

Batı’da modernleşme süreciyle hız kazanan kadın hareketlerinin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki yansıması, II. Meşrutiyet dönemiyle birlikte somut bir hal almıştır. II. Meşrutiyet öncesinde, kadınların toplumsal statüsü üzerine tartışmalar başlamış olsa da, bu dönemde kadın haklarına dair yapılan değişiklikler sınırlı olmuştur. İlk somut adımlar arasında, kız çocukları için okulların açılması yer alırken, Tanzimat Dönemi’nde kadınlara bazı yeni haklar tanınmıştır. Bu dönemde, kadınların miras hakkı elde etmesi, cariyelik sisteminin ortadan kaldırılması ve evlenen kadınlardan alınan “gelinlik vergisinin” kaldırılması gibi reformlarla, kadınların toplumsal konumu güçlendirilmiştir.
Türkiye’de feminizmin kökleri, 19. yüzyıl sonlarına dayanan ve Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan bir süreçte ilerlemiştir. 1908’de doruğa ulaşan kadın hareketi, Osmanlı kadınlarının aile içindeki rollerine getirilen sınırlamaları eleştirerek eğitim, çalışma ve toplumsal yaşama katılım talepleriyle kendini göstermiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında kadınlara bazı hukuki haklar tanınırken, bağımsız kadın hareketleri zayıflamıştır.
Cumhuriyet döneminde kadınların eğitimi için yeni okullar açılmış, 1924’te eğitim merkezi hale getirilerek kadınlara ilkokuldan yükseköğrenime kadar eşit eğitim hakkı tanınmıştır. Bunun yanı sıra 1926’da kabul edilen Medeni Kanun ile resmi nikâh zorunlu hale getirilmiş, çok eşlilik yasaklanmış ve kadınlara bireysel haklar verilerek aile ve miras hukukunda eşitlik sağlanmıştır. 1935 yılında ise Türkiye Büyük Millet Meclisi seçimlerinde kadınlar, ilk kez oy kullanarak siyasi haklarını da kazanmıştır. Tekeli’ye göre, Cumhuriyet dönemi, eşitlikçi bir devlet feminizmini benimsemiş ve kadınlara öğretmenlik gibi meslek alanlarında yer açarak onların yalnızca evle sınırlandırılmasını önlemiştir. Ancak devlet, kadınlara yurttaşlık hakkını tanıdıktan sonra, bağımsız kadın hareketine gerek kalmadığını öne sürerek 1935’te Türk Kadınlar Birliği’ni kapatmıştır. Bu durum, kadınların feminizm yerine Kemalizm’le özdeşleşmesine yol açmış ve 1950 ve 1970’li yıllar arasında kurulan kadın dernekleri, kazanılmış hakların korunması ve laik devletin İslâmi bir düzene dönüşüne karşı mücadeleye öncelik vererek ataerkil söylemleri eleştirmekten uzaklaşmışlardır.
1980’li yıllarda ikinci dalga feminist hareket yükselişe geçmiştir. Tekeli’ye göre feminist hareketin gelişimi üç aşamada gerçekleşmiştir. Bu bağlamda 1970’li yıllar, entelektüel bir hazırlık süreci, 1980’li yıllar eylemlilik dönemi ve 1990’lı yıllar da örgütlenme dönemidir. Ancak 1980’li yıllardaki askeri darbe, muhalefetle işbirliği yapabilme fırsatını kısıtladığından, feminist hareket kendi gündemini oluşturmakta zorlanmış ve bu dönemi büyük ölçüde yalnız geçirmiştir. 1980’li yılların ortalarına gelindiğinde feminist hareketin dinamizmi artmış ve birçok kampanya düzenlemiştir. Özellikle kadına karşı ayrımcılığın son bulması için başlatılan uluslararası imza kampanyası, 7 Mart 1986’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunulmuş ve bu eylem feminist hareketin meşruiyet kazanmasını sağlamıştır. Dolayısıyla 1980’li yıllar, feminist hareketin sokağa çıkarak kitleselleştiği yıllar olmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından bu yana kadın hakları konusunda önemli adımlar atılmıştır. Kadınların toplumsal alanda önemli haklar kazanmaları birçok Avrupa ülkesinden önce Türkiye’de gerçekleşmiştir. 