleyi yazdığını anlamak çok zor olmuyor.(Bu kitap yeer alan şiirlerin hiç biri hiçbir yarışmaya katılmamıştır…)
Bu ok da seçme şansından mahrum seçici kurulunuzun sinesine gelsin.
Sinesine ok çekilmesi gereken etkenler bir zincir şeklinde uzayıp gidiyor. Eğitim camiası ve sevgili meslektaşlarım sıra bende ve sizde. Öğrencisinin hiçbir zaman elinde, koltuğunun altında bir kitap görme şansına erişemediği muhteşem varlıklar. Bu zincirin belki de en önemli halkası biziz. Doğru eserle gençleri buluşturmayı bırakın, doğru eseri kendi bilmeyen bir eğitimcinin gençleri nasıl yönlendirip edebiyatın doğru yataklarda çağlayan bir ırmak haline dönüşmesini sağlayabilir ki. Dersi bitince öğretmen evlerinde kırmızı ikili ile okey atma derdine düşen, kısır partilerinde çeyrek altınlı günlerde mutlu dakikalar geçirmeyi öğretmenlik sayanlar, bu eserin mimarlarından biride biz öğretmenleriz.
Bu ok da yeni nesil sizin eseriniz olacaktır öğretisinden habersiz şahsımda bütün öğretmenlerin sinesine gelsin.
Bu zincir saymakla bitmeyecek kadar uzun bir zincir. Belli başlı etkenlerin bir kısmı ile edebiyatın ahını anlatmaya çalıştım. Bu kadar sıkıntı ve eksik varken siyasetten, eğitimden, ekonomik sorunları bahane edip onlara sığınmaktansa edebiyatın ahına kulak verip, bazı şeylerin değişmesi için hep beraber mücadele etmek zorundayız diye düşünüyorum. Edebiyatı sağlıklı olmayan bir toplumun diğer unsurlarının da marazlı olması kaçınılmazdır. Düşünmeyi bilmeyen, okumayan, sentez yapmayan, estetik ruhu olmayan, sanattan haberi olmayan kitlelerin, içi boş müfredatla, günü birlik kurtarıcı hareketlerin kurbanı olması kaçınılmazdır. İdrak üzerine kurulu bir yaşamda idrakin unsurlarının okumak, anlamak, yazmak ve eleştirmek üzerine olduğunu unutmayalım.
Şimdi bütün bir edebiyat dünyası olarak yüzümüzü aynaya dönüp, portremizi süzüp önce kendimiz sonra da parçası olduğumuz topyekûn bir sistemle hesaplaşıp öz eleştiri yapma vaktidir. Üstünden asırlar geçmesine rağmen hala klasikler okuyor, hala başucu kitaplarımız o beğenmediğimiz, yok saymaya çalıştığımız geçmişin eserleri ise burada bir sıkıntı var demektir. Yeni bir Nazım, Sabahattin Ali, Fuzuli, Ahmet Hamdi veya bir Peyami çıkmıyorsa bunda hepimizin katkısı vardır.
Edebiyatın ah ile çektiği ve hepimizin sinesi saldığı okların acısını hep birlikte hissetmek, onun ahına kulak verip bu toplumsal sancıyı önemseyerek dindirilmesi için mücadele etmek vaktidir. Hiçbir şey için geç değil. Kendi ürettikleri akıllı teknolojik aletleri bize sunup kendisi hala trende, otobüste, kafelerde kitap okuyup, yazınsal hayatında sürekli yeni kahramanlar yaratan toplumların ihtişamı ile sarhoş bir izleyici olmak yerine, kendi edebiyat dünyamızı güzelleştirip okuyan, yazan, üreten nesiller yaratmak vakti. Bu hastalıklı yapının şifası zannımca bu yoldan geçmektedir.
Yazıklar olsun edebiyatının ahını içinde hissetmeyen ve vah çekmeyen her edebiyat neferine.
“KALEM SADECE AKILLILARIN ÜLKESİNDE KESKİNDİR KILIÇTAN”
Musa GÖÇER
GENEL
10 saat önceEKONOMİ
10 saat önceGENEL
10 saat önceGENEL
10 saat önceGENEL
10 saat önceEKONOMİ
10 saat önceGENEL
10 saat önce