Kinik felsefesinin öncü ismi Sinoplu filozof Diogenes, gündüz aydınlığında elinde fenerle sokak sokak dolaşıyordu. “Ne bu hâl?” diye soranlara: “Dürüst insan arıyorum.” diyordu.
Haksız mıydı?
Kolaycılık, kısa yoldan köşeyi dönme, emek vermeden yemeğe konma, hırsızlık, arsızlık, iltimas, göz boyama, bencillik, kıskançlık, çıkarına giden her yolu mubah bulma, her yeni gelişmeyi şahsi menfaatleri için kullanma, haysiyetsizlik, genel anlamda yozlaşmışlık, ahlaksızlık günümüz insanının temel vasfı hâline gelmiş durumda. Bu gömleğin kolay sıyrılacağını da sanmıyorum.
Tehlikeli olanı ise bunun kanıksanması, süreç içerisinde normal ve doğal karşılanmasıdır.
Hayret, itiraz ve isyan makamında da değiliz artık. Bu damarlarımız neredeyse alınmış bizim. İşin eğitilmişi, okumuşu, cahili, alaylısı, okullusu da yok üstelik. Daha birkaç ay öncesiydi ya başımıza gelen. Kabir toprakları hâlâ daha sıcak. Kalbi karartan bir ihtirasla daha fazla para kazanmak için doktor kişi, yeminini bozup insan öldürmedi mi? Göz göre göre onca insan evladı ölüme terk edilmedi mi? Akıl alır gibi değil. Daha fazla kazanma, daha çok görünme, en önde yer kapma, daha fazla hep daha fazlasına sahip olma hırsı insanı nereye götürecek? Bu yolları bilmeyen, başvurmayan, tevessül ve tenezzül etmeyen insanlar saf olarak değerlendiriliyor. En kötüsü de bu olsa gerek.
Toplumun bütün katmanlarını, zehirli örümcek ağı gibi kılcal damarlarına kadar sarmış çok yönlü bir yozlaşmışlık ve ahlaksızlık var. Her alanda var olmakla birlikte ben yayın ve yayıncılık faaliyetleri üzerinden bu işin kültür dünyamıza yansıması üzerinde durmak istiyorum:
Kendini ifade etme, insanlığın en kadim, en saygın ve en masum sanatıdır. İnsan, tarih boyunca bulduğu her yolla kendini ifade etmeye çalışmıştır. Ruh taşır çünkü insan. Kalp, akıl ve irade sahibidir. Kimi zaman taşa şekil vermiş, kimi zaman seslenmiş, kimi zaman mağara duvarlarına, kimi zaman da hayvan derilerine yazmıştır. Bu, insan olmanın en doğal tezahürüdür. Ancak yüzyıllar içerisinde rutin hayatın gerekleri doğrultusunda insanın kendini ifade etmesi ayrı; kendini estetik ifade etmesi ayrı olarak değerlendirilmiş ki buna sanat adı verilmiştir.
Kâğıt ve mürekkebin bulunuşu, insanın kendini ifade etmesinde büyük kolaylıklar sağlamış, sözün yarına taşınmasında da yeni bir çığır açmıştır.
“Her şey yapılabilir bir beyaz kâğıtla / uçak örneğin uçurtma mesela / altına konulabilir bir ayağı ötekinden kısa olduğu için sallanan bir masanın / veya şiir yazılabilir / süresi ötekilerden kısa bir ömür üzerine.”
Böyle diyordu şair. Bir ayağı kısa olduğu için sallanan bir masanın altına da konabilir bir beyaz kâğıt; üstüne şiir de yazılabilirdi.
Son dönemde imdada yetişen teknolojik gelişmelerle tuşların üstünde gezinen parmaklar ve önümüzde bir deniz gibi açılan ekranlarla kâğıt ve kalemin de ötesindeyiz artık.
