

İstediğiniz kadar savaş açın, kendi ile savaşmayan insanlar dünyanın en korkak insanlarıdır!
İçinde bulunduğunuz şartları beğenmeyebilirsiniz, reddedebilirsiniz, inkâr edebilirsiniz, saçma sapan bulabilirsiniz. Mesela sürekli sizinle temas halinde olan bir inancı, bir dini veya bir mezhebi beğenmeyebilir, reddedebilir, inkâr edebilir veya saçma bulabilirsiniz. Veya içinde yaşadığınız bir rejimi veya ideolojiyi aynı şekilde görebilirsiniz.
Peki, ne yapacaksınız?
Aslında hayat tam da bu noktada anlam kazanıyor!
Peki, ne demek bu?
Siz çocuğunuz kötü bir alışkanlık edindiğinde ne yapıyorsunuz? Önlemeye çalışıyorsunuz değil mi? İkaz ediyorsunuz, o kötü davranışın yollarını kapatmaya çalışıyorsunuz, anlatmaya çalışıyorsunuz, tedavi etmeye veya ettirmeye çalışıyorsunuz, başkalarının konuşmasını, çözüm üretmesini istiyorsunuz. Sırf o kötü davranışı yapmasın diye evladınızın başka başka isteklerine boyun eğiyorsunuz. Hatta bazen pataklıyorsunuz. Buraya kadar kimsenin muhtemelen itirazı yok.
Şimdi Allah size böyle bir evlat vermiş. Yani içinde bulunduğunuz şartlardan birine de bu çocuk sebep olmuş. Atsan atamazsın, satsan satamazsın. Hayatınız sürekli o çocuğu nasıl rehabilite ederim kaygısıyla geçecek. Ta ki o kötü davranışı çocuğunuzda hiç görmeyene kadar bu kaygı devam edecek. Böyle bir süreçte kaç anne baba çocuğunu kapının önüne koyar? Kaç anne baba çocuğunu düşman ilan edip savaş açar? Kaç anne baba çocuğunu evlatlıktan çıkarır? Bu oran yüzde bir değil, belki binde bir bile değildir. Kolay kolay kimse çocuğuna bunu yapmaz. Çünkü o ne kadar kötü de olsa sizin çocuğunuzdur.
İlla kötü bir davranış değil, mesela down sendromlu, engelli veya başka sorunları olan çocuk da olsa kimse çocuğunu kolay kolay bırakmaz.
Peki, geriye dönüp baktığınızda ne var? Mücadele ile geçen bir hayat var. Bu mücadelelerde savaş var ama silahsız. Başkalarıyla kendinizi kıyas ettiğinizde adaletsizlik var gibi ama adaleti sağlamak gibi bir altyapınız ve donanımınız var. Anlatacak hikâyeleriniz var. Anlamlı hale getirdiğiniz bir hayatınız var. Utanmayacağınız bir hayatınız var. Ve eğer Allah’a inanıyorsanız, bütün iyiliklerinizde Allah rızasını da hesaba katıyorsanız, öldükten sonra size cennet gibi bir hayat var.
Böyle bir durumda tam tersi işler yaparsanız, yani sorunlu evladınıza karşı savaş açarsanız, evlatlıktan reddederseniz, düşman ilan edip sokaklara bırakırsanız, “Beş dakikalık bir aşkın meyvesisin, ben seni ömrümün sonuna kadar çekemem.” deyip inkâr ederseniz, sonuçlarının neler olabileceğini herhalde herkes tahmin edebilir. Bir de böyle bir savaşın toplumsal bir kültür haline geldiğini düşünün. O toplumda neler yaşanır neler!
Şimdi gelelim asıl meseleye! Mesela içinde bulunduğunuz ideolojik rejimi beğenmiyorsunuz. Reddediyorsunuz, inkâr ediyorsunuz. Belki savaş açılmasını ve yok edilmesini savunuyorsunuz.
İyi de siz bu koşulların içinde doğdunuz, büyüdünüz, ekmek yediniz ve daha bir sürü nimetlerinden faydalandınız ve hâlâ faydalanıyorsunuz. Yani siz inkâr ettiğiniz, düşman gördüğünüz bir rejimi tümüyle kendi hayatınızdan çıkarabiliyor musunuz? Bakın, “tümüyle” diyorum! Yoksa işinize gelen kısmı kullanıp, gelmeyen kısmını mı inkâr ediyorsunuz?
Bu konuda herkes kendini iyi bir muhasebe etmelidir. Kendinizle savaşmadan başkalarıyla savaşmak aslında korkakların işidir. Kendinizle yüzleşmeden başkalarında kabahat arama yarışına girmek sadece kalitesiz insanların işidir.
