ORTADOĞU’DA SURİYE’DEN SONRA SIRA HANGİ ÜLKEYE GELDİ?

ORTADOĞU’DA SURİYE’DEN SONRA SIRA HANGİ ÜLKEYE GELDİ?

ABONE OL
21 Aralık 2024 22:44
ORTADOĞU’DA SURİYE’DEN SONRA SIRA HANGİ ÜLKEYE GELDİ?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Amerikan (A.B.D.) yönetiminin bugüne kadar resmi belgelere dayandırmadığı Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) olarak bilinen “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölgesi ile Müsterek Bir Gelecek ve İlerleme İçin Ortaklık” projesinin kökeni aslında daha eskiye dayanmakla birlikte, BOP’un diriliş noktası 11 Eylül 2001’deki uçaklı intihar saldırısıdır.

Bu proje, birçok sırrı saklamakla birlikte, A.B.D. tarafından henüz kontrol altına alınamamış bazı alternatif kaynaklarda BOP için aşağıdaki tez ısrarla belirtilmektedir:

“Bu proje ile A.B.D.; Kuzey Afrika’dan Pakistan’a kadar, içinde Türkiye ve İran’ın da bulunduğu 22 ülkeyi kapsayan bir coğrafyada siyasal, askeri, ekonomik ve dini yapıyı kendi çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırmayı planlamaktadır. Bu projenin asıl arkasında ise A.B.D.’yi gizlice yöneten, aynı etnik ve dini kökenli küresel şirket sahipleri vardır.”

Bu kaynaklara göre, özetle bu projenin amacı; A.B.D. için bölgede güç sağlamak, Ortadoğu’yu kontrol altına almak, petrol ve doğalgaza dünyada hâkim olmak, İsrail’in emniyetini sağlamak ve Çin, Japonya, Rusya ile Avrupa dahil diğer güçleri bu kaynaklardan uzak tutmaktır.

Bu alternatif resmi olmayan kaynaklarda aşağıdaki hususlar ayrıca belirtilmektedir:

Günümüzde “Arap Baharı” olarak isimlendirilen isyanların da aslında bu projenin birer basamağı olduğu ve Suriye başta olmak üzere, Arap dünyasında Türkiye’nin de içine çekilmek istendiği Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde, ABD yanlısı ılımlı İslam yönetimlerinin kurulmasının amaçlandığı ifade edilmektedir. Bu amaca şu anda Tunus, Mısır ve Libya’da ulaşıldığı; şimdi ise hedefte Suriye ve İran’ın bulunduğu belirtilmektedir. A.B.D.’nin amacı, İran’ı pasifize ederek nükleer faaliyetlerine son vermek; Suriye’de ise kendi menfaatleri çerçevesinde çalışacak bazı mezhep gruplarını iktidara taşımaktır.

Günümüzde A.B.D.’nin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da bazı mezhepleri kullanmasının ise Yeşil Kuşak Projesi’nin ters tepmesi üzerine yeni başvurduğu bir yöntem olduğu ifade edilmektedir. Geçmişte Yeşil Kuşak Projesi’nin amacı, komünist Sovyetler Birliği’nin güneye doğru ilerlemesini ve Akdeniz’e inmesini engellemekti. Sovyetler’in etrafını çevreleyen ülkeler ve diğer bir komünist ülke olan Çin’le arasındaki bölgeyi tampon olarak kullanmanın da amaçlandığı bu projede, radikal İslam, dinsiz komünizme karşı kalkan olarak kullanılmıştı. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra kontrolsüz kalan radikal İslam, şimdi kendisini ortaya çıkaran A.B.D.’ye yeni düşman olarak yönelmişti. Kısaca proje ters dönmüş ve artık dizginlenmesi gerekiyordu. Bu maksatla geçmişi henüz bilinemeyen fakat A.B.D. Kongresi’nin 1957’de kabul ettiği Eisenhower Doktrini olarak da bilinen Büyük Ortadoğu Projesi, 1997 yılında tekrar ortaya çıktı.

