Kültürsüzlüğün kültür gibi algılanıp kültür haline geldiği bir zamanda, kültürel içerikli bir dergiye yazı yazmanın, hem de içinde tarihten başka bir şey bırakılmayan ÇANAKKALE gibi tarihî bir olay hakkında yazmanın zorluğunun idraki ile yazdığımız bir yazıyı sizlerle paylaşmak istedik. RETÖ/Ergenekon/FETÖ tiyatro-komedisinin sınırları zorlayan noktaya geldiği şu günlerde, millet olarak nasıl bir kumpas altında olduğumuzu ve bu kumpasın yaklaşık 100 yıl öncesindeki parmak izlerine işaret etmeyi (doğru anlaşılmayı umarak) amaçladık…
Tarihî olayları iyi okumak lazım. İyi okumak lazım derken, elbette ki kaynak önemli, ama kaynaktan önemlisi de algılama ve anlama olgusudur…
Aslında cereyan eden olay, zaman ve mekân kapsamında “iki kere iki dört eder” hükmünce müspet ve aşikâr iken, toplumların bakış açısı ve olaya yüklediği değerler, netice itibariyle olayı değişik tanımlamaya vesile olur. Yani sizin fetih dediğiniz bir tarihî olaya başkaları rahatlıkla istila diyebilir… Biraz daha açmak gerekirse, biz İstanbul’un fethi derken, Bizans esrafının istila serzenişleri gibi…
Burada tarihin doğru ve yanlış ile değil, taraf olmakla ifade edildiği gerçeğine ulaşıldığını kabullenmek elzemdir diye düşünüyoruz… Diğer bir deyişle, tarihin doğru-yanlış, haklı-haksız olmaktan ziyade taraf olmakla ifade edildiğini görmek ve kabullenmek durumundayız. Bu bağlamda her konuda güç sahibi olma olgusu devreye girer ki; gücünüz nispetinde doğrularınızı tarihe yansıtırsınız…
Bu mantıkla irdelenen tarihten daha müspet sonuçlar çıkarılacağı kanaatiyle Çanakkale mevzuunu da bu açıdan ele alınmasının gerektiğini düşünüyoruz. Aklımıza hemencecik bir soru gelmektedir: Çanakkale gerçekten geçilmez mi? Yani geçilemedi mi?
Çanakkale’yi destanlaştıran ecdadın penceresinden baktığınızda bu sorulara tereddütsüz cevap “Hayır, geçilmez ve asla geçilemedi!..”dir.
Devlet ve millet olarak dünya konjonktüründeki bugünkü konumumuza bakınca ise, Çanakkale geçilemeye dursun, birilerinin Ankara’yı işgal ettiği gerçeğini kabullenmemeyi de beş bin yıllık bir millî şuur birikiminin inkârı olarak algılamak lazım diye düşünüyoruz…
Bu noktada iki Çanakkale görmek mümkündür: Biri yaşanan Çanakkale, diğeri yaşayan Çanakkale… Mezar taşlarıyla övünmeyi karakter haline getirdiğimizden beri, şehadet olgusunun genlerimizdeki millî şuuru algılayamaz olduk. Hatta yanlış algılar olduk. Çanakkale destanının yazılmasına vesile olan o meşhur Cihan Harbi irdelendiğinde, başlangıç itibariyle taraf olmayan bir milletin savaş mağduru olarak tarumar edilmesinin, topraklarının cetvelle çizilmiş ülkeler haline getirilmesinin ardındaki gizemi görmemek için işbirlikçi olmak lazım gelir diye düşünüyoruz…
Çanakkale’ye millî şuur eksikliği ile baktığınızda, yaşanarak destanlaşmış bir Çanakkale yerine sadece yıl dönümlerinde riyakârca yaşayan bir Çanakkale görürsünüz.