Peki, ne yapacağız?
Bütün şartları ve koşulları yaratan Allah’ın takdir ettiği bir yerde ve bir zaman diliminde hepimiz memnun olsak da olmasak da yaşayacağız. Ama onurlu, haysiyetli, şerefli, şiddetsiz, kavgasız, silahsız savaşlar içinde mücadele ederek; sürekli içinde bulunduğumuz koşulları ve şartları rehabilite etme, iyileştirme ve geliştirme çabasında bulunarak, sertlikleri yumuşatarak, keskinlikleri törpüleyerek, soğuklukları ısıtarak hayatımıza anlam katacağız ve öyle yaşayacağız.
Bugün üniversitede profesör olabilirsiniz, yarın cezaevinde “terörist” diye hapis yatabilirsiniz. Böyle bir durumu belki hayalinizden bile geçirmeyebilirsiniz. Fakat şartlar sizi oradan oraya savurabilir. O zaman Yusuf Peygamber gibi diplomasinin ve uzlaşının kitabını yazacaksınız. Adaletin ve adaletsizliğin ne demek olduğunu, hukukun ve hukuksuzluğun nasıl ekmek ve su gibi insanların ihtiyacı olduğunu anlatacaksınız. Yusuf Peygamber’i ve Firavun’u daha iyi anlatmanız için Allah aslında size bir fırsat vermiştir.
Çünkü yaşanmamış bir acının şiiri, edebiyatı, avukatlığı ve mücadelesi hiçbir zaman ikna edici olmaz. Siz hak etmediğinizi sandığınız koşulları faydaya dönüştürmeyi amaç haline getirip, insanlara dokunacak işler yapmayı; insanların, toplumların veya yönetimlerin problemlerine çözümler üretmeyi bir yaşam gayesi haline getirme yerine, kaybettiklerinizin ve alacaklarınızın hesabını yaparak geçirirseniz, torunlarınıza ancak zindan hayatında zeytin çekirdeğinden nasıl tespih yaptığınızı anlatırsınız. Ve bunun hiç kimseye faydası olmaz.
Yusuf Peygamber hayatının bir kısmını zindanda, bir kısmını Firavun memuru olarak geçirdi. Allah adil olduğu sürece, iman edenlere Resulünü örnek göstererek Firavun yanında bile memur olunabileceğini göstermiştir. Allah, Yusuf Peygamber’in memur olduğu Mısır Melikinin inancını Kur’an’da tartışmıyor bile. Kime inanıyor, neye inanıyor kimse bilmiyor. Önemli olan, sizin gerçek bir mümin ve Müslüman gibi bütün ülkenin hazinesini emanet edecek emniyette ve güvende insan olup olmadığınızdır.
Yani hangi şartlarda olursanız olun, ister küfür denizinin içinde olun, ister İbrahim Peygamber gibi ateşler içinde olun, her şeye rağmen emniyetin ve güvenin adresi olabiliyor muyuz?
Yani topluma ve insanlığa katkı verebilmeniz için kendi iç savaşlarınızı yenmeniz çok önemlidir.
Hz. Yusuf, Mısır Melikine “Sen içki içiyorsun, sen zina ediyorsun, ben sana memur olmam!” mı dedi? Çok önemli bir konu olsaydı, abdestle bile ilgili ayet gönderen Allah, bu konuya da temas eden ayetler gönderirdi. Mısır Melikinin kendi günahlarıydı onlar.
Veya Hz. Muhammed döneminde insanların içtiği iki çeşit içecek vardı: biri su, biri şarap. Fakat devleti kendi idare ettiği dönemde tüm şarap üretimi yasak mıydı? İnsanların evlerine kadar girip içenleri tespit edip cezalandırıyor muydu? Ve idaresinde putperest, Hristiyan, Yahudi, Mecusi, inançsız hatta İslam’dan dönen insanlar vardı. Bunlar şarap içiyordu. Hz. Muhammed’in bunlara ne yaptığını bilen var mı?
Hz. Muhammed, kendi iç savaşlarını yenemeyen insanlarla savaş yapmanın anlamsız olduğunu bilmiyor muydu? E, o zaman sevgili Müslümanlar, siz kiminle savaşıyorsunuz?
Bu dünyada her insanın görevi vardır. Tıpkı her hayvanın görevi olduğu gibi. Tüm hayvanlar ekolojik denge içinde görevlerini ifa ediyorlar. Hiçbir hayvan bilinçli olarak “Bu hayat anlamsız.” diye intihar etmiyor. Veya “Ben hayvan olmak istemiyordum.” ya da “Aslana yem olan ceylan olmak istemiyordum.” ya da “İnsanlara et olan koyun olmak istemiyordum.” demiyor.
