

Stefan Zweig’in Kendileri ile Savaşanlar kitabı bitti. On beş yıl arayla ikinci okuyuşum. Hölderlin, Kleist, Nietzsche. Hepsi trajik zekâlar. En büyük talihsizlikleri bu dünyaya gelmiş olmaları. Belki de en büyük mutsuzlukları. “Ne mutlu bu dünyaya hiç gelmemiş olanlara.” diyordu Hayyam. En büyük mutluluk, hiç dünyaya gelmemiş olmak.
Hölderlin kırk yıl boyunca mert bir marangozun verdiği bir odada cinnet hâlini yaşıyor. Ve en son bedeni o odadan alınıp toprağa veriliyor. Kleist kovalanan biri. Tanrı tarafından, şeytan tarafından, doğa tarafından, tarih tarafından kovalanan biri. Hiçbir yerde rahat edemiyor, el attığı hiçbir işi sonuna kadar getiremiyor, terk ediyor. Daima intiharı istiyor, ölümü özlüyor. Ve nihayet hasta bir kadınla birlikte kafasına sıkıyor, kurtuluyor.
Nietzsche, Hölderlin gibi yıllarca cinnet hâlini yaşıyor. Tek tesellisi musiki. “Müziksiz bir hayat başlı başına bir zahmet, bir yanılgıdır. Acaba başka herhangi bir insan müziğe böylesine susamış mıdır?” diyor.
Hayatı bir trajedya olarak yaşayanların ölümü de kahramanlar gibi olur. Sürekli kendinden kaçmak, sürekli kendini yakalamak… Kendine yetişmek için kendinden kaçan ruhlar. Bedenleri ruhlarının kafesi. Kendileriyle başları belada olanlar.
Üçünde de göze çarpan şey, dünya ile olan bağlantısızlıklarıdır. Üçünün de karısı ve çocuğu yoktur (tıpkı kan kardeşleri Beethoven ve Michelangelo gibi), evleri ve servetleri yoktur, sürekli bir meslekleri, güvenli bir makamları yoktur. Göçebe tabiatlıdırlar, dünya üzerinde başıboşturlar, toplum dışında, garip, hor görülen insanlardır ve tümüyle anonim bir varoluş sürdürürler. Ne Hölderlin, ne Kleist, ne de Nietzsche kendine ait bir yatağa sahip oldu; hiçbir şey onların malı değildi. Kiralık iskemlelerde oturup, kiralık masalarda yazdılar ve yabancı bir odadan diğerine dolaşıp durdular.
Boşluğun içine derince baktıkları için boşluk da onların içine derince baktı. Ve bu bakış, onların hayatlarına mal oldu. Hiçbir hazır reçete, bu Huzursuz Ruhlar’ın durumunu anlatmaya yetmez.
“Göçebe ruhlar” diyor Zweig. Stefan Zweig’in trajedisi, Kleist’in trajedisi ile aynı. Akraba ruhlar veya asi ruhlar bulur birbirini. Zweig bunları anlatırken kendinden geçer, vecitler yaşar, esrimeler geçirir. Özellikle Nietzsche’yi anlatırken…
Hayret ettiğim şey, Zweig’in bütün bu ruhları, onlardan daha iyi anlamış ve anlatmış olması. Tolstoy’u, Dostoyevski’yi anlattığı diğer kitaplarında (Üç Büyük Usta, Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar) bu vecd ve esrime hâli zirveye çıkar.
Bizde bir Zweig var mı? Tanpınar’ın Yahya Kemal’i anlattığı bir kitabı var. Çok cılız. Anlattığı adam cılız çünkü. Bizde Nietzsche vardı da biz mi anlatmadık? Necip Fazıl’ı, Nazım Hikmet’i, Peyami Safa’yı, Abdülhak Hamit Tarhan’ı, Tanpınar’ı, Cemil Meriç’i, Sabahattin Ali’yi Zweig gibi anlatacak, ruhsal biyografilerini resmedecek bir biyografi yazarı bizden çıkmadı henüz.
Dücane Cündioğlu’nun Cemil Meriç üçlemesi, ruhsal biyografi anlamında çok yetersiz ve hatta çocukça. Rivayet, bilgi, malzeme çok ama Cemil Meriç’in ruhuna nüfuz etme, ruhunun gelgitlerini yansıtma yok. Şaşırmamak lazım çünkü Cündioğlu edebiyatçı değil. Bu işi ancak büyük bir edebiyatçı yapabilir. Stefan Zweig gibi.
Bizde Mina Urgan gibi iyi hatıra yazarları çıkar sadece. Tek istisna Beşir Ayvazoğlu belki de. Ayvazoğlu, Ahmet Haşim’i, Yahya Kemal’i, Tarık Buğra’yı, Peyami Safa’yı, Tevfik Fikret’i, Erol Güngör’ü yazdı. İtiraf etmek gerekir ki Türkiye ortalamasının üstünde bu biyografiler. Ama Stefan Zweig ile kıyaslanınca yine çok gerilerde.
SPOR
Az önceSPOR
Az önceDÜNYA
Az öncePOLİTİKA
Az önceGENEL
Az önceDÜNYA
Az önceGENEL
Az önce