1980’li yıllarla birlikte artan kadın hareketinin gücü, dünyada kadın refahını iyileştirmeye dair adımların atılmasına neden olmuştur. Birleşmiş Milletler’in, 1975’te kadınlara yönelik ayrımcılıkla mücadele etmek için Kadın On Yılı’nı ilan etmesi Türkiye’de de yankı bulmuş ve kadın hakları noktasında tartışmaların yaşanmasına neden olmuştur. Bu süreç aslında kadınların harekete geçmek için “gizil hazırlık dönemleri” olarak kabul edilebilir. Çünkü Batı’da gündeme gelen kadın hareketleri Türk aktivistleri de etkisi altına alarak sürecin sistemli bir şekilde ilerlemesinde itici güç olmuştur. Işık’a göre Türkiye’nin Birleşmiş Milletler ve Avrupa Sözleşmeleri’ne bağlı olması CEDAW, Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi, Çocuk Hakları Sözleşmesi gibi sözleşmelere taraf olduğumuzu göstermektedir. Bu sözleşmeler iç hukuka etki ederek insan haklarının gelişmesinde etkili olmuştur. Özellikle 1986’da yürürlüğe giren CEDAW, ülkemizde kadının insan haklarını güvence altına alan bir sözleşme olarak öne çıkmaktadır. Anayasanın 90. maddesinin 5. fıkrası uyarınca, temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası anlaşmalarla, Türk kanunları arasında bir uyuşmazlık meydana geldiğinde, uluslararası anlaşma hükümleri dikkate alınmaktadır. Dolayısıyla, yargılama sürecinde Türk yasalarıyla çelişen durumlarda CEDAW hükümlerinin esas alınması zorunludur. Bu durum uluslararası sözleşmelerin ne derece önemli olduğunu göstermektedir.
Türkiye’de 1970’lerde sol örgütler içinde yer alan ve kadınlık deneyimleri üzerine düşünmeye başlayan bazı kadınlar, toplumsal cinsiyet temelli eşitsizlikleri sorgulayarak feminist bilincin gelişmesinde öncülük etmeye çalışmışlardır. Ancak söz konusu kadınlardan bazıları dönemin kitle örgütlerinden biri olan Tüm Asistanlar Birliği’ne üye olsa da bu grup, sınırlı sayıda buluşma gerçekleştirebilmiş ve varlığını kısa süre devam ettirebilmiştir. Kadın hareketinin büyümesinde bir diğer etken de toplumun önde gelen yazarlarının bir araya geldikleri Yazarlar Kooperatifi (YAZKO)’dur. Söz konusu kooperatif, kitap ve dergi yayıncılığının yanı sıra çeşitli konferanslara da yer veren bir yapıdır. YAZKO’da başta Şirin Tekeli olmak üzere Gülnur Savran, Stella Ovadia ve Zeynep Avcı gibi isimler bir araya gelerek feminist açıdan bir çeviri grubu oluşturmuşlardır. Grup, çevirisi yapılacak ilk kitap olarak Juliet Mitchell’in “Kadınlık Durumu” adlı kitabında karar kılmıştır. Söz konusu kitabın seçilmesinin nedeni de kadın kurtuluş hareketini tarihsel bir perspektifle ele almasıdır. Kitap çevirisi için bir araya gelen bu kadınlar, Türkiye’de kadın hareketi bağlamında ilk bilinç yükseltme girişimlerinde bulunan kişiler olarak kabul edilmiştir. Aynı dönemde kadınlar “Perşembe Grubu” adıyla toplanarak faaliyetlerini yürütmüşlerdir. Çankırı şehrinde bir yargıcın, kocasından şiddet gören bir kadının açtığı davayı, “kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin” atasözünü gerekçe göstererek reddetmesi kadın hakları savunucularını sokaklara taşımıştır. Bu olay, 1982-1990 yılları arasında özellikle İstanbul ve Ankara’da düzenlenen sempozyumlar, kampanyalar, yürüyüşler ve dergi yayınları gibi etkinliklerle yankı bulmuştur. Kadın hareketinin giderek güç kazanmasının bir yansıması olarak, 1983 yılında Türkiye’nin ilk feminist yayınevi olan Kadın Çevresi Yayınları kurulmuştur. Dolayısıyla Türkiye’de 1980’li yılların ortalarından itibaren, kadın hareketinin kurumsal bir zemin kazandığı görülmektedir. Bunda en büyük etkenlerden biri de 12 Eylül 1980 askeri darbesinin yaratmış olduğu baskıcı ortamın siyasal arenada boşluk oluşturmasıdır.
