

Divan edebiyatında simgeler ve semboller konusu her zaman güncel olmuştur. Bugün de bu poetik örneklerin hangi anlamı taşıdığı, araştırılan meseleler arasında yer almaktadır. Bu problemin açıklanmasına yönelik denemelerin sıralanmasından önce bir şeyi belirtmeyi gerekli görüyoruz. Klasik edebiyatın simgeler ve sembollerini anlamak için öncelikle bu şiirlerdeki gerçek anlamı kavramak gerekir. Gerçek anlamı bilmeden o örneklerde mecaz anlam aramak insanı yanlış yollara düşürebilir.
Azerbaycan’ın, aynı zamanda Türk dünyasının büyük şairi Muhammed Fuzûlî, “Su” kasidesinde Allah Resulü’nü (s.a.v.) övmektedir. Yüzyıllar geçse de bu şiirdeki güzellikler tazeliğini olduğu gibi korumaktadır. Aşağıdaki beyite dikkat edelim:
Yâ Habîballah yâ Hayre’l-beşer müştakunam
Eyle kim leb-teşneler yanup diler hemvâra su.
(Ey Allah’ın sevgilisi! Ey insanların en hayırlısı!
Susamışların (susuzluktan dudağı kurumuşların) yanıp dâimâ su diledikleri gibi (ben de) seni özlüyorum.)
Bu beyitte, Resûlullah’ın (s.a.v.) aşkından susuz kalan bir kalbin bir yudum suya hasret duyan insanın çektiği ıstıraplarla karşılaştırılması açıkça görülmektedir.
Men lebün müştâkıyam zühhâd kevser tâlibi
Nitekim meste mey içmek hoş gelür hûş-yâra su
(Nasıl sarhoşa şarap içmek, aklı başında olana da su içmek hoş geliyorsa, ben senin (lebini) dudağını özlüyorum, sofular da kevser istiyorlar.)
Burada leb, zahid, mey, mest ifadeleri gerçek anlamda kullanılan kelimeler değildir, mecaz oluştururlar. Bir kelimenin bir şiirde simgeye dönüşmesi, mevcut başka bir hikmetin anahtarı rolünü oynar. Bu beyitteki lebin (dudağın) âşığı gibi görünüp âşık olduğun nesneye ait olmanın yanlış bir şekilde yönlendirilmesine şahit oluruz.
Düşüncemizi temellendirmek için yukarıda adlarını andığımız kelimelerin sembol ve simge olarak anlamlarını araştırmaya çalışalım.
“Leb” Farsça’da dudak anlamına gelir. Bu kelimenin sözlük anlamıdır. Aynı kelimeyi tasavvuf edebiyatındaki simge ya da sembol olarak açıklarsak, o zaman başka bir anlam ortaya çıkar. Burada leb, melek aracılığıyla Peygamber’e (s.a.v.), kalp tavsiyesiyle velilere inip gelen söz anlamına gelir. Anlaşılması ve hissedilmesi şartıyla aracısız gelen söz, sevgilinin söyledikleri anlamıyla anlaşılmalıdır.
Zühd anlayışı ise perhizkârlık, dinin yasakladığı şeylerden kaçınma, zamanını ibadetle geçirme, dünyadan el etme anlamına gelir.
Sonunda geçen “dünyadan el etme” anlayışı, dünyadan çıkmak anlamına gelmez. Sözün bu şekilde anlaşılması, Kur’an-ı Kerim hikmetiyle çelişir.
Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur:
“Eğer göklerin ve yerin etrafından (çevresinden) çıkabiliyorsanız, çıkın.” (er-Rahman Suresi, Ayet 33)
Kur’an-ı Kerim’in bu ayetine işaret eden 19. yüzyılda yaşamış Azerbaycan şairi Seyid Abülkasim Nebati, şiirlerinden birinde şöyle yazıyor:
Derd-i hicran çaresin herçend bildim, sabr imiş,
Neyleyim, billah, bu deryanın kenarı yoktu, yok.
Allah Teâlâ zühd hakkında şöyle buyurur:
“(Kâfirlerin) bazı zümrelerini sınamak için onlara dünya hayatının süsü olarak verdiğimiz mal ve mülke göz dikmelerini isteme. Rabbinin rızkı (bereketi) ise hem daha hayırlı hem de daha kalıcıdır.” (Taha Suresi, Ayet 131)
Zahit, o kişidir ki, dünyaya ait olan işlere – yemek, içmek, giyinmek, mal, şehvet, zevk, mal-mülk, görev ve kısacası ölümle birlikte insana ait olup elinden çıkacak hiçbir şeye – ilgi duymasın. Tabii ki, bu ilgisizlik, yoksulluk, cehalet, bilgisizlik ya da bir çıkar ya da bu işin karşılığında herhangi bir bedel bekleme amacıyla olmamalıdır. Herkes dünyaya ait olanlara ilgisizse, buna zahit denir.