O günkü şartlar ve günümüz şartlarında tarihî gerçekler irdelendiğinde, “Yıl dönümü kutlamalarına katılan çok uluslu soysuz cühelanın torunlarına sunulan çiçeklerin her zerresinde şüheda kanı olduğunun idrakinde olan var mı acaba?..” diye sormak geliyor içimizden… Hatta ve hatta Çanakkale’yi kana bulayan o azgın, ne idüğü belirsiz güruhu sanki hafta sonu piknik yapmak için Çanakkale’ye gelmiş gibi göstermeye çalışan zihniyetin de kime hizmet ettiğini sorgulanması gerektiğine inanıyoruz…
Bu mücadeleyi destanlaştıran kan ve canlar açısından, savaşa gönüllü katılan akademisyenler olayını özellikle dikkatlere sunmayı millî şuur açısından gerekli görmekteyiz.
Malum meselenin öyküsünü Prof. Cengiz Kuday şöyle anlatır:
“1915 yılında İstanbul Erkek Lisesi, Galata’da Kemeraltı Caddesi’nde bugünkü Saint Benoit Okulu’nun bulunduğu binadaydı. Çanakkale’ye vatan savunmasına katılan Erkek Liseli öğrencilerden yaralananlar İstanbul’a dönüyorlar ve yaraları okulda tedavi ediliyordu. Bu nedenle okulun taş duvarları, savaş kurallarına göre saldırı hedefi dışında kalması için hastane rengi olan ‘sarı’ya boyandı. Tedavi gören öğrenciler tekrar Çanakkale’ye gitti. Tıpkı İstanbul Üniversitesi talebesi ağabeyleri gibi. 19 Mayıs 1915 Çarşamba günü, Çanakkale Savaşları’nın tarihe en kanlı ve en kayıplı günü olarak geçen günüdür. O gün altı buçuk saat süren düşman hücumunun sonunda 2. Tümen’in çoğu öğrenci olan 10 bin askerinin tamamı şehit oldu. Dolayısıyla savaşa gönüllü giden İstanbul Erkek Lisesi öğrencilerinin hiçbiri o kanlı günün sonrasında geri dönemedi. Okulun Karaköy binasının toplantı salonuna bu haber ulaştığında, yaşlı idareciler ve öğrenciler karar verip öğrencilerinin-arkadaşlarının anısına bütün pencereleri matem işareti olarak ‘siyah’a boyadılar. Binanın o gün üzerinde taşıdığı sarı-siyah renkler daha sonra hem lise armasının hem de 1926 yılında İstanbul Erkek Lisesi bünyesinden çıkan İstanbulspor kulübünün renkleri oldu.”
Sadece İstanbul Erkek Lisesi ya da Galatasaray Lisesi öğrencileri değil elbette Çanakkale’de kaybettiğimiz akademisyenler… Tıbbiye 1921 yılında bu nedenle mezun verememiştir!..
Yine müze olarak kullanılan Fatih döneminden kalma kalenin 6 metre kalınlığında duvarlara sahip muhteşem bir yapı olduğu anlatılsa da, “Çanakkale’yi geçilmez yapan Osmanlı medeniyetinden bir şeylerin gelecek nesillere ulaşmasını engellemek gayesiyle midir nedir bilinmez!” yorumuna mahal verebilecek bir ilgisizliğe terk edildiğini bilmez mi bu ülkenin büyükleri…
Hatta ziyaretçileri gezdiren askerlerin “Mahzenler araştırılmadı. Bir ikisi dışında girişleri nerede belli değil, kazı yapılması lazım” dediklerini de mi duymaz bu devlet erkanı!…
Yıl dönümü kutlamalarını millî şuurdan yoksun, ticari ve turistik bir anlayışla değerlendiren işbirlikçi beyinler, satışa sundukları eşyalarda TÜRK mefhumunu işlememeye özellikle mi çaba sarf etmektedirler?..
Her defasında olduğu gibi gâvur, düşman cephede kaybetmenin acısını masa başında mı çıkarmaktadır?..
Diğer manada o gün geçilemeyen Çanakkale’nin bugün nasıl geçildiği mi vurgulanmaya çalışılıyor?..
Hadi düşman bunu yapıyor diyelim… Ya bizim dediklerimizin yaptığına ne diyelim? Gaflet değilse ihanet değil midir bu?
