

Kelimelerin ağırlığını bilen ve sessizliğin içinde şiir kuran bir kalem Süreyya Şahin. Dizelerinde kırılganlık, öfke, hüzün estetik birer öğeye dönüşerek yazının insana temas eden yanını hiç kaybetmeden devam ettirir. Kelimelerin çok ötesinden ve aynı dizeden bakar okura. Şiiri fazlalıklardan arınmıştır fakat duygudan asla yoksun değildir. Bazen bir sorgu bazen varlık bazen de ölümdür. Kimi zaman bir duâ kadar içe dönüktür şiiri kimi zaman da bir isyan kadar dışa dönüktür. Yazının biçiminden çok var oluşuyla ilgilenen Süreyya Şahin, şiirin yanı sıra editör olarak yön verdiği eserlerde de derin bir sezgiyle konuşarak paragrafların/dizelerin arasında dolanır. Editör kimliği ile kelimenin ağırlığını şair kimliği ile kelimelerin yankısını bilir. Çoğu zaman kelimelerin doğuşuna ve yeniden yazılışına tanıklık eder. Süreyya Şahin ile kalemi, yazıyı, yazıyı besleyen duyguları uzun uzadıya konuştuk.
Biz konuşurken çok keyif aldık. Keyifli okumalar.

İlk öncelikle bu kıymetli söyleşi için teşekkür ederim.
Editör ve aynı zamanda bir şair olarak edebiyatımızda etkin bir rolünüz var. Bir editör olarak son yıllardaki edebi gelişmeleri nasıl yorumluyorsunuz?
Açıkçası edebiyatın son yıllardaki gelişimini, bir yükselişten çok bir dağılma biçimi olarak görüyorum. Bu dağılma kötü anlamda değil; aksine, merkezleşmenin yarattığı verimli bir karmaşa söz konusu. Artık “edebi otoriteler”in belirlediği yönler yok; herkes kendi ekseninde dönüyor. Bu da dilin ve biçimin sınırlarını sürekli zorluyor.
Ama bir yandan da bu özgürlük hâli, içeriksiz çoğalmayı da beraberinde getiriyor. Şiir ya da öykü, bir tür sosyal medya refleksine dönüşüyor bazen; hızlı, duygusal, ama derinliksiz. Yazmak, giderek “görünmek”le karıştırılıyor. Oysa görünürlük, iyi yazının doğal sonucu olmalı; amacı değil.
Edebiyatın klişe metinlerden kurtuluşu ancak radikal dil cesaretiyle mümkün. Kalıpları yıkabilen, duygusunu pazarlamadan dile getiren, biçimle içeriği organik bir bütünlükte tutabilen metinler az ama var ve ben -okur olarak- edebiyatın geleceğini o nadir metinlerde görüyorum.
Şunu da söylemeden geçmek istemiyorum; son yıllarda edebiyatımız bir eşikte duruyor. Kimileri bu eşiği geçip yeni bir çağın diliyle konuşacak, kimileri de orada kalacak. Editör olarak değil belki ama okur olarak görevim, o eşiği geçenleri fark etmek; şair olarak görevim, o eşiği bizzat aşmak…
Edebiyatın son yıllardaki yönünü bir ilerleme çizgisiyle değil, bir çözülme haritası olarak okumak gerekir. Çünkü artık hiçbir şey merkezden hareket etmiyor; dil bile kendi otoritesine inanmıyor. Bu yüzden bugün edebiyat dediğimiz şey, biraz da dilin kendi yorgunluğuyla hesaplaşma biçimi diyebiliriz. Herkesin yazdığı ama çok az kişinin gerçekten “düşündüğü” ve çok az kişinin gerçekten okuduğu tuhaf bir dönemden geçiyoruz. Bir ülke düşünün yazanı okuyandan daha fazla… Bu da demek oluyor ki, yazanlar da okumuyor.
Özellikle yazar demiyorum çünkü herkes yazar olamaz.