Ancak “Gerçek zahit”, yukarıda belirtilenlerden başka, cehennem azabından kurtulmak ve Cennet sevabına ulaşmak için de hırsı olmasın. Onun zahitliği, yalnızca bedeninde kalıcı olarak yer alacak fayda ve bereket için olmalı, dünya ve ahiret arzuları, umutları ya da kinleriyle bağlı olmamalıdır.
Dünyada cehennem ateşinden kurtulmak ya da Cennet sevabına ulaşmak amacıyla zahitlik yapan kişi, aşırı derecede aç olmasına rağmen, misafirliğe gitmek için hiçbir şey yemeyen kişiye benzer. Çünkü misafirliğe gittiğinde daha fazla yemek yiyebilmek istemektedir!
Ya da, daha fazla kazanç elde edebilmek için alışveriş yaparak ticaretle uğraşan birine benzer. Halbuki hakikat yolunda (seyr-i sülukta) insan, onu amacından saptıracak meşguliyetleri bir kenara bırakıp zahitlik yapmalıdır ki, kafası başka şeylere karışmasın ve hedefinden sapmasın.
Edebiyatın simgelerini ve sembollerini doğru anlamak için tasavvuf edebiyatına dair bilgilere sahip olmak gereklidir. İslam dininin etkileri insan hayatının tüm alanlarına nüfuz ettiği gibi, edebiyatı da etkilemiştir. Tasavvuf, metafizik hakikatleri, insanı, insanlığı ve evreni kapsayan bir düşünce tarzı, bir din felsefesidir. Kalbi dünyanın geçici zevklerinden ayırarak, Allah sevgisiyle doldurmayı hedefleyen tasavvuf bir düşünce ve inanç sistemidir.
İlahi aşk anlayışı üzerine sayısız eser mevcuttur. Herkes bu konuyu kendi bilgi çerçevesinde ele almış ve anlamaya çalışmıştır. Bu eserler arasında on ikinci yüzyılda yaşamış büyük âlim ve Allah dostlarından sayılan Muhyiddin İbn Arabi’nin “Mekke’nin Fethi” adlı eserinde yazdıkları dikkat çekicidir. Allah’ın sevgisine İbn Arabi’nin yaklaşımı oldukça ilginçtir:
“İlahi sevgide Allah bizi hem bizim için, hem de Kendi için sever. Allah’ın Kendi için bize duyduğu sevgi, bu hadis-i kudside ifade edilmektedir: ‘Ben bir gizli hazineydim, tanınmak istedim ve mahlûkatı yarattım. Sonra onlara Kendimi tanıttım, onlar da Beni tanıdılar.’”
Demek ki Allah bizi O’nu tanıyalım diye, Kendi için yaratmıştır. Bu ayet, o sebebi çok güzel bir şekilde ifade eder:
“Ben cinleri ve insanları yalnızca Bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat Suresi, 56)
Sonuçta Allah bizi Kendi için yaratmıştır.
Tasavvufa göre, her şeyin kaynağı Allah’tır. Evrenin varlığı, Allah’ın güzelliğinin tecellisidir. Allah tek güzellik ve tek varlıktır. İnsanın bu dünyaya gönderilmesi, gurbet yolculuğudur. Gurbette olan biri, vatanına kavuşma hasretiyle yanar; tıpkı kâmil insanın da Allah’a kavuşma hasretini çekmesi gibi. Allah’a kavuşmak için çaba sarf edenler ve O’nun mutlak ve eşsiz güzelliğine hayran kalanlara Aşık denir. Tasavvuf edebiyatı, daha çok Aşığın, Sevgilisine duyduğu halleri sembol ve imgelerle anlatır.
Aşk, bazen Aşığı o kadar sarar ki, kendisini bile unutur. Böyle örneklerden biri, Muhammed Fuzûlî’nin “Leyla ile Mecnun” adlı eserindedir:
Öyle ser-mestem ki idrâk etmezem dünyâ nedir;
Ben kimim, sâki olan kimdir, mey ü sahbâ nedir?
Aşıkların bir aşk yolunda kendilerini tanıyamamaları, bu aşkın zirve seviyesidir. Burada şairin sunduğu aşık, nefsani varlık ve arzularından tamamen kurtulmuş bir insandır. İslam felsefi düşüncesine göre, kalbin genişleyip sevince boğulması, yani ilahi aşkla dolması ve kendi bedensel varlığından kurtuluşu, sarhoşluk olarak tanımlanır. Lahici, bu anlamı, Hakk’ın cemalini gözlemlemekle salikin kalbine düşen hayret ve hayranlık olarak açıklar.
