TÖREMİZ BÖYLEDİR MEMO
Bir papaz, bir hâkim ve bir fizikçi idama mahkûm edilir. Hikâyeye göre, ilk olarak papaz çıkarılır giyotinin altına. Başını yerleştirirler ve son sözünü sorarlar. Papaz: “Ben Allah’a inanıyorum, O beni kurtaracaktır,” der. Giyotin düşer, ancak papazın boynuna birkaç santim kala durur. Halk bu duruma şaşırır, hep bir ağızdan bağırır: “Onu serbest bırakın; Allah onu korudu!” Ve papaz kurtulur.
Ardından sıra hâkime gelir. Aynı soruya hâkim, “Ben papaz gibi Allah’a inanmıyorum ama adalete güveniyorum,” der. Giyotin bu kez hâkimin boynuna inerken yine birkaç santim kala durur. Halk bir kez daha şaşkınlıkla bağırır: “Adalet konuştu, onu serbest bırakın!” Ve hâkim de idamdan kurtulur.
Fizikçinin sırası geldiğinde ise son söz olarak şöyle der: “Ben ne Allah’a inanan bir papazım, ne de adalete güvenen bir hâkimim. Bildiğim tek şey, giyotinin ipinde bir düğüm var ve bu düğüm giyotinin inmesine engel oluyor.” Görevliler bu düğümü açar ve giyotini serbest bırakırlar; fizikçinin başı bedeninden ayrılır.
Toplumdaki “düğümleri” işaret etmek cesaret ister. Gerçeği söyleyenlerin bedel ödemeyi göze alması gerekir. Hakikat, çoğu zaman, fizikçinin o düğümü açma kararlılığına sahip olanların başını alır. Çünkü düğümleri görmek de, çözmek de risklidir; ancak gerçeği görenlerin düğümleri işaret etme cesaretini toplum değil, düğümlerin kendisi cezalandırır.
Bugün, gerçeği işaret edenlerin başlarına nelerin geldiğine bakın. Güvenlik ağları sıkı sıkıya örülmüş gibi görünürken çiçekçi bile güvenlik kapılarından geçemezken, ellerinde silahlarla taksiye binen teröristler başkente girebiliyor. Halk metrobüse bile turnikeden atlasa ceza yer, şehirlerarası yolculuklarda arabalar defalarca aranır. Ama bu insanlar, başkent Ankara’ya, üstelik de Cumhuriyet Bayramı’na günler kala, Bahçeli’nin çağrısından bir gün sonra ellerinde cephane dolu çantalarla güvenlik duvarlarını aşıp ülkenin kalbine ulaşabiliyor.
Güvenlik bu kadar kolay delinirken, ülke gündemi köfteci tartışmalarıyla dolup taşıyor. Perde arkasında dönen gerçekleri görmemiz, sadece ‘köfteci’ haberlerinden sıyrılıp bakmamız gerekiyor. Örneğin, Apo’yu serbest bırakmayı hedefleyen bir kanun teklifinin 25 Eylül’de Meclis’e sunulduğunu öğreniyoruz. Bu teklif, Adalet ve İçişleri komisyonlarında iki haftadır görüşülüyor. Bir yanda bu mücadele varken, diğer yanda terörle ‘müzakere’ arayışları, ‘mücadele’ kisvesi altında sürdürülen pazarlıklar yer alıyor. Sizin “Terörle müzakere edilmez, mücadele edilir” düsturundan çıkardığınız sonuç bu mu? Tüm bu çabalar, bir kişinin ve ailesinin selameti için mi?
Peki, ne oldu Narin cinayeti? Köyü? Bebek katilleri? Diyaliz çetesi, organ mafyası skandalı? Türkiye’nin en büyük skandallarından biri halkın gözleri önüne serildi, devletin üst kademelerine, siyasilere kadar uzandı; ama gündem bir anda değiştirildi. Apo meselesi, bebek katillerinin serbest bırakılma girişimleri, halkın gözünden kaçırılmak mı isteniyor?