Yazmak, artık bir iç zorunluluk değil; çoğu zaman kimlik bildirimi, varlık iddiası gibi. Metin, anlamını kendi sessizliğinden/iç sesinden değil, aldığı “tepki”den türetiyor. Ben buna edebiyatın en görünmez krizlerinden biri diyorum; dilin derinliğini hızla, sessizliği görünürlükle karıştırmak. Özellikle sosyal medyada sıkça maruz kaldığımız bu durum edebiyatın geleceği için endişe verici.
Kesinlikle size katılıyorum. Sosyal medya sadece edebiyatı değil şu an pek çok olguyu değiştirebilecek güce sahip. Hatta yakın zamanlarda bir TV kanalındaki dizinin senaryosunu dahi sosyal medyadaki tepki nedeniyle değiştirildiği konuşuluyor. TV dizileri izlemediğim için içeriğe çok hâkim değilim fakat bu durum şüphesiz yazarların da kalemini etkiliyordur. Yazarın yazmak istediği sıradan bir insanın omuz yükü iken bir anda gündemdeki en çok rağbet gören insan tipine göre şekil alabilir. Ve her şeyin yüzeysel olduğu bir çağda yaşadığımız da doğru. Kitaplardan sinemaya, müzikten heykele kadar sanatın her dalında durum bu. Herkes yazar olamaz derken hem yerinde hem de çok iddialı bir cümle bu. Size göre kimler yazar olabilir? Ya da yazar olmayı belirleyen şartlar var mıdır? Ya da yazarlık iddiasında bulunan insanlarda gördüğünüz eksiklik nedir?
Yazarlığın belirli bir kriteri var mı, bilmiyorum; buna cevap verecek yetkinlikte değilim. Ama bir okur olarak kendi tanımımı söyleyebilirim. Yazar, kendine ve dünyaya ihanet etmeyen, kendi sesini cesurca ortaya koyandır. Yazarlık, bir formu öğrenmek ya da belli kalıplara uymak da değildir; kendi içsel kaosunu, hatalarını ve arayışını dile dökme becerisidir.
Şu an yazarlık iddiasında bulunanlarda gördüğüm eksiklik, tam da bu cesaretin yokluğu. Çoğu zaman yazı, güvenli bölgelere, kabul gören normlara ve hazır reçetelere sığınıyor. Kendilerini değil, başkalarının gölgesini yazıyorlar. Okur olarak bunu görmek kolay; ama yazar olarak yaşamak, bu gölgelerden çıkıp kendi ritmini kurmak çok daha zor. Yazarlık, riskin ve isyanın adıdır; geri kalanı sadece sahte bir emniyettir.
Sahte emniyet de her zaman sarsılır diyerek sözü edebiyat dergilerine getirmek istiyorum. Hocam siz de mutlaka fark etmişsinizdir edebiyat dergilerinde genellikle sayılar değişse de aynı isimler bulunmakta. Her ne kadar edebi dergiler genç yazarlarımıza alan açtığını söylese de maalesef çoğu zaman farklı isimlere pek rastlamıyoruz. Özellikle son yıllarda genç kalemler üzerine farklı projeler geliştirilip uygulansa da pek bir şey değişmedi gibi. Sizce artık gençlerimizin edebiyata olan ilgisi mi azaldı?
Bu soru için öncelikle teşekkür etmek istiyorum. Gençlerin sürekli olarak her konuda canına okunduğu son yıllarda, edebiyat alanında da maalesef parmak sallanıyor.
Şunu net olarak söyleyebilirim ki, gençlerin edebiyata ilgisi azalmadı; yalnızca ilgilerini yönlendirecek anlamlı zeminler daraldı. Bugün genç bir yazar için mesele sadece yazmak değil, sesini duyurabilecek sahici bir alan bulmak. Dergiler bu alanı temsil ettiklerini söylese de çoğu kendi çevresel döngüsünde sıkışmış durumda. Bu yüzden yeni bir ses, o döngünün içinde karşılık bulmadan kaybolup gidiyor.
Sorun sadece ilgide de değil; sistemde. Çünkü edebiyatın beslendiği damar, keşifle ve riskle ilgilidir. Oysa bugünün edebi ortamı, güvenli alanlar kurmayı tercih ediyor. Tanıdık isimlerin aynı dergilerde sürekli yer alması tesadüf değil; konforun görünmez ağı. Oysa edebiyat, konforu değil, rahatsızlığı ve riski tercih etmeli. Ve ben -genç şair ve yazarları takip eden bir okur olarak- bunu en iyi gençlerin yapabileceğini düşünüyorum.