Kadın hareketleri noktasında kurumsallaşmaya giden Türkiye, kadın ve erkek eşitliğini sağlayabilmek için 1987 yılında Devlet Planlama Teşkilatı altındaki Kadına Yönelik Politikalar Danışma Kurulu’nu kurmuştur. Söz konusu kurulun kurulmasının sebebi, 5. Beş Yıllık Plan çerçevesinde toplumun mağdur kesimlerini destekleyebilmektir. Bu doğrultuda ilgili kurulun kadın meselesini spesifik bir şekilde ele aldığı görülmekle birlikte kurulun kadınlarla ilgili yürüttüğü çalışmalar hakkında yeterince bilgiye ulaşılamamıştır. Fakat burada dikkat edilmesi gereken hususlardan biri Kadına Yönelik Politikalar Danışma Kurulu’nun kuruluş felsefesinde kadınların talepleri doğrultusunda hareket etmediğidir. Burada kurulun ana hedefinin, daha çok uluslararası platformda prestij sağlamak olduğu görülmektedir. Ancak Türkiye’de CEDAW’ın iç hukukta uygulanmasında dönemin kadın hareketi, büyük ölçüde etkili olmuştur. Söz konusu girişimlerle birlikte kadına yönelik şiddet meselesi, devletin gündeminde olmuş ve hukuksal bir zemin kazanmıştır. Sürecin bu noktaya gelmesinde dönemin kadın hareketinin sözleşmenin uygulamaya konulması için başlattığı imza kampanyası etkili olmuştur. Yine bu dönemlerde 1987 yılının Mart ayında Feminist dergisi çıkarılarak aynı yılın Mayıs ayında büyük bir yürüyüşle “Dayağa Karşı Dayanışma” kampanyası başlatılmıştır. Bununla birlikte 1980 sonrası edebiyat ve sinema alanında, kadın bireyselliğine verilen önemin arttığı dikkat çekmektedir. Bu dönemde, Atıf Yılmaz’ın kentli kadınların yaşamlarını merkeze alan filmleri, Duygu Asena’nın kadın kimliğini öne çıkaran eserleri ve Kadınca dergisi gibi yayınlar, kadınların yalnızca annelik rollerine indirgenmeyip bireysel kimlikleriyle de var olduklarını gözler önüne sermektedir.
Kadın bireyselliğine yönelik hem yazın alanında hem de sahada yapılan girişimler bu noktada etkili olmuştur. Bilhassa 1987 yılında gerçekleştirilen sokak yürüyüşü, Türkiye tarihinde kadına yönelik şiddetle mücadelede önemli bir dönüm noktası olmuş ve kadınların bu konuyu politik gündeme taşıdıklarını ortaya koymuştur. Kadına yönelik şiddetle mücadelede 1988 yılına gelindiğinde ise feminist aktivistler “Bağır Herkes DuySun” isimli kitabı yayımlayarak şiddet noktasında farkındalık oluşturmuşlardır. Feminist hareketin bu girişimlerinin devamını “Bedenimiz Bizimdir – Cinsel Tacize Hayır” ve “Mor İğne” gibi kampanyalar oluşturmuştur. Burada “Mor İğne” kampanyasıyla kadınların ev işlerinde kullandıkları iğnenin cinsel istismara dur demek için araçsallaştırıldığı görülmektedir. 2 Kasım 1998 tarihinde Mor İğne Kampanyası’nda yer alan kadınların ifadeleri şu şekildedir: “Hiç acımadan batırın, korkmanıza gerek yok, tetanoz yapmaz. Bu iğne Mor İğne Kampanyası’nın bir ürünüdür. Kampanya grubumuz kadınlardan meydana gelmiş olup elle, sözle, gözle yapılan sarkıntılığa karşı etkin ve kalıcı önlemler geliştirmeyi amaçlamaktadır.”
