Demokrasi… Ne güzel bir kelime değil mi? Söylerken bile insanın içi ferahlıyor. Ama iş uygulamaya gelince, kelimenin ruhu bir köşeye sıkışıyor, üstüne bir de “kamu yararı” bahanesiyle susturuluyor. Bu topraklarda demokrasi bazen bir kürsüde alkışlanıyor, bazen bir köşe yazısında yüceltiliyor, bazen de bir mahkeme kararında tozlu bir rafın arasında unutuluyor. Ve biz hâlâ ısrarla soruyoruz: Demokrasi gerçekten var mı, yoksa sadece vitrine koyulmuş bir temsili kukla mı?
Şimdi durduk yere bu sorgulama da nereden çıktı demeyin. Malumunuz, son zamanlarda memlekette olan biteni takip edince, insanın içinden bir değil, beş soru çıkıyor. Çünkü ortada bir yapı var ama içi boşaltılmış. Sahip olduğumuzu sandığımız şeyleri yavaş yavaş elimizden alan, ama “her şey sizin iyiliğiniz için” diyerek bunu yapan bir düzenle karşı karşıyayız. Hani şu beş temel güç var ya, demokrasinin sacayakları… Yasama, yürütme, yargı, medya ve sivil toplum. Bir zamanlar bunlar birbirini dengeleyen, birbirine gözdağı vermeyen ama birbirine göz kulak olan güçlerdi. Şimdi? Şimdi durum biraz karışık.
Yasama desen, halkın temsilcileri meclise gidiyor gidiyor ama çoğu zaman el kaldırıp indirmenin ötesine geçemiyor. Milletin iradesiyle seçilmiş olmanın bir ağırlığı vardı eskiden, şimdi çoğu temsilci, o iradeyi hatırlamakta zorlanıyor. Yasa yapma yetkisi bir prosedüre dönüştü, milletvekili koltuğu ise sadece bir oturma düzeni.
Yürütme, yani icra makamı… Eskiden hükümetti, şimdi şahıslar üzerinden şekilleniyor. Bir kişi söylüyor, herkes hizaya geçiyor. Oysa demokrasi dediğin şey, tek bir kişinin her şeyi bilmesi üzerine kurulmaz. Bilgi paylaşılır, yetki paylaşılır, karar ortak alınır. Ama bizde yürütme öyle bir yürümeye başladı ki, geride ne yargı kaldı ne de yasama.
Yargıya gelirsek… Hani “adalet mülkün temeli” derler ya, bu temel artık çatlamaya başladı. “Bağımsız yargı” lafını ağzımıza aldığımızda, birileri hemen “ama millî menfaatler” diyor. Oysa yargının görevi millî menfaati değil, hukuku gözetmektir. Ama gelin görün ki mahkemeler bazen öyle kararlar veriyor ki, vatandaş neye uğradığını şaşırıyor. “Bu kararı ben alırdım” diyen kahvehane müdavimi bile bazı yargı kararlarını daha makul buluyor.
Gelelim dördüncü güce: Medya. Eskiden dördüncü kuvvetti, şimdi ya resmî bülten ya da eğlence kanalı. İktidarı eleştiren haber kalmadı desek yeridir. Eleştirsen de ya “vatan haini” ilan ediliyorsun ya da reklam gelirlerinden oluyorsun. Oysa medya, halk adına denetim görevi gören bir güçtür. Ama bizde artık güç değil, sadece bir ekran ışığı. Bir de “yandaş” ve “marjinal” arasında sıkışmış gazetecilik var ki, ne vicdan kalıyor ne de habercilik.
Beşinci güce geldik: Sivil toplum. Yani vatandaşın kendi haklarını savunduğu, devletle birey arasındaki dengeyi kuran mekanizma. Ancak burada da işler karışık. Dernekler, vakıflar, platformlar… Hepsi ya kontrol altında ya da göz hapsinde. Sokağa çıkınca “yasadışı gösteri”, imza toplayınca “provokasyon”, fikir beyan edince “örgüt üyeliği” muamelesi. Bu ortamda hangi birey kendini özgür hissedebilir ki?