Afganistan ve Irak’ta terörle mücadele edeceği gerekçesiyle bulunan ve savaşmaktan artık çekinen A.B.D., bu yeni savaşını Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında icra etmeye başladı. Bu projede hedef ülkelerdeki muhalif liderler desteklenerek, bu ülkelerde ayaklanmalar başlatıldı ve bir zamanlar ustalıkla kullanılan ama bugün kendilerine verilen rolleri sona ermiş liderler teker teker devrilerek, yerlerine yeni roller verilmiş yönetimler iş başına getirilmektedir. Bölgedeki doğal zenginlikler şimdi bu yeni yönetimler vasıtasıyla A.B.D. ve A.B.D.’yi yöneten küresel büyük güçler tarafından paylaşılmakta ve kullanılmaktadır. A.B.D., çok uluslu şirketlerin küresel ekonomik faaliyetlerini engelsiz sürdürebilmeleri için askeri gücü de dahil tüm imkânlarını kullanmaktadır.

Yukarıda belirtilen hususlar, A.B.D. tarafından henüz kontrol altına alınamamış kaynaklarla beraber, herkese açık istihbarat kaynakları olan başta gazeteler olmak üzere diğer kaynaklarda da açıkça yer almaktadır. Bu açık kaynaklara ayrıntılı baktığımızda ise diğer ilginç bilgilerle karşılaşıyoruz.

Financial Times’ın 27 Ocak 1999 tarihli basımında belirtildiği gibi, dünyadaki ilk 500 büyük şirketten 244’ü Amerikan şirketidir. Bu şirketler, sermayeleri ile A.B.D.’yi gizlice yönetmektedir. Bu Amerikan şirketlerinin sahipleri araştırıldığında ise karşımıza büyük çoğunlukla İsrailoğulları çıkmaktadır; yani Yahudiler ya da Museviler.

İsrail’in kurulduğu 1948 yılından bu yana, Amerika İsrail’e ekonomik katkıda bulunmaktadır. A.B.D. yardımlarının yaklaşık üçte birini İsrail’e yapmaktadır. Bugün İsrail’in en büyük destekçileri olarak da Amerika’da yaşayan ve tüm dünyadaki Yahudilerin %40,5’ini oluşturan Amerikan Yahudileri tanımlanmaktadır. Yahudilerin girişimci ve birlikçi yönleri ile maddi güçlerini seçimlerde kullanma kabiliyetleri, A.B.D.’nin dış politikasını şekillendiren en önemli faktörlerden biridir.

Aslında Amerika’daki Yahudi dünyası, İsrail’i destekleyerek ve diğer gizli bazı faaliyetleri yürüterek; kendilerine Tanrı tarafından vaat edilmiş topraklar olduğunu iddia ettikleri, bugün birçok savaş ve iç çekişmenin yaşandığı dünya coğrafyasını kendi idealleri ve menfaatleri çerçevesinde yapılandırmaya çalışmaktadır. Büyük Ortadoğu Projesi’nin ise bu amacın gerçekleştirilmesinde bir maske olarak kullanıldığı, birçok açık istihbarat kaynağında ifade edilmektedir.

Bu maske projeye göre, BOP’un şu andaki safhası, sorunsuz bir şekilde büyük bir İsrail devleti kurulmasıdır. Bu safhanın gerçekleşmesi için Suriye’nin 4’e, Lübnan’ın 8 kantona ayrılması; Türkiye, Suudi Arabistan, Mısır ve Libya’nın ise üçer parçaya bölünmesi gerektiği belirtilmektedir. Şimdiki hedefte Suriye ve İran’ın bulunduğu, ardından sıranın Türkiye’ye geleceği ifade edilmektedir.