Nasıl olsa hepimiz öleceğiz. Bu hayata ne kadehleri tokuşturarak ne de tekkede tespih çekip dönerek anlam katabiliriz. Bu hayata başkalarının ve gelecekte başkalarının hayatına dokunarak anlam katabiliriz. Hayata anlam katmak, aslında yaşamın ve yaşamanın sırrıdır.
Deniz kenarında bir gün batımı manzarasında mavinin, yeşilin, beyazın, grinin tonlarındaki renk cümbüşünü; denizin kokusuyla, dalgaların ve rüzgârın sesiyle, bulutların ve kuşların bu resimdeki rollerini göremeyip duygusallaşmayan ve böyle bilmem kaç boyutlu bir resmin olduğu bir ambiyansın içinde kendinin de o resmin aslında bir parçası olduğunu hissedemeyen bir insan aslında yaşamıyordur.
O ambiyansın içinde kadeh tokuşturarak o anın hazzını sarhoş olarak kaybedenler aslında zaten normal zamanlarda ayık değillerdir. O ambiyansın içinde, fiyatı milyarlarca dolar harcansa çizilemeyecek o resmin içinde kendinin de o resmin bir parçası olduğunu göremeyenler ve Yaratıcının azametini, gücünü, ilmini, hikmetini göremeyip secde etmeyi akıllarına getiremeyenler, gerçekten kendini iman etmiş sayabilirler mi?
Kendi ile savaşmayanlar sadece korkaklardır. Aklını zorlamayanlar, nefsini yenemeyenler, düşünmeyenler, ilimle bilimle meşgul olmayanlar; bunları kitap taşıyan merkepler gibi kendinde saklamayıp insanlarla paylaşmanın yollarını aramayanlar gerçekten korkak insanlardır. Çünkü insanlara dokunmak cesur insanların işidir.
Ama insanoğlu onun da kolayını bulmuş durumda. Kendi içindeki savaşı görmüyor, yanı başındaki savaşı, adaletsizliği, zulmü görmüyor; binlerce kilometre uzaktaki adaletsizliklere bulunduğu yerden bağırarak içini soğutmaya çalışıyor. İnsanlara bunu öğrettiler: “Kendinizi dinlemeyin, yanı başınızdakini görmeyin ama uzaktaki yangınları görün ve üfleyerek söndürmeye çalışın.” şeklinde bir kültür geliştirdiler.
Çünkü onlar da biliyor ki, normal zekâlı bir insanın İbrahim Peygamber gibi kendi kendini sorgulayarak iyinin kötünün, doğrunun yanlışın, tapınmanın veya ibadet etmenin ne olduğunu, kime layık olduğunu bulabileceğini… İnsanları kendi başlarına bile bırakmıyorlar, doğruyu bulacaklar diye. Sürekli insanların zihnini meşgul edecek 7/24 çalışan bir propaganda dünyasında yaşatıyorlar.
İnsan, insanlığın dertleriyle dertlenmezse başkaları başka dertler üretiyor. Geceleri de rahat uyusunlar diye binlerce kilometre uzakta nice ocakları yakıyorlar ve 7/24 bu yangınları izletiyorlar ve “Hadi üfleyin de sönsün bu yangın.” diye acayip işler yaptırıyorlar.
Ne oluyor biliyor musunuz sonra? Herkes yangın sönsün diye “üf” derken o yangını çıkaranlar “oh” diyor, yananlar yine “ah” diyor. Çünkü ne eline bir kova alıp su döken var ne de yangını çıkaranların benzin hortumlarını kesen var. Ve daha acıları, daha acıları var.
İşte insanların dertleriyle dertlenmek, toplum ve millet olmanın da şiarlarından biridir. Aynı apartmanda komşunuzu tanımazsanız, komşuda çıkan yangın sizin de evinize sıçrar ve tüm apartmanı yakar.
Toplum olunmazsa, millet olunmazsa sahipsiz, kimsesiz kalırsınız. Ve başınızda her türlü bozayı pişirirler; size sadece uzaktan “üf” diyenlerin hafif bir esintisi gelir, o da altınızda yanan ateşi harlar. O yüzden toplum olmak ve millet olmak için mücadele etmek; savaşsız, kavgasız, şiddetsiz, nefretsiz bir şekilde çözümler üretmek zorundayız. Bu, hayata anlam katar. Çünkü anlamsız hayat yaşayanların milleti, toplumu olmaz.