Evet, demokrasi diyorduk. Kitaplarda uzun uzun anlatılır; seçimler, çoğulculuk, kuvvetler ayrılığı, ifade özgürlüğü… Ancak gerçek hayatta gördüğümüz, bunların maket versiyonu. Uzaktan bakınca benziyor ama yaklaştıkça detaylar eksik. Belki de en tehlikelisi, bu eksikliği normalleştirmemiz. “Burası Türkiye, olur o kadar” diyerek kanıksamamız. İşte asıl tehlike burada başlıyor.
Bu yazıyı okuyan biri, “Sen de hep eleştiriyorsun, hiç mi iyi bir şey yok?” diyebilir. Tabii ki var. Hâlâ direnmeye çalışan hukukçular, hâlâ gerçek habercilik peşinde koşan gazeteciler, hâlâ susmayan sivil toplum kuruluşları, hâlâ oy verdiği kişiyi sorgulayan vatandaşlar var. Ama bu seslerin duyulması için önce o beş temel gücün yeniden hatırlanması, işlevine kavuşması gerekiyor.
Demokrasi, bir günde kurulan bir sistem değil. Ama bir gecede çökebilecek kadar kırılgan. Ve ne yazık ki, bu kırılganlık günbegün gözümüzün önünde büyüyor. Elimizde tuttuğumuz sandık kadar, ağzımızdan çıkan sözün de değeri olsun istiyorsak, artık vitrin süsü demokrasi yerine, işleyen bir sistem istemeliyiz. Çünkü demokrasi sadece seçimden seçime hatırlanacak bir tören değil; her gün savunulması gereken bir yaşam biçimidir.
Demokrasi… Kulağa ne kadar tok, ne kadar asil geliyor. Tarih boyunca nice halk onun uğruna yürümüş, direnmiş, bedel ödemiş. Fransızlar Bastille’i bastı, Amerikalılar çaylarını denize döktü, Güney Amerikalılar diktatörleri yuhaladı, Doğulu halklar yasakları sloganlara çevirdi. Bizde ne oldu? Sokakta toplanan üç beş kişi için hemen “provokasyon var” dendi, biber gazı stokları eritildi. Hadi şimdi bir daha düşünelim: Demokrasi mi dediniz? Hangi bölümünden?
Protesto hakkı demokrasinin oksijenidir. Vatandaş konuşacak, bağıracak, yürüyüş yapacak, pankart asacak, şarkı söyleyecek, çadır kuracak. Gerekirse dans edecek. Devleti yönetenler o sesi duyacak, rahatsız olacak ama susturmak yerine “biz neyi eksik yaptık” diyecek. Tabii normalde. Ama bizde iş başka türlü yürüyor. Sokağa çıkan vatandaşa hemen “kamu düzeni tehdit altında” yaftası yapıştırılıyor, “yasadışı örgüt bağlantısı” etiketleniyor. Yahu vatandaş dert anlatmaya gelmiş, siz terörist muamelesi yapıyorsunuz.
Bu film aslında çok eski. 1970’lerde Paris sokaklarında öğrenciler üniversite reformunu, işçiler çalışma koşullarını protesto ederken, Fransa bile sistemin temelini sorgulamaya başlamıştı. Türkiye ise aynı yıllarda 15-16 Haziran İşçi Direnişi’ni gördü; binlerce işçi, sadece “haklarımızı budamayın” demek için yürüdü. Sonra 80 darbesi geldi, bir bastı, her şeyin üstüne beton döktü. O günden sonra “protesto” kelimesi, fiil olmaktan çıkıp suçun ön eki oldu.