Görüldüğü üzere 1980’li yıllarda giderek kurumsallaşan kadın hareketinin sonucunda 1990’da “Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı” kurulmuştur. “Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı’nın” temel amacı aile içi şiddetle mücadelede kadın ve çocuklara barınma ve psikolojik destek sağlamaktır. Vakfın belki de en önemli misyonlarından biri kadınlara annelik rollerinden ziyade bir birey oldukları bilincini telkin etmesidir. 1990’lı yıllarda kurumsallaşan kadın hareketinin üniversitelerde de yer bularak akademik çalışmalara dahil edildiği görülmektedir. Yine bu yıllarda “Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü,” “Uçan Süpürge” ve “Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı” gibi kurumlar kurulmuştur. Ayrıca “Kadın Eserleri Kütüphanesi” ve “Bilgi Merkezi” de kurularak kurumsallaşmaya doğru gidilmiştir. Bu kurumlarda kadınlar tarafından ele alınan eserler arşivlenerek konferanslar düzenlenmiştir. 4 Mart 1997 tarihinde kurulan Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği (KADER) kadınların siyasal alanda yer almasını önleyen toplumsal ve yasal düzenlemelerin ortadan kaldırılmasını hedeflemiştir. Başbakanlık bünyesinde 20 Nisan 1990’da icraate geçen “Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü”, görevine başlamıştır. Kurumun önemi, kadın erkek eşitliğini kamu sorumluluğu bağlamında ele almasıdır. Bu alanda faaliyetler yürüten kurum, 1994 ve 2000’li yıllarda ‘Kadın İstihdamının Geliştirilmesi Projesi’ni hayata geçirmiştir. Ayrıca kadın-erkek arasında toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanabilmesi için 2005 yılında ‘Toplumsal Cinsiyet Eşitliğinin Geliştirilmesi Projesi” gerçekleştirilmiştir.
2010’lu yıllara gelindiğindeyse feminist hareket sanal dünyada da görünür olmaya başlamıştır. Bu yıllarda “Reçel Blog” ve “5Harfliler” isimli blog siteleri öne çıkmaya başlamıştır. “5Harfliler” bloğu bir grup kadın tarafından oluşturulurken “bayan” ve “hanım” kelimelerine atıf yapılarak eleştirel bir üslup kullanılmıştır. Söz konusu blogta kadınlar tarafından birbirinden farklı konular mizahi bir şekilde ele alınmaktadır. Kısa sürede yoğun bir takipçi kitlesine ulaşan 5Harfliler bloğunun tercih edilme nedenlerine bakıldığında sitenin gündeme dair alternatif yorumlar getirmesi ve gündemi takip etmesidir. Özetle söylemek gerekirse Türkiye’nin 90’lı yıllardaki kadın hareketine bakıldığında modern bir kadın profili yaratma çabası olduğu görülmektedir. Toplumda kadınların yaşadıkları şiddet ve sömürüyle başa çıkmada “modernleştirme” stratejisine başvurulmuştur. Burada modernleştirmeyle hedeflenen köylü ve eğitimsiz kadınların yaşadıkları ezilmeye son vermektir. En nihayetinde 90’lı yıllardaki feminist hareketin kadınları dönüştürmede modernleşmeyi bir araç olarak kullandığı söylenebilir.
1990’larda geleneksel muhafazakâr kadınlar, başörtüleriyle kamusal alanda yer almak için hak mücadelesi başlatmışlardır. Bu süreçte, medya, siyasi partiler ve vakıflarda aktif rol alarak toplumsal hayatta görünürlüklerini artırmışlardır. Aynı zamanda üniversiteler ve diğer kurumlarda var olma hakkı için çeşitli mücadeleler vermişlerdir. Bu hareket, kadınların hem kimliklerini koruma hem de kamusal alanda eşit haklara sahip olma taleplerini ortaya koymuştur. Bu doğrultuda Başkent Kadın Platformu ve AK-DER gibi kuruluşlar, feminist söylemi benimseyerek kadın hakları mücadelesine modern perspektiften yaklaşmış ve Müslüman kadınları güçlendirme hedefiyle hareket etmişlerdir. Bu örgütler, özellikle başörtüsü yasağı ve eğitim hakkı gibi konularda aktif çalışmalar yürütmüş ve hukuki mücadelelerde de yer almıştır. Feminist söylemin benimsenmesi, kadın haklarını evrensel bir düzlemde savunmak ve toplumsal cinsiyet eşitliği perspektifini öne çıkarmak açısından önemlidir. Öte yandan, Hazar Derneği ve Kadından Topluma Eğitim Grubu, feminizme mesafeli durarak daha geleneksel bir yaklaşım benimsemişlerdir. Bu gruplar, kadının aile içindeki konumunu güçlendirmeye ve eğitimin önemini vurgulamaya odaklanmıştır. Onlar için kadının toplumdaki yerinin iyileştirilmesi, bireysel özgürlüklerin ötesinde, aile değerleriyle uyum içinde ele alınması gereken bir mesele olmuştur. 2000’li yıllardaki kadın hareketinin ideolojisine bakıldığında ise ABD’nin uyguladığı savaş stratejileri özellikle Ortadoğu ve Asya’da Müslüman halklar arasında dayanışma yaratmıştır. Bu fikri dayanışmanın bir sonucu da İslam temelli kadın hareketinin ortaya çıkması olmuştur. Söz konusu kadın hareketinin temel felsefesi feminist yazına değil, İslam kaynaklarına dayanmaktadır. Burada din odaklı hareket eden kadın hareketinin amacı, feministlerin İslamcı kadınların ezildiğine dair tezlerini çürütmektir. Bu alanda gösterilen çabalar neticesinde feministlerin İslamcı kadınlara dair bakış açıları olumlu yönde değişmiştir. Bugün İslamcı kadınlar ve feministlerin ortak bir noktada hareket ederek yasal düzenlemelerde etkili oldukları görülmektedir. Örneğin Medeni Yasa ve Ceza Yasasında kadınlar için yapılan olumlu düzenlemeler ve kadına yönelik şiddet noktasında hareket edilmesi, kadın hareketinin eşzamanlı bir şekilde örgütlendiğini göstermektedir.
