Durdurun Zamanı

Durdurun Zamanı

Mehmet Uygar Keleş kaleme aldı...

ABONE OL
17 Ağustos 2025 16:00
Durdurun Zamanı
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Saatin tik takları masum gelir kulağa. Oysa her bir ses, kulağımıza fısıldanan bir emir gibidir: “Koş, daha hızlı koş, bir sonraki adımı at, geri kalma.” Modern insan, zamanın efendisi olduğunu sanır; oysa zamanı çoktan kaybetmiştir. Kaybettiğini fark etmediği için de bu kayıp, en acımasız olanıdır. Zaman müstehcen bir şekilde sabit görünür, ama biz onu adeta su içer gibi içiyoruz: verimlilik, mesai, üretim bandı… Günde kaç ürün? Kaç saat çalıştın? Bunlar ne ara yaşamın özünün yerine geçti?

Kadim uygarlıklar zamanı daireler hâlinde düşündü. Döngüsel bir ritim; gün doğar, gece iner, mevsimler gelir ve gider, toprak ölür ve yeniden doğar. Ölüm bile bu döngünün parçasıydı. İnsan kendini bu ritme teslim eder, nehir gibi akardı. Ama bir gün, endüstri devriminin buharıyla birlikte, insanın kulağına başka bir ses çalındı: saat. Edward P. Thompson, meşhur “Time, Work-Discipline, and Industrial Capitalism” makalesinde, sanayi öncesi zaman anlayışının pastoral ritimlerden oluştuğunu, kapitalizmle beraber ise dakikalara, saniyelere bölünüp “iş disiplini” adı altında zincire vurulduğunu anlatır.

Kapitalizm zamanı ölçülebilir, bölünebilir ve satılabilir bir mal hâline getirdi. Michael Ende, “Momo” romanında bu gerçeği masalsı bir dille tasvir eder: Gri adamlar insanların zamanını çalar, insanlar hızla yaşlanır, ama neden yaşlandıklarını bilmezler. Ende’nin hikâyesi aslında tam da bugünün alegorisidir. Bizim zamanımız da gri takım elbiseli bankacılar, işverenler ve algoritmalar tarafından çalınıyor.

“Zaman paradır” denir. Oysa bu cümlenin içinde saklı olan zehir, bütün bir uygarlığı hasta etti. Zamanı paraya indirgediğin an, yaşamın kendisini pazara sürmüş olursun. Reddit’te bir kullanıcının ironik şekilde yazdığı gibi: “Hustle culture, yani koşturma kültürü, her saniyemizin pazarda değer yaratmak için harcanması gerektiği fikrine dayanıyor.” Bir başka deyişle, boş zamanımız bile bize ait değil; “gelişim” adı altında kurslara, online eğitimlere, kişisel markalaşma çalışmalarına yatırılıyor. Tatilimiz bile artık üretim için enerji toplama molası.

Robert Kurz, “Expropriation of Time” adlı yazısında zamanı adeta soyulan bir sandığa benzetir: içinde sakladığımız şeyler yok olur, ama kasanın kapısı kilitli kalır. Bizim zamanımız, bize ait olmayan bir kasada duruyor. Günlerimiz bankaların faiz tablolarına, iş yerinin mesai çizelgesine, sosyal medyanın algoritmik akışına hapsedilmiş durumda.

Marx’ın bakış açısı burada hâlâ keskin bir bıçak gibi işliyor. Kapitalizm için zaman, değerin ta kendisidir. Moishe Postone, “Time, Labor and Social Domination” kitabında bunu açıkça söyler: kapitalizm, emeği soyutlar, zamanı da onun ölçü birimi hâline getirir. Böylece değer, aslında insanın yaşadığı süreden ibaret hâle gelir. Bu yüzden Marx “serbest zaman”ı özgürlüğün özü olarak tanımlar. Ne ironiktir ki, bugün “serbest zaman” bile paketlenmiş bir tüketim ürününe dönüştü: Netflix maratonları, wellness tatilleri, mindfulness atölyeleri… Hepsi kapitalist makinenin bir başka dişlisi.

David Harvey’in “time–space compression” kavramını hatırlayalım: teknolojinin ve kapitalizmin yarattığı hız, zaman ve mekân arasındaki mesafeyi yok etti. Artık dünyanın öteki ucuyla bir saniyede konuşabiliyoruz. Peki bu hız bize özgürlük mü getirdi? Hayır. Daha çok iş, daha çok baskı, daha çok kaygı getirdi. Ulaşılmaz olan bir anda ulaşılır hâle geldi ama ironik bir şekilde, hiçbir şeye yetişemez olduk. Günlerimiz banka faizlerine, mesai çizelgelerine, sosyal medya akışlarına hapsolmuş durumda.

