

Siyasal liderlik, tarihin hiçbir döneminde tek bir kaynaktan doğmadı. Ne yalnızca devletin baskısından, ne halkın duygusal bağlılığından, ne de mücadele koşullarından… Liderlik, güç ilişkilerinin, toplumsal psikolojinin ve tarihsel kırılmaların karmaşık kesişiminde şekillenir. Özellikle silahlı hareketlerin içinden çıkan figürler söz konusu olduğunda, bu karmaşa romantik bir sisle örtülür: Gerçekler törpülenir, lider kutsallaştırılır, şiddet ise suskunluğa gömülür. Böylece ortaya, halkın özgür iradesi gibi görünen ama örgütün disiplini, korku mekanizmaları ve propaganda aygıtlarından beslenen bir yapı çıkar. PKK’nın 50 yılı aşan tarihinde bu dinamik, en çıplak hâliyle kendini gösterir.
PKK—Kürdistan İşçi Partisi—resmî olarak 27 Kasım 1978’de Diyarbakır’ın Fis (Fisê) köyünde, Abdullah Öcalan öncülüğünde kuruldu. Kökeni ise 1970’lere, Türkiye’deki solcu öğrenci hareketlerine uzanır. Öcalan, Ankara Üniversitesi’nde siyaset bilimi okurken Marksist-Leninist ideolojiyle tanıştı ve Kürt kimliğini sosyalist devrimle birleştiren bir vizyon geliştirdi. 1974’te “Apocular” adıyla anılan küçük bir grup, Kürt milliyetçiliğini Türkiye solunun enternasyonalizmine karşı konumlandırarak ayrıştı. 12 Eylül 1980 darbesi, bu grubu dağıttı; Öcalan ve yoldaşları Suriye’ye, Lübnan’a kaçtı. Bekaa Vadisi’nde, Hizbullah ve diğer gruplarla yan yana, 1984’e kadar eğitim aldılar.
Silahlı mücadele, 15 Ağustos 1984’te Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla başladı. PKK, başlangıçta “Kürdistan devrimi” iddiasıyla köylere “kurtuluş” vaat etti. Ancak kısa sürede strateji değişti: Köy korucularını “iş birlikçi” ilan edip infazlar, öğretmen ve devlet memurlarına suikastlar, sivillere yönelik bombalamalar… 1987’de ilan edilen “serhildan” (isyan) döneminde, Cizre, İdil, Nusaybin gibi yerlerde sivillere karşı toplu katliamlar yaşandı. PKK, kendi tabanını konsolide etmek için rakip Kürt grupları—örneğin KUK, Kawa, PSK—yok etti; 1980’lerin sonlarında binlerce “hain” infaz edildi.
PKK’nın en karanlık yüzü, kendi toplumuna uyguladığı şiddette gizli. 1980’lerden itibaren örgüt içi disiplin, infazlarla sağlandı. “Mahkeme-i Âlî” adlı sözde mahkemeler, itaatsizliği “hainlik”le eşitledi; ayrılmak isteyenler, eleştirenler katledildi. PKK’dan ayrılan eski kadrolar—Sakine Cansız, Haki Karer’in öldürülmesi sonrası Öcalan’ı eleştirdiği için tutuklandı ve işkence gördü—tanıklıklarında, Öcalan’ın mutlak otoritesini anlatır (Kaynak: Cansız’ın otobiyografisi Hev Yekî Bûnê).
1990’larda “köy boşaltma” stratejisiyle tersine döndü: PKK, devletin boşalttığı 3.000’den fazla köye el koydu, binlercesini zorla boşalttı, “Koruculuk yapamazsınız, köyünüzü yakarız” tehdidiyle aileleri göçe zorladı. Bu süreçte 10.000’den fazla köylü öldürüldü—çoğu PKK tarafından. (TBMM raporlarına göre, 1990-1999 arası 4.472 köy korucusu ve sivil PKK tarafından öldürüldü.)
Sivillere yönelik saldırılar sistematikleşti: 20 Temmuz 1987 Pınarcık Katliamı’nda 30 köylü (16’sı çocuk) yakıldı; 5 Temmuz 1993 Başbağlar Katliamı’nda 33 köylü infaz edildi. Öğretmenler, imamlar, çocuklara bombalı tuzaklar… 1990’larda Öcalan’ın talimatıyla “alan hâkimiyeti” stratejisi uygulandı: Köy baskınları, sivil infazları “devrimci şiddet” diye meşrulaştırıldı.