2000’li yıllarda yapılan önemli değişikliklerden biri de 2002 tarihinde Yeni Medeni Kanun’un yürürlüğe girmesiyle nişanlanma, evlenme, boşanma, mal paylaşımı ve nafaka gibi alanlarda yapılan değişikliklerdir. Dolayısıyla 1980’li yılların ortalarından itibaren Türkiye’de feminist hareket görünür olmaya başlamıştır. 1990’lı yıllar kadına yönelik şiddet noktasında kurumsallaşma dönemidir. 2000’li yıllar ise devletlerin kadına yönelik şiddet noktasında somut adımlar attıkları dönemdir. Müslüman kadınların başörtüsü yasağından ötürü sokaklara çıkması ve istihdam alanında güvenden yoksun yerlerde çalışan kadınların maruz kaldığı iş cinayetleri, feministleri bir araya getiren gerekçeler olmuştur.
Türkiye’de 2000’li yıllarda artan eşitlik talebi Ak Parti’nin iktidara gelmesiyle yeni bir çerçeveye oturmuştur. 1 Ocak 2002’de yürürlüğe giren Yeni Medeni Kanun, kadınların özel ve kamusal alanda hukuksal konumlarını değiştirmiştir. Öte yandan 1 Haziran 2005’te yürürlüğe giren yeni Türk Ceza Kanunu ile kadına yönelik şiddetin önlenmesine dair çeşitli düzenlemeler yapılmıştır.
Ak Parti döneminde namus ve töre cinayetleri ile aile içi şiddetin önlenmesi amacıyla Kadına Yönelik Şiddeti İzleme Komisyonu kurulmuştur. 2006-2010 arası Şiddetle Mücadele Eylem Planı hazırlanarak çeşitli çalışmalar yürütülmüş, ALO 183 danışma hattı ile kadın, çocuk ve engelli haklarına yönelik hizmetler artırılmıştır. Aile Danışma ve Toplum Merkezlerinin sayısı 17’den 38’e, kadın konukevleri ise 8’den 19’a çıkarılmıştır. Anayasanın 10. ve 90. maddelerinde yapılan değişikliklerle, yeni iş ve ceza kanunları kapsamında kadın erkek eşitliği konusunda hukuki düzenlemeler gerçekleştirilmiştir. Ayrıca evde el emeğiyle üretim yapan kadınların sattıkları ürünlerden alınan vergi kaldırılmıştır.
Ak Parti’nin benimsediği politikaların bir devamı olarak, 2008 yılında başörtülü kadınların üniversiteye girişine yönelik yasak kaldırılmış, 2013 yılında ise kamuda istihdam edilmelerinin önündeki engeller kaldırılmıştır. 11 Mayıs 2011’de ise İstanbul Sözleşmesi, kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetle mücadeleye yönelik uluslararası bir hukuk metni olarak, İstanbul’da gerçekleştirilen Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu Toplantısı’nda imzaya açılmıştır. Türkiye, sözleşmeye ilk imza atan ülke olmuştur. Ardından, 25 Aralık 2012’de Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) tarafından onaylanarak iç hukuka dâhil edilen sözleşme, 1 Ağustos 2014 itibarıyla yürürlüğe girmiştir. Ancak ülke içinde yaşanan çeşitli tartışmaların sonunda İstanbul Sözleşmesi 2021 yılında Cumhurbaşkanı Kararıyla feshedilmiştir.
SPOR
Az önceSPOR
Az önceDÜNYA
Az öncePOLİTİKA
Az önceGENEL
Az önceDÜNYA
Az önceGENEL
Az önce