Ayrıca gençler bahsini ettiğiniz duruma karşı ciddi bir rahatsızlık hissediyorlar. Bu rahatsızlığı, dilsel ve düşünsel arayışı hâlâ görmek mümkün. Fakat onların enerjisini tutabilecek, biçimlendirebilecek dürüst mecralar azaldı. Çünkü gerçek edebiyat, bir vitrin ya da mentorluk işi değil…
Edebiyat gençlere değil, gençliğe; yani sorgulayıcı, yıkıcı, cesur bir enerjiye yaklaşmayı unuttu. Gençler yazıyor, düşünüyor, üretiyor; sadece bizim bildiğimiz kapılardan girmiyorlar. Biz ise biçimi kutsallaştırıp ruhu unuttuk, şiiri “dergiye uygunluk”la ölçer olduk. Böylece edebiyatı bir tür bürokrasiye dönüştürdük.
Bugün sorun gençlerde değil bizde. Biz, bir kuşağın dilini tanımayı değil, onu terbiye etmeyi seçtik. Oysa edebiyat, hamlıktan doğar; olgunluk çoğu zaman ölümdür. Gençlerin hatalarında, öfkelerinde, dağınıklıklarında bir doğum sancısı var. O sancıyı bastırmaya çalışan her kurum, kendi mezarını kazıyor. Ve bunun için gençleri suçlamayı haksızlık olarak görüyorum.

Belki de dediğiniz gibi bugüne kadar yapılan sadece değiştirme, terbiye etme çabasıydı. Anlamaya ya da o kapıları aralamaya yeltenilmedi. Edebiyatı belirli kalıplar altında sunup: burada özgürce, dilediğiniz bir dünyayı oluşturun ve o dünyaları kaleme geçirin, dendi fakat bunun da belirli kalıplar eşliğinde yapılması istendi. Peki sizce kalıplar olmadan nasıl bir anlatım türü ortaya çıkar?
Edebiyat, doğası gereği bir düzen arayışıdır ama bu düzenin kim tarafından kurulduğu belirleyici oluyor maalesef. Bugün çoğu zaman o düzeni kuran, yazının kendi iç ritmi değil; otoriteler, geleneksel zevk kalıpları ve editoryal beklentiler oluyor. Bu da anlatının doğallığını bozuyor, hatta nefesini kesiyor.
Kalıplar ortadan kalktığında ortaya çıkacak şey bence “ham bir dil” olur. Henüz törpülenmemiş, parlatılmamış, ama bütün çıplaklığıyla yaşayan bir dil. Bu tür bir anlatımda anlam, biçimden değil sezgiden doğar. Cümleler bazen eksik, bazen fazla olur ama o eksiklik, yazının ruhunu taşır. Çünkü kalıpsız anlatım, yazarı gramerin, estetiğin ya da kabul gören anlatım biçimlerinin gölgesinden çıkarır; onu kendi iç sesinin merkezine yerleştirir.
Kalıpsızlık başıboşluk demek değildir, böyle anlaşılsın istemem. Söylemek istediğim kalıpsız bir metin de kendi iç yasasını, kendi nabzını taşır. Bu yasayı kuran şey ise yazanın iç dürtüsüdür/sesidir; korkmadan, utanmadan, boyun eğmeden yazabilme cesaretidir yani.
Böyle bir anlatım türü, yalnızca edebi bir devrim değil; aynı zamanda varoluşsal bir eylemdir. Çünkü o an, yazar dilin efendisi değil; onunla birlikte devinen, dönüşen biridir artık.
Kısacası, kalıplar olmadan yazılan metinler, biçimle değil, ruhun ve dilin çıplaklığıyla konuşur. Ve bence -çok taraftarı olmasa da- edebiyatın geleceği, tam da o çıplaklıkta saklı.
Hocam, yazmak her yazarda farklı bir anlam taşıyor. Çoğu yazar için yazmak, anlamın sığ sularında sancılı bir gezinme olsa da hiçbir yazar bu sancıyı yaşamaktan şikayetçi değil. Hatta yazdığında değil yazmadığında daha çok sancı çektiğini söyleyenler de var. Sizin için yazmak nasıl bir süreç?
