Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı,
Ben beni terk eylerim bildim ki ağyâr kalmadı.
Cümle eşyâda görürdüm hâr var gülzâr yok,
Hep gülistân oldu âlem şimdi hiç hâr kalmadı.
Gece gündüz zâr u efgân eyleyüb inlerdi dil,
Bilmezem n’oldu kesildi âh ile zâr kalmadı.
Gitti kesret, geldi vahdet oldu halvet dost ile
Hep Hakk oldu cümle âlem çarşı pâzar kalmadı.
Dîn diyânet âdet ü şöhret kamu vardı yele,
Ey Niyâzî n’oldu sende kayd-ı dindâr kalmadı.
Niyâzî Mısrî bu gazelinde insanın kendi benliğini ve acısını aşan bir anlayışa doğru yol almasını anlatır. Bu şiirde, insanın kendi benliğini kaybederek, tüm varlığın ve her şeyin birliğinde Yaratan’dan başka hiçbir farkın kalmadığı bir noktaya nasıl ulaştığı tasvir edilir. Bu, birçok mistik gelenekte olduğu gibi, insanın maddi ve zahiri dünyadaki bireyselliğiyle ilgili inkâr etmesi ve varlığın hakikatinde Onun, yani Yaratan’ın varlığını görmesi sürecidir. Ayrıca burada Niyâzî Mısrî, insanın iki katlı varlık hâlini – zahir ve batın – kendi içinde birleştirerek, müridin mürşidinin yardımıyla bu iki dünyadan da gerçek hakikate doğru yola çıkmayı açıklamaktadır.
Niyâzî Mısrî’nin beyitlerini analiz ederken ilk olarak bireysel “benlik” anlayışını ortadan kaldırma konusuna dikkat edilmelidir. Bireysel tecrübede her insan kendi “benliğini” hisseder, kendisiyle ilgili düşünceler, duygular ve iddialarla tanır. Bu da zahiri dünyada ikiliği ve farklılığı, yani “sen” ve “ben” anlayışlarını meydana getirir. Ancak mistik felsefede, özellikle sufizm geleneğinde insanın nefsinin gerçek benlikten uzak olduğu ve sadece maddi dünyada var olan ikilik hissini uyandırdığı kabul edilir.
Sufi ve mistik öğretilerde ise bu ikilik anlayışı, varlığın “bütün” olduğunu kabul eden bir yaklaşımla ortadan kaldırılır. Şeriat aşamasında insan bireyselliğini ve kendine ait olanları görür: bana ait olanlar, benim duygularım, benim tecrübem. Ancak bu anlayış yalnızca zahiri dünyadaki maddi varlıkta mevcuttur. Tarikat aşamasında ise ne sen sensin, ne de ben benim. Yani burada insan, kendi bireysel benliğini terk ederek, “yokluk” zevkine ulaşır ve ikilikten çıkarak vahdete doğru ilerler.
Varlığın üçüncü aşaması olan Hakikat aşamasında ise “sen” ve “ben” anlayışları tamamen ortadan kalkar. İnsan, mevcutatın tüm varlıklarında vahdeti görmeye başlar. O zaman insan hem kendini hem de tüm evreni tek bir varlık olarak kabul eder (Bu düşünce Hristiyanlıktaki panteizm felsefi öğretisinden farklıdır). Burada artık “ben” ve “sen” yok olur; çünkü her şey bir noktada birleşir. Tüm yaratılmışların kendine ait bir güzelliği ve hikmeti vardır. Bu zaman insan tüm varlıklarda Yaratan’ın tecellisini görmeye başlar.
