Vahdet-i Vücut

Şahin Doğan kaleme aldı...

Dün gece Mustafa Öztürk'ün yeni videosunu dinledim. Konu: vahdet-i vücut. Güzel bir girizgâh yaptı. Devamı gelecekmiş. Tevhidi en iyi çözenler, vahdet-i vücut meşrebine bağlı mutasavvıflar, hazrete göre. Gelecek videolarda, vahdet-i vücut ile panteizm, panenteizm ilişkisi üzerinde duracakmış. Spinoza'nın tanrı ve varlık anlayışı keza. Bekleyelim. Türkiye'de İslami aydınlanmaya öncülük eden üç kişi var: Mustafa Öztürk, Dücane Cündioğlu, Mücahit Bilici. Ama bilhassa Mustafa Öztürk...

Kelamcıların Allah'ı ile mutasavvıfların Allah'ı aynı Allah değil gibi. Kur’an'dan ve ilgili rivayetlerden her iki Allah tasavvuru da çıkıyor. Allah'ın ne olduğunu (mahiyetini, keyfiyetini, zatını, zatiyetini) mutlak şekilde bilmiyoruz, ne olmadığını biliyoruz sadece. Allah hakkındaki bilgimizin esas noktası nefy üzerine kurulmuş. İslam ilahiyatındaki Allah tasavvurlarının hemen hepsi Allah'ın ne olduğunu değil, ne olmadığını anlatır. Allah'ın ne olduğu hususu mutlak bir karanlık ve bilinmezliktir.

Madde değil, cisim değil, araz değil, düşünce değil, duygu değil, his değil, heyecan değil, zat değil, şekil değil, şahıs değil, kişi değil. Akla hayale ne gelse, o değil. Değil, değil, değil... "Mevcud-u meçhul." Mevcut ama meçhul. Böyle bir şey var mıdır? Vardır diyoruz ve öyle inanıyoruz. Çünkü eserlerini görüyoruz. Ama bu eserlerin ondan olduğunu tam olarak bilmiyoruz, yine inanıyoruz. Vahdet-i vücut, ikiliği ortadan kaldırıyor. Her şey odur, ondan başka hiçbir şey yoktur, diyor. Mahlûkat, masivâ, insanlar, dünya, ahiret, cennet, cehennem, imtihan, şeytan, melek, yaratılış… Bunlar ne? Bunlar taayyün, gölge, tecelli. Yani, var gibi görünen ama aslında var olmayan şeyler. Said Nursî, vahdet-i vücut zevki ve hâli bir meşreptir, ilmi ve nazarî değil, diyor. Ama nedense zevki ve hâli denilen bir şey hakkında ciltler dolusu kitap telif edilmiş. İmam Rabbânî, vahdet-i vücut yoktur, vahdet-i şuhûd vardır, diyor. Yani, doğru olan varlığın birliği değil, birliğin varlığıdır, varlığın bir olarak görünmesidir. Her şey ondandır ama her şey o değildir.

Vahdet-i vücut, negatif ateizm. Pozitif ateizm tanrı yok diyor; vahdet-i vücut evren yok diyor. Daha doğrusu, her şey Tanrı’dır, diyor. Vahdet-i vücut, bu hâliyle bir çıkış noktası, bir umut ışığı olabilir mi? Birkaç entelektüelin nazarını celbetmek dışında çok zor. Vahdet-i vücut nazariyesi, Kur’an'ın "hak-batıl" gibi en temel ontolojik kavramlarını buharlaştırıyor. Yaratan-yaratılan, mümkîn-vâcip, kısacası Hâlık-mahlûk farkını ortadan kaldırıyor. Tevhîdi kurtarayım derken, teklifi bitiriyor. Kelamcılar ne yaparsa yapsın, antropomorfizmden (insan biçimli Tanrı) kurtulamıyor. Vahdet-i vücut, bir nebze kurtuluyor ama geride bir yığın cenaze bırakıyor. İslam'dan çok, deistik bir dünya görüşünü anlatıyor.

Mutezile, Allah'ı bazı evrensel ilkelere bağlı, aşkın bir varlık olarak tasavvur ediyor. O ilkeler bir bakıma Allah'ın üstünde, onun denetleyicisi konumunda. İlkelere mahkûm bir Allah. Ama hiçbir şey yokken ve yalnızca Allah varken bu ilkeler nereden geldi? Ya da mutlak kudret, azamet, kibriya sahibi ezelî ve ebedî bir Zât nasıl, kaynağı meçhul bazı ilkelere uymak zorunda kalır? Ehl-i Sünnet bunun tam tersini söylüyor. Allah mutlak irade sahibidir, bütün ilkelerin ve yasaların üzerindedir, üstündedir; hiçbirine bağlı ve bağımlı olmak zorunda değildir, diyor.

Teşbihte hata olmaz: Mutezile'nin Tanrı tasavvuru, Avrupa ülkelerindeki yasalara sımsıkı bağlı yöneticileri hatırlatırken; Ehl-i Sünnet'in Tanrı tasavvuru, bizim gibi Ortadoğu ülkelerindeki yasaları takmayan, yer yer askıya alan veya keyfine göre davranan yöneticileri hatırlatıyor. Biri “demokrat Tanrı”, diğeri “kral Tanrı”. İtiraf etmek gerekirse, Kur’an’ın anlattığı Allah genellikle “Kral Tanrı” gibi bir şey. İslam toplumlarında Mutezile, vahdet-i vücut, sudur gibi Tanrı tasavvurlarının pek tutmamasının nedeni, bu tasavvurların arkasında diasporanın olmaması değildi; bu tasavvurların çoğunlukla Kur’an’a ters düşmesiydi.

Benzer Videolar