Yazmak benim için bir şeyleri anlatmak değil; bir şeylerin neden anlatılamadığını anlamaya çalışmak diyebilirim. Bir eylem de değil, bir varoluş biçimi. Ben konuşarak değil, yazarak içime dönüyorum. O içe dönüşte, bilincin karanlık bölgelerinde dolaşıyorum. Yazı, o karanlıkta tutulan bir ışık değil; karanlığın kendisini anlamlandırma çabası aslında.
Yazarken bir anlam üretmiyorum; hatta anlam üretmeye çalışmak anlamsız geliyor. Ben anlamın nasıl dağıldığını, nasıl eridiğini izliyorum. Her kelime aslında bir eksiklik itirafıdır. Dil, ne kadar ustalaşırsa ustalaşsın, o eksikliği örtemez. Bu yüzden yazmak, benim için bir tür bilinç kazası; insanın kendine çarpıp durduğu, her defasında biraz daha kırıldığı bir alan.
-Uzattım mı bilmiyorum ama birkaç şey daha söylemek istiyorum-
Yazı, varlığın ağırlığını hafifletmiyor, aksine o ağırlığı görünür kılıyor. Yazmak, dünyayı anlatmanın değil, dünyaya katlanmanın bir biçimi diyebilirim. Bir tür iç sürgün ama aynı zamanda o sürgünün içinde bulunmuş bir özgürlük. En azından benim için böyle.
-Ama öyle her gün yazıyorum diye düşünülmesin. Her gün okuyorum, film izliyorum, geziyorum ama her gün yazmıyorum-
Ve şunu da son olarak eklemek istiyorum; ben yazarken sessizliği de düzenlemeye çalışıyorum; yazı, aslında sessizliğin biçim değiştirmiş hâli. Her cümle biraz da suskunluğun kılığına girmiş çığlık aslında ve belki de bu yüzden yazmak, insanın kendini susturmanın en zarif yolu.
Hayır, hatta rahatlıkla uzatabilirsiniz. Bazen de yazmak can yakıcı olmuyor mu? Evet, belirttiğiniz gibi insan sürekli kendine çarpıyor bazen de dağılıyor ama kimi zaman da öyle bir çarpışmaya denk geliyor ki kendinden uzaklaşıyor. Bu durumda yazmak kişinin kendi canını yakmasından başka nedir ki?
Evet, yazmak insanın kendi canını yakmasıdır, diyebilirim. Çünkü yazmak, insanın kendine dokunduğu en derin, en mahrem noktadır; kimsenin ulaşamadığı, hatta çoğu zaman kendinin bile görmekten kaçındığı o yer. İşte yazmak, oraya dokunma cesaretidir.
Şiir için konuşacak olursam; bazen kelimeler gelir ve yaranın yerini bulur, bazen de yara gelir kelimeyi bulur. Aslında ikisi de aynı şeydir; insanın kendini yeniden doğurma sancısı. Her dize, içimde bir şeyi yakar, bir şeyi de serbest bırakır. Şiir benim için eylem değil tanıklıktır; kendime, acıma, varlığıma.
Yazarken kendimi keşfediyorum. Bunu derken kastettiğim, yüzeye çıkan bir benlik değil; daha çok, derinde sessizce var olan o eski, unutulmuş halim. Her şiir, zihnimde, ruhumda, kalbimde yeni bir odanın kapısını aralıyor. Bazen orada bir çocuk sessizce oturuyor, bazen bir yabancı beni izliyor. Yazmak, kendini hatırlama, kendini kendine hatırlatma biçimi, diyebilirim.
Şiirlerinizden de konuşmak istiyorum müsaadeniz olursa. Şiirlerinizdeki dizelerde geçmiş tekrar yazılıyor gibi. Geçmişi yazmak onu iyileştirir mi derinleştirir mi? Özellikle de şiirlerinizde çocuk imgesi masumiyetle birlikte keşke’lerle örülü bir örüntü. Nitekim “Çocukluğumuzu tersten oynadık.”, “Biz göğün kuduz çocuklarıyız.” dizeleriniz de bunu göstermekte. Bu imgelerde çocukluğu bir başlangıç olarak okuyabilir miyiz?