Kapitalizmin cilası altında bize “çözüm” diye satılan mindfulness uygulamaları, verimliliğimizi artırmaya yarıyor sadece. Bir teknoloji şirketinin CEO’su çalışanlarına meditasyon seansları sunuyor, çünkü daha huzurlu bir işçi daha verimli bir işçidir. Sessizlik bile sermayenin çıkarına hizmet ediyor. Oysa Dōgen’in Budist öğretisindeki “Being-Time” anlayışı bambaşka bir şey söyler: biz zamanı deneyimlemiyoruz, biz zamanın ta kendisiyiz. Her an, yalnızca yaşanmak için vardır.

Kapitalizm affetmez. Saat 9’da başla, 5’te bitir. Fazla mesai, hafta sonu mesaisi, mola masalları. Ve sen hâlâ “katkı” yaptığını zannediyorsun. Hâlbuki sana “çark”tan başka bir şey sunmuyorlar. Her gece yatağa yorgunlukla değil, tüketilmek üzere bırakılıyorsun.

Raffaello Palandri, “Against the Theft of Time” yazısında kapitalizmin zamanı çalmasına karşı gerçek direnişin, kendi içsel sessizliğini geri kazanmaktan geçtiğini savunur. Bu, lüks bir kişisel gelişim değil; politik bir eylemdir. Çünkü kapitalizm, sessizlikten korkar. Sessizlik onun gürültülü makinelerini susturur.

İşte tam da bu teorik çerçeve, bugünün Türkiye’sinde yaşananları anlamamızı sağlıyor. Kamu işçilerine 2025 için teklif edilenler: ilk altı ay %24, ikinci altı ay %11 zam. Artı günlük 50 TL, aylık 1500 TL seyyanen ödeme. Türk-İş’in bu teklife “olumluya yakın” bakması, zaman hırsızlığının ne denli içselleştirildiğinin kanıtıdır. Memurlara ise “taban aylığa 1000 TL” teklifi yapıldı, “müzakere edilemez” denildi. Sendika başkanları Ali Yalçın gibi isimler ise isyan ediyor: “Bin lira son derece yetersiz! Talepler karşılanmadı, alanlara çıkıyoruz!” Artık zam değil, sistemin zamansızlığını protesto etme zamanı.

Bu rakamların enflasyon karşısında eriyen bir avuç kum olduğu ortadayken, mesaj nettir: Sen artı değer üretmek için varsın — bir makine değilsin, ama makine muamelesi görüyorsun.

Peki bu çarkı kırmak mümkün mü? İşte zamanı çalan sisteme karşı manifestomuz:

Sessizliği Keşfet: Sessizlik, üretmeyen bir andır. Kapitalizm için işe yaramaz, bu yüzden en değerli silahındır. Bir dakika dur. Nefes al. Tik takları duyma. Bu, devrimci bir eylemdir.

Zamanı Özne Yap: “Boş vakit” dedikleri, aslında senin yaşama hakkın. Bunu işverenin, devletin, piyasanın lütfu olarak kabul etme. “Zamanımı hiç yönetmeyeceğim” demek, başkaldırının ta kendisidir.

Sömürme, Var Et: Zamanı planlamaya değil, yaşamaya odaklan. “Günde kaç ürün ürettim?” sorusunu, “Bugün ne hissettim?” sorusuyla değiştir. Mutluluk bir rapor değil; nefes aldıran bir haz olmalı.

Politik Talebi Yükselt: Evrensel temel gelir, haftada 4 gün çalışma, insanca ücretler… Bunlar hayal değil, zorunluluktur. “Zam değil, adalet istiyorum!” sloganı sokaklarda yankılanmalı. Endüstri devrimi iş disiplinini icat ettiyse, biz de başka bir zaman rejimini icat edebiliriz. Pazartesi günü alanlara çıkma çağrısı, bu icadın ilk adımıdır.

Hükûmete vereceğin tek mesaj, içindeki eşitlik çağrısı olsun.

“Zam değil, adalet istiyorum.” “Zamanımı köle ettiğiniz sistemi istemiyorum.” “Günde kaç ürün ürettim sorgusunu, ‘günde ne hissettim?’e çevireceğim.”

Marilynne Robinson, Martin Hägglund’un “This Life” kitabını değerlendirirken şöyle der: “Bizim için asıl mesele, sınırlı zamanımızla ne yapacağımızdır.” İşte tam da bu yüzden, zamana sahip çıkmak insan olmanın özü hâline gelir.

Saatin tik takları hâlâ kulağımızda. Ama unutma: bu tik taklar nötr değil. Onlar bir sistemin kalp atışları. Bizim kalbimizle çarpışıyorlar. Kapitalizm zamanı ele geçirdi, çünkü zamanı çalmak, hayatı çalmaktır.

Ama zaman aslında çalınamaz. Çünkü biz zamanı değiliz; biz onun içinde değiliz; biz bizzat zamanın kendisiyiz. Ve zamanı geri almak, hayata yeniden sahip çıkmaktır.

Bir gün saatler susacak. O gün geldiğinde, zaman bizim olacak.

Çünkü zaman, alınıp satılacak bir meta değil—tırnaklarına kadar hissettiğin, yaşamın ta kendisidir. Direniş, şimdi başlıyor

En az 10 karakter gerekli
Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.


HIZLI YORUM YAP