

İnsanın iç dünyasında bazı duygular vardır ki, hem eski bir türkünün hüznünü taşır, hem de modern psikolojinin röntgeninde belirgin bir gölge gibi görünür. Kıskançlık tam da böyle bir şeydir: Sevginin kardeşi, korkunun çocuğu, bilinçaltının fısıldadığı gizli bir hikâye. Gelin, bu duyguya bilimin merceğiyle bakalım; ama ruhun şiirselliğini de unutmayalım.
Evrimsel psikolojiye göre kıskançlık, insanın sevdiğini koruma refleksidir. Bu açıdan bakınca tamamen “normal” bir duygu. Ama işin kimyası değiştiğinde, bu duygu bir anda sevginin kıyısında sessiz bir fırtına olur.
Beyinde amigdala tetiklenir; “tehdit var!” diye bağırır. Kortizol yükselir; stres artar. Prefrontal korteks devre dışı kalır; mantık o masadan kalkar. O anda kişi sevdiğine değil, tehdidin hayaline bakar.
Psikopatoloji, kıskançlığın aslında tek bir yüzünün olmadığını söyler:
Her kıskançlığın derininde görünmez bir hikâye yatar. Psikolojik kuramlar bize şunları söyler:
Kıskançlık, ruhun “Ben yeterli miyim?” sorusunun haykırışıdır çoğu zaman.
Aşırı kıskançlık, ilişkide şu döngüyü başlatır:
Bu döngü, sevgi enerjisini tüketir. Çünkü kıskançlık sevgi değil, sevgi kaybı korkusunun panik düğmesidir.
Bugün modern psikoterapi, kıskançlığı tek bir yöntemle değil, bir regülasyon sistemi olarak ele alıyor:
Kıskançlık, yok edilecek bir düşman değildir. Evcilleştirilecek bir duygudur. Kontrol altına alındığında ilişkiyi güçlendirir; ama kontrolden çıktığında hem kişiyi hem ilişkiyi tüketir.
Geleneksel kültürün dediği gibi: “Aşırısı yakar, kararı bağlar.”
Kıskançlık, karanlık bir oda değildir; ışık tutulmamış bir odadır.
Bilimle, farkındalıkla, terapiyle, sağlıklı iletişimle o odaya ışık düştüğünde gölgeler kaybolur.
Belki de insanın en büyük cesareti şudur: Kıskançlığı bastırmak değil, anlamak ve onu kendisine karşı bir silah olmaktan çıkarıp ilişkiyi koruyan bir bilince dönüştürmektir.
DÜNYA
Az önceBİLİM & TEKNOLOJİ
Az önceDÜNYA
Az önceGENEL
Az öncePOLİTİKA
Az önceYAZILAR
Az önceYAZILAR
Az önce