Yakın tarihte Gezi Parkı Direnişi var mesela. Üç ağaç için başladı, sonra bir halk hareketine dönüştü. Sadece çevre için değil, yaşam tarzı, ifade özgürlüğü, baskı karşısında durabilmek içindi. Ne oldu? İnsanlar hayatlarını kaybetti, yüzlercesi gözaltına alındı, yıllarca süren davalarla yıldırılmaya çalışıldı. Hâlâ bitmedi o süreç. Çünkü sistem protestoyu hastalık, protestocuya da mikrop gibi davranıyor. Halbuki protesto vücudun ateşidir. Hatalı bir şeylerin işaretidir.
Ve en güncel örnekler… 2023’te Emek ve Özgürlük İttifakı’nın düzenlediği barışçıl yürüyüşler… Basın açıklamaları daha başlamadan dağıtıldı. Ya da Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin kayyum rektör protestoları… Üniversite kapısına kelepçe takıldı. “Rektör istemiyoruz” diyen öğrencilere terörist muamelesi yapıldı. Daha geçen ay kadınlar İstanbul Sözleşmesi için sokağa çıktı, “Bir kişi daha eksilmeyeceğiz” dedi; sonuç: TOMA, barikat, cop. Bir gün süreli alışveriş yapmama protestosunda ise tutuklayacakları, gaz sıkacakları kimseyi sokakta bulamadıkları için, öfkeden kudurmuş durumdalar.
Bakın, protesto dediğiniz şey öyle aklı esenin çıkıp bağırması değil. O, yasama üzerinde halkın denetimidir. Milletvekili kürsüde susuyorsa, vatandaş meydanda konuşur. Ama bizde öyle mi? Protesto etmek bir nevi suç hâline geldi. Yasaya karşı çıkıyorsun, “suçu ve suçluyu övme”; çevreyi korumak istiyorsun, “trafiği engelleme”; sendikal hak diyorsun, “kamu hizmetini aksatma.” Tersine işleyen bir adalet düzeniyle, yürüyen vatandaşın ayağına kelepçe takılıyor.
Peki yürütme bu işe ne diyor? Yürütme dediğimiz şey artık sadece yürüyen vatandaşlara müdahale eden kolluk kuvveti gibi davranıyor. Halbuki yürütme, halkın sesini duyup, o sese göre hizmet üreten organdır. Şimdi ise öfkeye kulak vermek yerine, bastırmayı tercih ediyor. Halka kulak tıkayan bir yürütme, yönetim değil; olsa olsa kontrol mekanizmasıdır.
Ve elbette yargı… Protestoya katılan vatandaşın önce üstü aranıyor, sonra kimliği sorgulanıyor, ardından hakkında “suç işlemek amacıyla toplanma”dan dava açılıyor. Bazı davalarda öyle gerekçeler var ki, bir karikatürist bile bu kadar yaratıcı olamaz. “Yüzünde maske vardı, kimliği tespit edilemedi.” İyi de kardeşim, sen zaten maskeyi gazdan korunmak için zorla taktırıyorsun. Hem gazı sen sıkıyorsun, sonra vatandaşı maskeden yargılıyorsun. Bu ne perhiz, bu ne gazlı lahmacun?
Medya da bu işin tuzu biberi. Bir protesto olduğunda, ekranlar ya sessizliğe bürünüyor ya da bir “marjinal grup” uyduruluyor. “Kamu düzenini bozan gruplar” deniyor ama ne istediğini söyleyen yok. Eskiden CNN International Taksim Meydanı’ndan canlı yayın yaparken, bizim televizyonlar penguen belgeseli veriyordu. Bu bile başlı başına bir ironi. Bir ülkede medya halkı bilgilendirmiyorsa, o ülkede bilgi değil, manipülasyon dolaşıma girer. Medya susuyorsa, vatandaş bağıra bağıra konuşur. Ama işte o bağırışlar da bir süre sonra duyulmaz olur. Vatandaş ne için sokağa çıkmış, ne talep etmiş, neden öfkeli, haberin altına üç satırla geçiştiriliyor. Medya, halkın sözcüsüyken şimdi neredeyse halktan gizlenen bilginin taşıyıcısı oldu. Slogan atanı değil, sloganın üstünü örtenleri manşet yapıyor.