Geçmişi yazmak, onu iyileştirmek için değil; onun içinden geçebilmek için. Çünkü geçmiş iyileşmez, sadece -o da belki- biçim değiştirir. Yazı da o biçim değişikliğinin en derin hali. Ben geçmişi bir yara gibi taşımıyorum; daha çok benimle yaşayan bir organ gibi -ondan kurtulamam, ama onunla yaşamayı öğrenebilirim. Şiir, bu öğrenmenin dili benim için.
Çocukluğa gelecek olursak, çocukluk benim için bir başlangıç değil; bir süreklilik hâli. İnsan çocukluğundan çıkmaz, sadece onun gölgesinde büyümeye devam eder. Ben o gölgenin içinde kalmayı, onu yeniden kurmayı seçtim. Şiirlerimde sıklıkla çocukluktan bahsediyor olmam bundan olabilir. Çocukluk, her şeyin henüz adlandırılmadığı o ilk bilinç anıdır. orada dil yoktur, ama anlamın en saf hâli vardır. Benim şiirlerim de tam oradan, o dilsiz anlamdan besleniyor diyebilirim.
“Biz göğün kuduz çocuklarıyız” dediğimde, aslında o masumiyetin içinde taşıdığı deliliğe, o arı bilincin içindeki taşkınlığa işaret ediyorum. Çünkü çocuk, dünyayı olduğu gibi değil, olabileceği gibi görür. Şiir de benim için böyle bir bakış aslında; dünyanın aklıyla değil, kendi içinin çocuk aklıyla gören bir bakış.
Geçmişi yazmak onu ne iyileştirir ne derinleştirir, sadece onu yeniden kurar. O yeniden kurmaya, bir tür varoluş pratiği diyebilirim. Her şair, kendi çocukluğunu, kendi geçmişini, kendi yarasını yeniden icat ederek yazar. Ben geçmişi hatırlamıyorum; onunla konuşuyorum. O da bazen cevap veriyor, bazen susuyor. Şiirlerim de işte o sessizlikte başlıyor zaten…
Şiirlerinizdeki ritim çoğu zaman kalp atışıyla ölüm arasında gidip geliyor. Bu ritim, sezgiyle mi bilinçle mi kurulmuş bir ilişkinin sonucu?
Kalp atışıyla ölüm arasındaki o salınım, aslında yaşamın ta kendisidir. Şiir, tam da bu aralıkta, o ince seste yaşar. Ben sadece o sesi duymaya çalışıyorum.
Ritim sezgiden doğar ama bilinçle biçimlenir. Sezgi o ilk çarpma anıdır -yani kalbin ansızın hızlanması- Bilinç ise o hızın içinde bir anlam bulmaya çalışır. Şiir, bu iki uç arasındaki tansiyondur diyebilirim.
Bir yanda taşkınlık, diğer yanda disiplin. Bir yanda içgüdü, diğer yanda yapı. Şiir, bu gerilimin tam ortasında nefes almaya çalışır.
Ben yazarken ritmi kurmuyorum aslında; kelimeler kendi kalp atışlarını bulduklarında şiir tamamlanıyor. O yüzden ritim, bir teknik değil de sezgisel yankı diyebilirim. Bazen ölümün soğuk sessizliğiyle, bazen yaşamın telaşlı soluğuyla çarpışıp duran…
Şiirde ritim dediğimiz zamanla yapılan bir pazarlık gibi bence. Çünkü her dize, ölüme biraz daha yaklaşır ama aynı anda hayatta kalır. Ben o sınırda yazıyorum -kalbin atmayı unuttuğu, ama kelimelerin hâlâ nefes aldığı o yerde-
Kelimeler çoğu zaman yazıya geçirilip bir suret kazanmadan önce yazarının zihninde surete bürünür. Sizin de şiirlerinizdeki dize aralarındaki tireler, boşluklar ve sessizlikler şiirinizin asıl sesi, asıl sureti belki de. Sizce şiiri taşıyan kelimeler mi yoksa bu suretin; tireler, boşluklar ve sessizlikler arasına sıkıştırdığınız duygular mı?