Mistik deneyimde esasen iki önemli nokta vardır: fenâ ve bekâ. “Fenâ”, insanın kendini kendisinde kaybetmesi, “yokluk” durumuna düşmesi demektir. Bu aşamada insan, kendi bireysel kimliğini ve benliğini tamamen terk eder. “Fenâfillah” aşaması ise Allah’ta yok olmaktır. İnsan, Allah’ın varlığını tamamen hissederek, kendi varlığını Onunla birleştirir. Bu, insanın tüm keder ve acılarından, ikilikten ve bireyselliğinden arınması demektir. Artık yalnızca Allah’ın bir tecellisi olarak kalır. Bu aşama, özellikle sufi öğretilerinde, insanın Yaratan’la birleşmesi ve tüm varlığın birliğini hissetmesi olarak açıklanır. Bu durumda artık ayrılık yoktur, her şey Onun varlığında yerini bulur.
Bekâ ise “yoktan sonra var olmak” anlamına gelir. Bekâ, fenâ aşamasından sonra gelen, Yaratan’la olan birliğin devamı ve ebediyete yükseliştir. İnsan yalnızca Yaratan’ın tecellisi olarak kalır; ancak bireyselliği yok olmuştur. Bu aşamada insan, Hakk’ı her an ve her yerde hisseder, tüm kâinatı ve varlığı bir noktada görür. Fenâfillah aşamasından sonra insanın bakışı artık yalnızca Yaratan’ın hakikatine yönelmiş olur.
Niyâzî Mısrî’nin beyitlerinde bu vahdet anlayışı tam olarak işlenir. Tüm âlem Hakk olur; her şey birliğe dâhil olur, “çarşı-pazar kalmaz”, her şey Allah’ın iradesiyle birleşir. Tüm maddi ve zahiri âlem artık kendi varlığında Yaratan’ın varlığını yansıtan bir ayna gibidir. Varlık artık yalnızca bir bütünün parçasıdır ve insan bu bütünlüğü hem hissederek hem de şühudla (şahitlik) kavrar. Burada eğer bir insan tüm varlığı görüyorsa, artık o, varlığın hiçbir parçasını “hâr” (çirkin) olarak görmez; çünkü her şey Allah’ın yüce tecellisinin bir formasıdır.
Niyâzî Mısrî yukarıdaki şiiriyle insanın yalnızca maddi ve zahiri dünyadan ibaret olmadığına inanır. O, insanın zahiri benliğini terk ederek, içsel âlemindeki “Hakk’ı” hissetmesini ön plana çıkarır. Varlığın her bir noktasında Yaratan’la birleşmek, insanın manevi gelişiminin en yüksek aşamasıdır. Bu öğreti, insanı kendi benliğinden geçerek, “Fenâ” aşamasından “Bekâ”ya doğru ilerlemeye çağırır.
Bu noktada insan yalnızca Yaratan’la bir olmakla kalmaz; aynı zamanda tüm varlıkların birliğini hisseder. O zaman insan, artık “sen” ve “ben” anlayışlarını tamamen aşmış olur ve her şeyin bir vahdet içinde olduğunu kabul eder. O an insanın gözünde varlık tamamen yeni bir şekilde görünür; hiçbir ayrılık, hiçbir keder, hiçbir zorluk kalmaz. Çünkü her şey Ondan gelir ve Ona dönecektir.
Niyâzî Mısrî yazdıklarında sâlikin (yolcunun) “benlik”ten “vahdet”e doğru olan yolunu daha derinden anlatmaya çalışır. O, insanın kendi benliğini aşarak, Yaratan’la birleşmesi ve varlık âlemindeki her şeyin birliğini görmesi üzerine kurulu bir öğretiyi temsil eder. İnsan “fenâ” ve “bekâ” aşamalarından geçerek, yalnızca mutlak öz ile birleşebilir. Bu yolda tüm varlık, maddi ve manevi dünyadaki ikilikler ortadan kalkar ve insan, her şeyin bir noktada Allah’tan geldiğini kavrar.
Resul Mirhaşimli
GENEL
Az önceGENEL
Az önceEKONOMİ
Az önceGENEL
Az önceGENEL
Az önceGENEL
Az önceGENEL
Az önceTercüman Gazetesi Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.