YOK DEVE
Mehmet Uygar Keleş kaleme aldı...
Tarih, siyasetin labirentlerinde ilerleyen toplumlar için bir ayna işlevi görür. Bu aynaya bakan Türkiye, son yıllarda “Siyasi Siyam İkizleri” olarak adlandırılabilecek bir siyasal mecrada ilerlemektedir. Tıpkı karın, göğüs veya baş bölgelerinden yapışık olan Siyam ikizleri gibi, Cumhur İttifakı’nın temelini oluşturan AK Parti ve MHP de siyasi hayatta kalmak için birbirine mecbur ve bağımlı iki beden görünümündedir. Bu zorunlu birliktelik, Türkiye siyasetinin ana arterlerinde dolaşan kan gibi, ülkenin kaderini şekillendiren ana unsurlardan biri haline gelmiştir. Ancak bu ilişki, yalnızca iktidar stratejileriyle sınırlı kalmamakta; ülkenin temel meseleleri olan terör, anayasa değişikliği, laiklik ve dış politika gibi konularda da kendini göstermektedir.
Cumhur İttifakı’nı oluşturan AK Parti ve MHP, siyasi hayatta kalmalarını birbirlerinin varlığına bağlamış durumdadır. Bu “Siyasi Siyam İkizleri”, ebedi iktidar hedefleri doğrultusunda, mevcut anayasal düzeni değiştirmenin peşindedir. Ancak, bu hedefe ulaşmak için Meclis’teki kendi oyları yeterli olmadığından, DEM Parti’nin oylarına ihtiyaç duymaktadırlar. Bu durum, terör örgütü PKK ile doğrudan veya dolaylı bir diyaloğa girmeyi gündeme getirmiştir. MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin “Apo Meclis’e gelsin, DEM Parti grubunda konuşsun” söylemi, bu arayışın en çarpıcı ifadelerinden biridir. Ancak, Abdullah Öcalan’ın DEM Parti ve Kandil üzerindeki etkisi ile Selahattin Demirtaş’ın halk tabanındaki karşılığının farklı olması, bu stratejinin ne denli riskli olduğunu ortaya koymaktadır.
Terör örgütüne “silahları gömün gelin” demek, kabul edilebilir bir söylem değildir. O silahlar kan döken suçlu silahlardır ve devlet, silahların teslimini ve kullanıcıların yargı önüne çıkarılmasını talep etmelidir. Şehit ailelerinin bu konudaki hassasiyeti asla göz ardı edilemez. Ayrıca, PKK unsurlarının artık Türkiye’de değil, Suriye’nin kuzeyinde faaliyet gösterdiği bilinmektedir. ABD’nin talimatıyla PYD ve YPG’nin emrine giren bu yapılanma, 70 binden fazla silahlı gücü bünyesinde barındıran bir “vekalet savaşı” unsuru haline gelmiştir.
Türkiye’ye yönelik dış tehditler arttıkça, iç cephenin güçlendirilmesi fikri doğru bir politika gibi görünse de, bu güçlendirmenin Abdullah Öcalan üzerinden yapılmaya çalışılması akıllara ziyan bir girişimdir. Toplumsal tepki, Bahçeli’nin söylemini “DEM Parti heyeti İmralı’ya gitsin” şeklinde değiştirmesine neden olmuştur. Bu süreçte Meclis’te kurulan ve toplumda karşılık bulmayan komisyon görüşmenin notlarını hâlâ açıklayabilmiş değillerdir…
Abdullah Öcalan’ın Kandil elebaşlarıyla yaptığı telekonferansta “Lozan Antlaşması sona ermiştir, devleti dönüştürüyoruz” demesi, Türkiye’nin tapusu olan Lozan ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne yönelik bir tehdittir. Bu antlaşmalar, Türkiye’nin bağımsızlığının ve egemenliğinin temel taşlarıdır. Meclis’te kurulan kanunsuz komisyonlar aracılığıyla bu tapuların tartışmaya açılması kabul edilemez.
Aynı tehdit, Papa 14. Leo’nun Türkiye ziyareti ve Ekümenizm tartışmaları üzerinden de kendini göstermektedir. Ekümenizm, farklı Hristiyan mezhepleri arasında birliği sağlamayı amaçlayan bir akımdır. Fener Rum Patrikhanesi’nin “Ekümenik” iddiaları, tarihte Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethiyle tanımlanan bir statüye dayanmaktadır. Ancak, Osmanlı’nın yıkılmasıyla bu statü ortadan kalkmıştır. Papa’nın İznik’te düzenlediği ayin ve Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması yönündeki talepler, Lozan Antlaşması’nı delmeye yönelik adımlardır. Tıpkı Abdullah Öcalan’ın Kürtler üzerinden yapmaya çalıştığı gibi, Papa da Ekümenizm üzerinden aynı kötülüğü yapmak istemektedir.
İngiliz bir gazetecinin Sina Çölü’nde bir Bedevi’ye “Lider kimdir?” sorusuna verdiği cevap, Türkiye’nin modern siyasi tarihini anlamak için oldukça aydınlatıcıdır. Bedevi’nin anlattığı hikâyede, kum fırtınasından korunmak için çadırına sığınan bir adam, devesinin önce başını, sonra boynunu, en sonunda da hörgücünü çadıra sokmasına izin verir. Ancak deve, hörgücünü de içeri sokunca, çadırda yer kalmaz ve sahibine “Bu çadır ikimize dar geliyor, sen dışarı çık!” der. Bedevi, hikâyeyi şu sözlerle bağlar: “Lider; devenin başını dahi çadıra sokmasına izin vermeyen insandır.”
Bu alegori, Türkiye’deki liderlik serüvenini anlamak için bir metafor sunar. Atatürk’ten sonra gelen tüm liderler —İsmet İnönü, Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Turgut Özal, Necmettin Erbakan, Tansu Çiller ve Recep Tayyip Erdoğan— devenin çadıra yavaş yavaş girmesine izin vermiş, hatta teşvik etmiştir. Cumhuriyet devrimlerinin kırsala uzanan kolları olan Köy Enstitüleri’nin kapatılması, dinin politik bir enstrüman olarak kullanılması, tarikatlarla kurulan yakın ilişkiler ve laikliğin aşınması, devenin çadıra adım adım sızmasının sonuçlarıdır.
Türkiye, bugün “köprüden önceki son çıkış” olarak nitelendirilebilecek bir yol ayrımındadır. Siyasi Siyam İkizleri’nin iktidar stratejileri, terörle mücadeledeki tutarsızlıklar, Lozan Antlaşması’na yönelik tehditler ve Ekümenizm tartışmaları, ülkenin geleceğini tehdit eden unsurlardır. Atatürk’ten sonraki liderlerin, Cumhuriyet devrimlerini ve laikliği korumak yerine, devenin çadıra girmesine izin vermesi, bugünkü siyasi ve toplumsal kırılganlığın temel nedenidir.
Türkiye, ya Lozan ve Montrö gibi tapularını koruyarak bağımsızlığını sürdürecek ya da deve ile çadır hikâyesindeki gibi, çadırın asıl sahibi olmaktan çıkıp dışarı atılma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. Unutulmamalıdır ki, “deve” deyip geçmek doğru değildir; kini derindir ve çadırın dışına atacak kadar güçlüdür. Türkiye’nin önündeki en büyük görev, çadırın sahibi olduğunu hatırlamak ve Lozan’dan vazgeçmemektir.
Çünkü bütün yollar, bu defa Roma’ya değil, Lozan’a çıkmaktadır.