Yine birçok açık istihbarat kaynağında, bugün kendilerine vaat edildiğini iddia ettikleri toprakların bir parçası olduğu belirtilen vatanımızın doğu ve güneydoğu bölgesindeki terör olaylarının ve Kuzey Irak’ta ilk temelleri atılarak kurulmaya çalışılan sözde Kürdistan’ın bu projenin bir aşaması olduğu ifade edilmektedir. Bu plana göre, Suriye’deki bölünme ile birlikte Irak, Suriye ve Türkiye’nin güneydoğusu üzerinde, sonradan başka amaçlarla kullanılacak piyon bir Kürt devleti kurulmasının yolu açılmaktadır.

A.B.D.’nin eski başkanı Obama’nın şu sözleri mevcut durumu aslında özetlemektedir:
“ABD için İsrail’in güvenliği söz konusu olduğunda akan sular durur. Biz Ortadoğu’da tek müttefik tanırız, o da İsrail’dir.”

Bugün dünyadaki tek resmi Musevi devleti olan İsrail’i açık istihbarat kaynaklarından araştırdığımızda ise karşımıza yine fazla bilinmeyen diğer gerçekler çıkmaktadır.

2000 yıllık süreçten sonra kurulan ilk Yahudi devleti olan İsrail, 14 Mayıs 1948 tarihinde Tel Aviv’de ilan edilmiştir. Hazret-i Davud ve Hazret-i Süleyman zamanlarında Yahudiler bir devlet kurmuşlardı. Bugünkü İsrail bayrağı, beyaz zemin üzerinde üstte ve altta iki mavi çizgi ile bu çizgilerin ortasında yer alan altı köşeli mavi Siyon yıldızından oluşmaktadır. Bayraktaki her bir imge, dinî ve tarihî kökenlere dayanan anlamlar taşımaktadır.

Beyaz, dünyadır; yeryüzüdür. Bayrağın ortasındaki altı köşeli yıldız ise Siyon Yıldızı’dır. Filistin’in başkenti Kudüs’te bulunan Siyon Dağı’nda yeniden kurulmak istenen Tanrı Krallığı’nı simgeler. Bu yıldızın bulunduğu alan, Yahudîler’in vatanı olan Arz-ı Mevud (Vaadedilmiş Topraklar)’dur.

Arz-ı Mevud’un, yani Yahudî vatanının sınırlarını ise bayraktaki Siyon Yıldızı’nın altından ve üstünden geçen iki mavi çizgi belirlemektedir. Bu mavi çizgiler, Yahudî topraklarının sınırlarını işaret etmek içindir.

Peki, bu sınır çizgileri neresidir? Elbette ki Nil ve Fırat nehirleridir. Kongo (eski Zaire), Uganda, Etiyopya (Habeşistan), Sudan ve Mısır topraklarında akan Nil Nehri ile Türkiye, Suriye ve Irak topraklarında akan Fırat Nehri’dir. İsrail bayrağındaki iki mavi çizgi, Nil ve Fırat nehirlerini sembolize eder.

Arz-ı Mevud’un hudutları, Tevrat’ta Nil ile Fırat nehirleri arasındaki coğrafya olarak gösterilmiştir (Tevrat, Tekvin, Bâb 15). Bir Yahudî’nin bunu kabul etmemesi, Yahudîliğini inkâr etmesi demektir. Arz-ı Mevud (Vaadedilmiş Topraklar) konusu, Musevî inancında “imanın esasları” arasında olduğundan, bu ülkü her Yahudî’nin ülküsüdür.

Nil ile Fırat nehirleri arasında kalan coğrafyayı her Yahudî kendisi için vatan olarak kabul eder. Bunun anlamı, Yahudîler’in Mısır’dan vatanımızın doğu ve güneydoğu bölgelerine kadar geniş bir coğrafya üzerinde hak iddia ettikleri gerçeğidir.

Dünya yüzünde İsrailoğullarından daha fazla etnik bilinç taşıyan bir başka kavim yoktur. Kendilerini “Tanrı’nın seçilmiş kavmi” olarak kabul ederler ve diğer bütün insanların Yahudilerin kölesi olarak görürler.