Biliyor musunuz, hayatı güç ve zenginlik için kötülük yapmakla geçen insanlar –ki bunların çoğu dünyayı yönetiyorlar– kendilerinin anlamlı bir hayat yaşadıklarını düşünüyorlar. Ve bunların gözünde, kendilerine karşı duran gibi görünüp de hiç mücadele etmeden, insana ve insanlığa hiç dokunmadan yaşayan insanları yaşamıyor sayıyorlar ve yaşamayı hak etmiyorlar görüyorlar.
Mesela hayat amacı birkaç lüks ev, araba almak; lüks seyahatler yapmak, çocuklarına torunlarına büyük miraslar bırakmak olan birini bu dünya için gereksiz insan olarak görüyorlar. Mesela bir doktor veya diş hekimi… Adama soruyorlar:
“Amacın ne?”
“Okulu en kısa sürede bitirip hekim olmak.”
“Sonra?”
“Sonra iyi bir hastanede bol maaşla çalışmak.”
“Sonra?”
“Özel muayenehane açıp daha fazla kazanmak.”
“Ne kadar kazanmayı düşünüyorsun?”
“Yıllık 500 bin dolar kazanmayı hedefliyorum.”
“Ne yapacaksın o parayı?”
“Biriktirip şurada şöyle bir ev, şurada öyle bir ev, şurada şöyle bir yazlık, şurada şöyle bir kışlık… Sonra şu arabadan, bu arabadan; yetmez, hanıma da şu arabadan; çocuklara da şuralardan evler, arabalar falan; seyahatler, yurt dışı geziler, mücevherler ve bir sürü de söylenmeyen günahlar…”
Yani aslında bizim hekim, kendine küçük bir krallık kurmak gibi bir yaşam amacı oluşturmuş. İnsanlık adına bir şey yapmak gibi bir ideal, ağzından bir türlü çıkmıyor. Kapısına diş ağrısından ağlaya ağlaya parasız gelip “Benim şu dişimi tedavi et, param yok.” deyip de kaç hekim böyle birini tedavi edip gönderdi? Kaç hekimin hayalinde yoksullara yardım etmek var, daha ucuza tedavi etmek derdi var veya kendine ulaşma imkânı olmayan hastalara ulaşma derdi var?
Bu sorunun cevabını vermiyorum. Başka bir şey söyleyeceğim burada. Böyle bir hekim aslında her şeyi çalışarak kazandım sanıyor. Fakat yukarıdakiler öyle demiyor:
“Senin böyle kralcık olabilmen için bütün riskleri ben aldım, bütün koşulları ben oluşturdum, kanunlar yaptım, yasalar çıkardım, güvenliğini sağladım, okullar açtım, yollarını yaptım. Sen ne yaptın? Sen her şeyi kendinden bildin.”
O yüzden sadece kendi derdini dert bilen, başkasının derdini dert görmeyen insanları yaşamayı hak etmiyor gözüyle görüyorlar. Dolayısıyla çok rahat ve kolay bir şekilde toplumu ayrıştırabiliyorlar, düşmanlaştırabiliyorlar, savaştırabiliyorlar ve tepelerine çökebiliyorlar. Çünkü silah, zengin ve güçlü olmak için dünyanın en etkili aracı ve kan, toplumları ikna etmenin en önemli kanıtıdır!
Burada sadece hekimlerimiz konuyu üzerine alınmasınlar demeyeceğim, alınsınlar. Ama herkes de, her meslektekiler de alınsınlar.
Sözün özü: Allah, yaşamanın hakkını başka yaşamlara dokunarak vermemizi istiyor. Başka yaşamlara dokunmanın ise hayata anlam katacağını; başkalarına faydalı olmadan yaşanan hayatın anlamsız bir hayat olacağını ve anlamsız hayat yaşayanların yaşamı hak etmediğini düşünenler tarafından kaosa sokulacağını, anlamsız, mutsuz, umutsuz, amaçsız bireyler ve toplumlar meydana geleceğini anlatıyor.
İyi insansanız, hayatınıza anlam katın. Kendi hikâyenizi kendiniz yazın!
Yoksa başkalarının hayatına anlam olur, hikâyelerinde figüran olursunuz.
Sesli dinlemek için:
https://www.instagram.com/reel/DQcl7bPkQFb/?utm_source=ig_web_copy_link&igsh=MzRlODBiNWFlZA==
POLİTİKA
18 dakika önceGENEL
18 dakika önceGENEL
18 dakika önceEKONOMİ
19 dakika önceDÜNYA
19 dakika önceDÜNYA
20 dakika önceSPOR
20 dakika önce