Alevi-Kürt aydınları—örneğin Mehmet Sincar, Vedat Aydın—örgüt karşıtlığı nedeniyle öldürüldü. Çocuk asker devşirme yaygındı: 12-14 yaşlarında kız-erkek gençler dağa kaldırıldı, aileler reddederse evleri yakıldı. Amnesty International, Human Rights Watch, BM İnsan Hakları Komisyonu (1992-1996 raporları) ve Kızılhaç da PKK köy baskınlarını belgeledi; PKK’dan ayrılan binlerce kadro (örneğin Şemdin Sakık, Mustafa Karasu’nun eleştirileri) doğruladı.
Elbette devletin payı vardır ve büyüktür: 1980 darbesi, JİTEM gibi yasadışı yapılar, faili meçhuller… 1990’larda 3.168 köy ve 644 mezra (İçişleri Bakanlığı resmî rakamı) boşaltıldı, 1 milyondan fazla insan göç ettirildi. Ancak bu hatalar, PKK’nın şiddetini haklı kılmaz. İki yanlış birbirini meşrulaştırmaz.
PKK’nın eylem repertuvarı—1990’larda 10.000’den fazla sivilin ölümünde payı—liderliğini demokratik muhataplıktan uzaklaştırır. Nelson Mandela’yı örnek verenler unutur: ANC, sivilleri bilinçli dışladı, Mandela şiddeti daralttı. Öcalan ise tam tersine, 1999’a kadar sivil infazları stratejik gördü; “silah bırakma” çağrıları bile örgütsel kontrolü elden bırakmadı.
Kürt toplumu monolitik değil: Dindar Sünni aşiretler, Aleviler, seküler liberaller, sağcı milliyetçiler, örgüt karşıtı muhafazakârlar… PKK, bu çeşitliliğin yalnızca sol-Kürt kesimini temsil eder ve bunu baskıyla sürdürür. 1990’larda HEP/DEP yöneticileri (Vedat Aydın, Mehmet Sincar gibi) öldürüldü; milletvekilleri ise sürgüne gönderildi. Bugün bile HDP/DEM içindeki eleştirel sesler susturulur.
Öcalan’ın “önderlik” mitosu, bu gölgede büyütülür: Mahkûmken bile talimatlar yağar, “demokratik özerklik” önerileri örgütsel hegemonyayı pekiştirir.
Modern örnekler yol gösterir: IRA’da Sinn Féin silahlı yapıdan ayrışarak meşru oldu; ETA, 2011’de silah bırakınca Bask siyasallaştı; Kolombiya’da FARC, 2016’da sivillere hesap verip silahsızlanınca anlaşma imzalandı. PKK ise 2013-2015 “çözüm süreci”nde bile sivillere saldırıları sürdürdü, 2023’e kadar binlerce eylem yaptı. Öcalan’ı “muhatap” diye sunmak, Kürt toplumunun şiddetten bağımsız iradesini—örneğin bağımsız Kürt partileri, sivil toplum—görünmez kılar.
Meşruiyet, bir grubun sadakatinden değil, toplumun silahsız özgür iradesinden doğar. Siyasi şiddetin gölgesinde “halk desteği” sosyolojik tespittir; siyasal hak doğurmaz. Modern ölçütler nettir: Silahsızlık, demokratik temsil, hukuki denetim, bütüne sorumluluk. PKK bunlardan yoksun: Örgüt içi infazlar devam eder, sivillere hesap verilmez, siyasal kanat (HDP/DEM) örgütsel talimat altındadır.
Gerçek çözüm, ne Öcalan merkezli denklemden ne devletin güvenlik refleksinden geçer. Halkın, örgüt ve devlet baskısından arınmış özgür siyasal alanını inşa etmek şarttır: Silahların sustuğu, çok sesliliğin disipline mahkûm edilmediği bir zemin. IRA, ETA, FARC süreçleri bunu kanıtlar—silah bırakma, sivil sorumluluk, bağımsız siyasallaşma.
Toplum, şiddetin ipoteğinden kurtulmadıkça kaderine söz söyleyemez. Gerçek barış, liderlerin meşruiyetinde değil, Kürt toplumunun silahsız siyasal kapasitesindedir.
Çözümün adresi bir ada, karargâh, örgüt ya da devlet binası değil; toplumun bizzat kendisidir. Halk, şiddetsiz temsil mekanizmalarını büyüttüğünde, liderlik doğal zemine oturur.
Liderleri kutsayan söylem değil,
gölgesiz demokratik tahayyül gerekir.
Gerçek meşruiyet, gölgesiz bir ses ister.
Gerçek temsil, korkusuz bir alan ister.
Gerçek çözüm, toplumun kendi sesini büyütmekle başlar.
Ve belki de en zor olan, bunu en başa yazmaktır.
POLİTİKA
4 saat önceGENEL
4 saat önceGENEL
4 saat önceEKONOMİ
4 saat önceDÜNYA
4 saat önceDÜNYA
4 saat önceSPOR
4 saat önce