Yahudiler’in devlet kurma girişimlerini incelediğimizde karşılarımıza çıkan bazı tarihi olaylar, Türk-Yahudi ilişkilerini ve Ortadoğu’daki ve Türkiye’deki şu andaki durumunu değerlendirmemiz için bizlere bir ışık tutabilir.

1896 tarihlerinde Siyonizmin kurucusu Theodor Herzl, Filistin’i alıp dünya Yahudilerini burada toplamak ve bir Yahudi devleti kurmak istiyordu. Bu konuda en büyük engel, bu bölgeye hakim Osmanlı Devleti yani Türklerdi. Herzl, Yahudi devleti kurma fikrini gerçekleştirmek için İstanbul’a gelmiş ve o zamanki Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit ile görüşme yollarını aramıştır.

Arkadaşı Newlisky’i kullanarak II. Abdülhamit’ten Osmanlı Devleti’nin bütün dış borçlarının silinmesi karşılığında Filistin’in Yahudilere verilmesini istemiştir. Türk Osmanlı Padişahının bu teklife verdiği tarihi cevap, belki bugün bize şu andaki durumu değerlendirebilmemiz için acı bir ders olabilir.

“Benim bir karış toprak vermem söz konusu olamaz. Zira istenen toprak bana ait değildir. O, milletime aittir. Bu devleti kuran ve kanıyla besleyen milletime… Herhangi birine vermek veya bizden koparılmasına razı olmaktansa, yeniden kanımızla yıkamayı tercih ederiz. Benim, Suriye ve Filistin’den gelen iki alayım Plevne’de son neferine kadar şehit oldular. Türk İmparatorluk toprakları bana değil, Türk Milleti’ne aittir. Bu İmparatorluğun hiçbir parçasını hiçbir kimseye veremem. Yahudiler şimdilik milyarlarını biriktirsinler. Kim bilir, bir gün bu imparatorluk paylaşılırsa, onlar da istediklerini belki bir şey ödemeden elde edebilirler. Fakat ancak kadavramız paylaşılır, canlı vücuttan parça koparılmasına müsaade edemem.”

Bugün, Orta Asya Cumhuriyetleri ve Ortadoğu ülkeleri başta petrol olmak üzere çok büyük ekonomik enerji kaynaklarına sahiptirler. Eğer bu coğrafyalarda Avrupa etkili olursa, Avrupa dünyanın en büyük gücü haline gelir. Eğer Rusya kontrol ederse, Rusya en büyük güç olur. Eğer Amerika bu bölgeleri etkin kontrol edemezse, büyümeyi bırakın, küçülmek zorunda kalır ve dünya üzerindeki etkinliğini kaybeder. Bu da ekonomik düzeyinin gerilemesi sonucunu doğurur.

Ortadoğu’da A.B.D.’nin kurmaya çalıştığı bu proje karşısında birbirlerinden fikir ve siyasi görüş olarak çok farklı yapıya sahip Rusya, İran ve Türkiye ilişkileri artmaya başlamış ve Ortadoğu’daki kurulmak istenen bütün dengeyi değiştirebilecek yeni bir sürece adım atılmak istenmiştir.

Yıllardan beri NATO yoluyla Amerika tarafından çizilmiş bir yolda ilerlerken Türkiye’nin şimdi başta Rusya, İran olmak üzere bu projede engel teşkil edebilecek diğer bölge ülkelerle ilişkilerini arttırmak istemesi ve kendisine çizilmiş yoldan çıkma teşebbüsleri bazı şeyleri tetiklemiş olabilir mi?

Sizce değerli okurlar, bu büyük oyunda sıradaki ülke acaba hangisi? İran mı yoksa Türkiye mi?

Dr. M.Tuğtigin ŞEN
Emekli Albay/Araştırmacı

En az 10 karakter gerekli
Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.


HIZLI YORUM YAP

Tercüman Gazetesi Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.