Sivil toplum da aynı şekilde… Eskiden “hak savunuculuğu” yapan sivil toplum kuruluşları şimdi ya “ajanda güdüyor” diye fişleniyor ya da “dış mihraklarla ilişkili” diye mimleniyor. İki kişi bir araya gelse, “örgüt kurmak”tan dava açılıyor. Sosyal medya paylaşımı, basın açıklaması, afiş, rozet… Her biri potansiyel bir suç delili. Öyle ki, artık insanlar protesto edeceği pankartı yazmadan önce bir avukata danışıyor: “Bu cümleyle gözaltına alınır mıyım?”
İşte tam da bu yüzden, demokrasiye sadece sandık olarak bakamayız. Demokrasi, insanların yürüdüğü, bağırdığı, “hayır” dediği, meydanlarda ses olduğu yerdir. Ve o ses bastırılmak yerine duyulmalıdır. Susturulan ses büyür, bastırılan öfke patlar, görmezden gelinen sorun çürür. Halbuki protesto, sistemin bozulduğunu haber veren çan sesidir. İnsanlar durduk yere sokağa dökülmez. Ne o sıcakta saatlerce beklemek zevk verir, ne de gaz yemeyi kimse hobi olarak seçer. Protesto, çığlık atmaktır. Duyan olur umuduyla. Ama bu çığlıklar bastırıldıkça, içeride birikiyor. Ve ne yazık ki, bastırılan sesler bir gün patlamaya dönüşür. İşte o zaman demokrasi değil, anarşi konuşur. Ve en acısı, buna da yine halk değil, otorite “neden oldu?” diye şaşırır.
Şimdi soruyorum: Demokrasinin neresindeyiz? Yasama, yürütme, yargı, medya, sivil toplum… Her biri kendi işini yapamıyorsa, halk da konuşamıyorsa, bu sistem hâlâ demokrasi midir yoksa sadece bir isim tabelası mıdır? Bu ülkede protesto eden vatandaş değil, protestoya tahammül edemeyen sistem sorgulanmalı.
Demokrasi, sadece oy vermek değil; gerektiğinde “yeter artık” diyebilmektir. O “yeter”i söyleyen genç, kadın, işçi, öğrenci, çiftçi… Hepsi sistemin aynasıdır. Eğer o aynaya bakamıyorsak, yöneten de yönetilen de kendi yalanıyla baş başa kalır.
Protesto eden halk suçlu değil, sistemin rehberidir. Dinleyen sistemler demokrasiyle gelişir, bastıranlar otoriterlikle küçülür. Biz hangisini istiyoruz, onu iyi düşünelim.
Seçim sandığını koymakla demokrasi gelmez. Asıl mesele, o sandığın etrafında konuşan, tartışan, protesto eden, eleştiren ve değişim isteyen bir halkın varlığıdır. Ve o halkı dinleyen, sabreden, düzelten bir yönetimin olgunluğudur. Eğer biz hâlâ pankart taşıyan gençleri “dış güçlerin maşası” olarak görüyorsak, bu ülkenin yarınları çoktan susturulmuş demektir.
Demokrasi, sadece oy vermek değil; gerektiğinde “hayır” diyebilmektir. Ve o “hayır”ın yankılanmasına tahammül edebilmektir. Bu yankıya kulak tıkayanlar, gün gelir sessizliğin içinde kaybolurlar. Ve işte o zaman, en çok susturdukları sesler çınlamaya başlar: “DUY SESİMİ!”
KÖŞE YAZILARI
Az önceKÖŞE YAZILARI
24 saat önceGENEL
1 gün önceGENEL
1 gün önceGENEL
1 gün önceGENEL
1 gün önceGENEL
1 gün önce