Kelimeler şiirin yalnız görünen yüzüdür; asıl şiir, onların arasından sızan sessizlikte nefes alır. Yazarken kelimeleri değil, kelimelerin bıraktığı boşluğu arıyorum. Anlam, söylenenle değil söylenmeyenin geriliminde belirir. Tireler, boşluklar, sessizlikler… Bunlar sadece biçimsel duraklar değil; şiirin iç sesiyle dış sesi arasında kurduğum gerilim hattı aslında. Ve bazen küçücük bir boşluk, binlerce kelimenin taşıyamayacağı ağırlığı taşır.
Benim için şiir; kelimelerin susarak çoğalmasıdır. Sustuğu yerde büyür, anlamı kendi yankısında çoğaltır. Bu yüzden yazarken neyi söylediğimden çok, nerede sustuğumla ilgileniyorum. Çünkü şiir dediğimiz şey, tam da orada -sessizliğin kalbinde- kendi suretine kavuşur.
Fakat bu da aslında yönlendirilmiş bir suskunluk değil mi? Sonuçta eseri oluşturan kişi olarak, okura burada sadece düşünmelisin algısı oluşturup bir yerde bu sessizlik senin kendini bulabileceğin bir alan, bir devinim, demek değil midir?
Elbette bazı okur bunu yönlendirilmiş bir suskunluk olarak görebilir; ama benim için sessizlik, okura talimat vermek değil, dizelerin kendi ritmini ve gerilimini yaratmasına fırsat tanımak aslında. Kelimeleri susturduğumda, aslında onlara bir alan açmıyorum; şiirin kendi nefesini bulmasına, kalbinin atmasına izin veriyorum. O boşlukta hem ben hem şiir devinim içinde; okur belki kendi düşüncesini inşa eder, belki etmez, ama suskunluk bir zorunluluk değil, bir özgürlük alanı. Sessizlik, dizelerin ağırlığını, nefesini, gerilimini taşıdığı bir mekân; şiir orada doğar, büyür ve kendi suretine kavuşur.
Okur ise, pasif değil, sessizliğin ve kelimelerin arasında aktif bir katılımcıdır; şiir ve okur birbirini yaratır, birbirini sınar, birbirini serbest bırakır. Şair, şiiri yazar okur da kendi zihninde yarattığı şiiri bulur.
Şiirin görünür olmaya ihtiyacı yoktur asıl bizim şiiri görmeye ihtiyacımız var.
Hocam son olarak editörlük üzerine konuşmak istiyorum. Uzun süredir editörsünüz. Editörlük kendi şiirinizde de yankı buldu mu? Şiirlerinizin iç sesini dönüştürdüğü oldu mu hiç?
Editörlük uzun süredir hayatımda, ama şiirlerime dokunmadı; başkalarının metinlerini biçimlendirmek, onları anlamaya çalışmak kendi dizelerime sızmadı. Şiirlerim hâlâ kendi yolunu kendisi seçiyor, kendi kaotik ritmini takip ediyor. Editörlük başkalarının sesini daha iyi duyma yetisi kazandırdı, ama kendi sesimi hiçbir zaman şekillendirmedi; dizelerim hâlâ dış etkisiz, hâlâ özgür, hâlâ kendi başına buyruk. Ve benim şiir anlayışım da bu zaten; müdahale edilmeyen, kendi yasalarını kendi belirleyen iç sesle yazılan. İşte bu yüzden şiir/im/de hiçbir otoriteyi kabul etmiyorum.
O hâlde şiirinize sizden başka hiçbir sesin dokunamadığını söyleyebilir miyiz?
Ustam dediğim şairler var elbette; fikirlerinden ve deneyimlerinden beslendim ama hiçbirinin şiir tarzını üzerime giyinmedim, çünkü şiir bir başkasının gölgesinde büyüyemez. Onlardan aldığım şey biçim değil, düşünme cesaretiydi -balık tutmayı öğrettiler bana, üstelik kıyıda değil, en derinine dalarak, denizin- Şiirimin sesi içerden çoğalmış bir ses; her türlü şiiri okudum, kendi tarzımı bulmak kolay olmadı ve hâlâ da bulmaya çabalıyorum.