“Mahbubun muhabbetine gark olarak, kendi varlığını unutan aşıklar ise ser-mest adlanır.”
Fuzûlî’nin kahramanı burada işte bu halde bulunmaktadır. Şarap ise, Hakk’ı anarak ârifin kalbinde oluşan ve onu sarhoş eden zevktir. Şarap, aşkın simgesidir ve Hakk’ın çeşitli tecellilerine işarettir. Şarap, aşkın coşkunluk derecesine denir.
Genel olarak, klasik edebiyatın işlediği aşk anlayışı mecaz anlamda açıklanır. Sevgi, istek, muhabbet vb. gibi anlayışlar aşk anlamıyla yakın olabilir, fakat tam anlamıyla aynı değildir. Muhabbet birleştirir, aşk ayırır, denir. Aşkın ıstırabı âşık için hoş gelir. “Iztırap” kelimesi, aslında “ezb” kökünden türetilmiştir. Bu ifadenin bir anlamı da zevk anlamına gelir. Aşkın ıstırabını çekmek, aslında âşık için bir acı değil, bir zevk verir.
Başka bir örnek olarak Azerbaycan şairi Mirze Alekber Sabir’in gazellerinde de görmek mümkündür. Yirminci yüzyılın büyük satirik şairlerinden biri olan Sabir’in birkaç gazeli de vardır. Bu, şairin Seyid Azim Şirvani okulundan etkilenmesiyle ilgilidir. Örnek olarak göstereceğimiz şiir, Muhammed Fuzûlî’nin gazellerinden birine naziredir.
İstersin gönlüm gibi zülfün perişan olmasın,
Ol kadar cövr et bana, âh etmek imkân olmasın.
Bu beyitteki anlamları açıklamadan önce, Muhammed Fuzûlî’nin yazmış olduğu gazelle Sabir’in şiirindeki anlam yükünün benzerliğini karşılaştıralım, etkisini gösterelim. Fuzûlî’nin yazdığına dikkat edelim:
Aşk derdiyle hoşem el çek ‘ilâcımdan tabîb.
Kılma dermân kim helâkim zehri dermânındadır.
Sabir bu şiire nazire yazarken, oradaki anlam yükünü daha da sertleştirip, biraz da radikal etki unsurları yaratmıştır. Aynı anlam Sabir’in şiirinde bu şekilde ifade edilmiştir:
Mübtelay-i derdi-aşkam, el götür bendən tabîb,
Eyle tedbir kim, hem bu derde dermân olmasın.
Şimdi birinci beyitteki anlamları açıklayalım. Birinci mısrada adı geçen “zülf” kelimesi, simge olarak Hak’ın celâl ve izzetini koruyan bir perde olarak anlaşılır. Yüz, Hak’ın mahiyetine işaret eder ve zülf onu koruyan hicaptır. Cürcânî “Et-Terîfât” adlı eserinde yazıyor ki, zülfün dağınık (perişan) ve siyah renkte olması çokluğu; yüz ise birliği sembolize eder.
Yüz, iman ile, saç ise küfür ile kıyaslanır. Yüz, Cemâl, saç ise Celâl sıfatına işaret eder. Saçın özellikleri de sembolik bir anlam taşır. Zülf, Maşuk’un sırlarının açığa çıkmasına engel olan perdedir.
Şairin anlatmak istediği anlam şudur: Ah etmemek gerekir ki, zülf dağılmasın; çünkü Maşuk, Âşık’ına o kadar çok eziyet vermelidir ki, âh çekmek için tüm imkânlar tükenmiş olsun. Aksi takdirde, zülf dağılacak ve Maşuk’un tüm sırları meydana çıkacak, cemâl sıfatı görünür olacaktır.
Bu anlamda zülf, kâfir ‘dir; yani o cemâli örten şeydir. Kâfir kelimesinin bir anlamı da “örtmek”tir.
Bir makalede Divan edebiyatındaki sembol ve simgelerin bütünüyle açıklamasına ulaşmak elbette mümkün değildir. Biz de yukarıdaki örneklerle bazı sembollerinin açıklamasına çalıştık. Daha çok istedik ki, sorunlara açıklık getirirken bilimsel delilleri esas alalım.
Doğrusunu ise Allah bilir!
GENEL
9 saat önceDÜNYA
9 saat önceGENEL
9 saat önceGENEL
9 saat önceBİLİM & TEKNOLOJİ
9 saat önceGENEL
9 saat önceGENEL
9 saat önce