Çanakkale’deki askerî zaferin hikmetini kendinde arayan zihniyet, batı medeniyeti dediği şeyin karşısındaki ezilmişliğin vebalini neden başkalarının üzerine yıkmaya çalışır hep!.. Yine bu zihniyetin icraatlerine baktığınızda sanırsınız ki, sanki verilen mücadele okyanus ötesinden gelen işgalcilerle değildi de, yaklaşık 700 yıl kendi doğrularınca insanlığın hizmetinde olmuş bir medeniyetleydi!..
Niye gerçeklerle yüz yüze gelmekten kaçıyoruz? Neden kahramanlarımız hep ölüdürler?.. Ya da diğer bir deyişle, neden bu ülkede ölmeden kahraman olunmaz? Bu milletin kaç asırdır yaşayan kahramanları yok, hiç hesap eden oldu mu?..
Millî dinamiklerimizi, neden hep ölüm üzere sloganlara hapsederiz?.. Vatan için gerektiğinde elbette ki seve seve can ve kan vereceğiz… Ama neden hep vatan için ölmeyi düşünür de, vatanın bekası için yaşamayı vurgulamayız?.. Ölmek daha kolay olduğundan, kolayı mı tercih eder olmuşuz acaba?.. Yoksa bunu bize dikte ettirenler mi var?
Vatan için, mukaddesat için ölümü küçümsediğimden değil, zoruma gidiyor ölmek için yaşamak… Yaşayan ölüler haline gelmedik mi?.. Şu ölüm sendromundan bir kurtulup, vatan ve mukaddesat için yaşamayı göze alabilsek, bakın neler değişecek kendiliğinden!..
Aslında Çanakkale’de ruhları ölümsüzleştiren yaşama inancı değil midir?.. Havada çarpışan mermiler arasında can pazarı kuranların, uğruna can vererek yaşatmayı düşündükleri neydi acaba?.. Anzak askerlerinin masumiyetini sergilemek için yorduğumuz kadar, bu konu hakkında kafa yorduk mu hiç?..
Peki o şühedanın kahramanlığına sahip çıkıp destan yazarken, uğruna kan dökülüp can verilen değerlere niye sahip çıkmayız?.. Bu mudur şehide, şühedaya saygı!.. Bize göre hayır!.. Bu olsa olsa riyakârlık, münafıklıktır!..
Senaryosu kim tarafından yazılıp, kim tarafından finanse edildiği dahi tam net belli olmayan bir iki belgesel (sözüm ona bu belgesel ne hikmetse Oscar ödülüne aday addedilmişti) ve asrın modası haline gelmiş salon milliyetçiliğinin refleksi olarak tiyatrolaşmış bir iki salon gösterisi mi, Çanakkale’nin ifadesi ve de mükâfatı?..
Belki ifade tarzımız ağır olacak ama, bu Çanakkale’ye hakaret ve zulümdür…
Ve biz inanıyoruz ki, Anzak gâvurunun attığı kurşunlar bu kadar incitmemiştir, orada can veren vatan evlatlarını…
Yine inandıkları hayat tarzları üzere yaşamayanlar, yaşanılanlar üzere hayat tarzına inanmaya başlarlar… Bugünkü geldiğimiz nokta maalesef bu noktadır…
Tarihi doğru okumalı, doğru anlamalı ve doğru anlatmalıyız.. 16 devlet kurmuş bir organizasyon kabiliyetine sahip oluşumuz anlatılırken, bu devletlerin 15’inin fitne, fesat ve işbirlikçi hain zihniyetler tarafından yıkıldığını da anlatmak lazım…
Gelinen bu noktada kimse beni Abdül Vahap Kocaman’ın “Biz bu vatanı deyneken (değnek ile) vura vura kurtardık!..” sözlerine inandıramaz!.. Hele de son sınır ötesi harekât esnasında “sınırların yanlış çizildiği” dillendirildikten sonra!..
Netice itibariyle “Çanakkale’de Türkler var mıydı mesela… Ya da orada hayatını kaybeden Türkleri de anmak gerekir mi?” sorularına cevap bulmaya çalışırken, Çanakkale gerçeğini bir irdeleyelim inşallah…
Zafer Güler
GENEL
15 saat önceGENEL
15 saat önceGENEL
15 saat önceGENEL
15 saat önceGENEL
15 saat önceEKONOMİ
1 gün önceGENEL
1 gün önce