Bu toplum, ne yazık ki yalnızca kendisinin değil, gelecekteki çocuklarının dahi kaderini çaldırıyor. Bugün, yenidoğan bebeklerin ölümlerini umursamayanlar, bebek katillerini, o kanlı geçmişi, acılı anneleri mi düşünecek? Daha dün hain bir saldırıda 5 canımızı kaybettik, 14 kişi yaralandı. Şehitlerimizin ruhuna dualar ederken, toplum olarak içten içe utançla kıvranıyoruz. Kimsenin bu terör sarmalını bitirmek gibi bir amacı yok; aksine, sürekli diriltme gayreti var. Bu döngüde ‘Analar ağlamasın’ diye diye ülkenin anasını ağlatıyorlar.
Oysa bizler, Atatürk’ün izinden gidenler olarak, asıl görevimizi çok iyi biliyoruz. Mustafa Kemal Atatürk’ün bize bıraktığı o meşhur sözleri akıllarımıza kazımalıyız: “Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten dahi elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasî emelleriyle tevhit edebilirler. Millet fakr-u zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir. Ey Türk istikbalinin evladı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen; Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır!”
Peki, nasıl kurtaracağız? Öncelikle ‘töre’yi anlamamız gerekiyor. Toplumda benimsenmiş, alışkanlık haline gelmiş davranış biçimlerinin bütünü olarak tanımlanır töre. Ama bugünkü ‘töre’, para için her şeyin mübah hale geldiği bir düstura dönüştü. Bu milletin değerlerini yerle bir eden kişilerin, “bu milletin …na koyacağız” diyerek, devletten en büyük ihaleleri alması neyle açıklanabilir?
Uzun süre çölde kalan Bedevi , cinsel ihtiyacını devesi ile gidermek istemiş. Ancak boy farkı işi zorlaştırınca imdadına bir hurma ağacı ve rüzgar yetişmiş. Ağacın dalına sıkıca tutunan Bedevi, rüzgar dalı salladıkça işini halletmiş.
Sonra birden pişman olup tövbeye başlamış “Bağışla beni Allahım! Şeytana uydum!” Birden şeytanın sesi duyulmuş;”Suçu hiç bana atma! Vallahi bu yöntem benim bile aklıma gelmezdi...”
Çöldeki Bedevi bile işini şeytanın aklına gelmeyecek yöntemle halletmesi gibi şimdi ülkenin içinde bulunduğu ahlaki çöküş de şeytanın bile aklına gelmeyecek yöntemlerle sürdürülüyor. Zira bugün, yenidoğan bebeklerin ölümlerini bile bile güle oynaya gerçekleştiren çeteler, sırf para için cinayet işleyenler ve o paraları elden ele dolaştıran karanlık yapılarla çevriliyiz. Bu çeteler, en değerli varlıklarımızı, bebeklerimizi bile gözden çıkarabilecek kadar gözü dönmüş insanlarca yürütülüyor.
Türkiye artık çoklu organ yetmezliği yaşayan bir bedene dönmüş durumda. Yasama, yürütme, yargı… hiçbir organ sağlıklı işlemiyor. Her geçen gün, devlet mekanizması, can çekişen bir organizma gibi zorla ayakta tutulmaya çalışılıyor. Ahmet Arif’in “Adiloş Bebem” şiirindeki haykırış bugün bize rehber olurcasına yankılanıyor:
Doğdun, üç gün aç tuttuk
Üç gün meme vermedik sana
Hasta düşmeyesin diye,
Töremiz böyle diye,
Saldır şimdi memeye,
Saldır da büyü.
Bunlar engerekler ve çıyanlardır,
Bunlar aşımıza, ekmeğimize
Göz koyanlardır,
Tanı bunları,
Tanı da büyü!
Ağulardan, karanlıklardan,
Biri başıma çöreklendi mi
Bozardım kolunu kanadını,
Yürürdüm üstüne, üstüne,
Toprak olsam bile
Bir avuç toprak,
Yine de yürürdüm üstüne.
Bu feryadın içinde büyüyen çocukların geleceği karartılmasın diyedir aslında tüm bu çaba. Ama ne zaman ki töre bozuldu, işte o zaman toplum tökezlemeye başladı. Şimdi ise kurtuluş yolu, gerçekleri görmekten, o düğümleri çözmekten geçiyor.
Mehmet Uygar KELEŞ