Ve şiir yazabileceğime kendim dahi inanmazken bana inanan şair arkadaşlarım oldu; onların emeği çok, ama bana öğrettikleri bir şey varsa, o da kolaycılığa kapılmadan derine dalmanın gücüydü. Ve çok çalışarak.
Farkındayım uzadıkça uzuyor ama bu gerçekten son soru. Şiirinizi besleyen damar daha çok hangi duyguların sokaklarında dolanır?
Konu şiir ve edebiyat olunca kısa tutamayız; lütfen rahat olun. Uzadıkça kısalan bir şey var mı, bilmiyorum. Konu şiir olunca saatlerce konuşabilirim.
Şiirimi besleyen damar, çoğunlukla aşkın, yokluğun, özlemin, öfkenin ve kaybolmuşluk duygularının sokaklarında dolanır. Ama sadece karanlık değil; o sokaklarda zaman zaman şaşkın bir merak, kırılgan bir heyecan da vardır. Şiir, benim için bu sokaklarda yürümek, neyin yasak, neyin mümkün olduğunu hissetmek gibi; her adımda hem kendimi buluyorum hem de kaybediyorum.
Ve son olarak; şiir benim ikinci kalbim; biyolojik kalbim onunla atıyor, onunla hissediyor, onunla var oluyor. Şiir olmasa yaşamım yalnızca bir ritimden ibaret olurdu…
Öfke çoğu zaman hem yazma isteğinin hem yazının nabzını tutan çoğu zamanda yazarı yazmaya iten ana duygulardan. Belki de bilemiyorum çoğu yazar öfkesini yitirince yazmayı bırakıyor. Sizde durum nasıl?
Harika bir soru. Öfke, benim için yazının yalnızca başlangıcı değil; damarlarında dolaşan kan gibi, dizeleri diri tutan, ritmi belirleyen enerji, diyebilirim. Sadece bir his değil, yazıya direniş kazandıran bir güç aynı zamanda. Öfke yitirilmiş olsa bile, bende çoğu zaman sessiz bir yankı, içeriden taşan bir gerilim olarak kalıyor ve tam da o gerilim, yazmayı sürdüren, beni yazıya iten esas dürtüye dönüşüyor. Yazmak, öfke kaybolduğunda bitmez; ama o öfke olmadan yazının nabzı at/a/maz.
Hocam bir de hiç yazmaya küstüğünüz oldu mu? Meselâ ben, beni çok yoran ve yüzleşmek istemediğim belki de kaçmayı seçtiğim bir öykümü tamamlayıp bitirdikten sonra kısa süreliğine de olsa yazmaya küsmüştüm. Tavşan ile dağ misali. Fakat dinip de kalemi tekrar elime aldığımda yüzleşebildiğim o duygunun şekil değiştirmiş hali ile karşılaştım ve evet gerçekten dinmiş ve gerçekten daha özgür bir şekilde dolanabildim o öyküde.
Yazıya/şiire değil, ama kendime küstüğüm bir sekiz sene oldu. O süre boyunca elime -şiir yazmak için- kalem almadım; tek bir satır dahi yazmadım, ama okudum, düşündüm, sorguladım; kelimeler içimde/zihnimde birikti, birikirken sessizlikle bütünleşti. O yıllar, bir yandan yokluğumla yüzleşmek, diğer yandan kendi içimdeki şairi bekletmekti. Sonunda fark ettim ki yazmak; kendinle barışmak, varlığını kabul etmek demek. İçimdeki şairle barıştığımda, o sekiz yıl boyunca biriktirdiğim sessizlik, deneyim ve öfke, artık özgürce kelimelere dönüştü; yazı/şiir, o zaman gerçek anlamda nefes almaya başladı, diyebilirim.
Bu keyifli söyleşi için çok teşekkür ederim.
Ben de size teşekkür ederim. Özellikle şiirin görünür kılınmasına sunduğunuz katkı, benim için çok kıymetli.

POLİTİKA
Az önceGENEL
Az önceGENEL
Az önceEKONOMİ
Az önceDÜNYA
Az önceDÜNYA
Az önceSPOR
Az önce