İnternet ve ekranların sağladığı dijital dünyanın imkân ve avantajlarıyla insan, kendini ifade etmenin nirvanasını yaşıyor. Bunda hiç sıkıntı yok. Sıkıntı, kendisinin at koşturabildiği bir ekran ve bağımsız bir alan bulan herkesin, dilin/sözün/ifadenin estetik alanı olan sanat vadisinde yol almaya kalkışması, kendisine ehliyet ve ruhsat soran kimse olmadığı için de doğru yolda olduğu vehametine kapılmasıdır. Ah Yunus! Kırk yıl boyunca pirinin dergâhına eğri odun götürmeyeyim diye niye uğraştın ki?
Eskiden sanatın da sözün de onuru vardı oysa. Dokuz ölçüp bir biçilirdi. Arif mertebesinde olana tamamı söylenmezdi. Söz söylemek dahi usta-çırak ilişkisi içerisinde kıvam bulurdu. Sözün estetik değer kazanması, sanat ruhunu taşıyan insanların gönül ve akıl muvazenesinden süzülüp terbiye edilir, dilden öyle dökülürdü. Yahya Kemal ki sözü kuyumcu titizliğiyle işler, bazı eserlerini ilk kaleme aldığından yirmi yıl sonra tamamlayabilmişti. Edebiyat, sözü kemâle ermiş kişilerin kelamını edeple sarf etmesiydi.
Nedir şimdi durum? Ne olacak! Kurbana girer gibi otuz kişi bir araya gelip bir özgeçmiş ve yapay zekâya yazdırdıkları sözüm ona kendilerince şiir, deneme, öykü dedikleri söz çöplüklerini iki kapak arasında birleştirip “kitap yazdık” diye piyasaya dolaşıma çıkan insanlar var. Sanat değeri taşıyan, okunduğunda kalbe dokunan her kitap, ağacın en güzel öyküsüdür diyordu Mustafa İşık. Bunlar, kirli emellerine alet ettikleri ağaca, ormana ihanet ediyorlar. Gözünü para bürümüş kem ticaret ayağıyla yürüyen ve çok büyük hızla üreyen merdivenaltı matbaa veya “parayı getir kitabı götür” mantığıyla çalışan, hatta ağza sakız kamyon arkası söz öbekleriyle bir şekilde yayın dünyasında popülerlik kazanmış vitrinyüzlerin önayaklıklarını yaptıkları sıradan yayınevleri, sözün onurunu ayaklar altına alıyorlar.
İntihal, başlı başına ayrı bir handikap.
Ömrü boyunca yarım kaşık bal vermek için kilometrelerce yol kat edip çiçekleri tek tek ziyaret ederek öz toplayan arı misali, sözünü kıvama getirip sarf etmek için yıllarını veren, okuyan, araştıran, dinleyen, gözlemleyen, demleyen kelam ehlinin heybesinden söz çalıp hırsızlık yapanlar, teknolojinin bu kadar geliştiği bir ortamda yakalanacaklarını bilmiyorlar belki de, sözün haysiyetini istismar edip arlanmıyorlar, kendilerine ait olmayan araklanmış sermaye ile sözlerinin yatsıya kadar dahi tesir etmeyeceklerini anlamak istemiyorlar.
Şu apaçık bir hakikat ki ister söz hırsızlarının olsun isterse yapay zekânın ürünü olsun yapay metinler, yeşerdiği kaynak asıl sahiplerinin olmadığı için kendini ele veriyorlar. Tatsız, ruhsuz metinlerdir bunlar. Sana ait olmayanlar doku uyuşmazlığı yaşatıyorlar.
Sanat dünyasında nitelikli eserler ancak nitelikli eleştiri ve değerlendirmelerle yarına çıkabilir. Eleştiri, en mühim yitiğimiz olmaya devam ediyor maalesef. Dişe dokunur eleştiri yapılmadığı gibi eser üretenlerin kahır ekseriyeti, haklarında serdedilmiş en küçük olumsuz eleştiriyi dahi kabul etmemekte, içine sindirememektedir. Eleştirilen kadar elbette eleştirenin niyeti de önemli. Dikkat ediyorum da son zamanlarda yapay zekâ marifetiyle birçok kişi eserlerini eleştiri ve değerlendirmeye tabi tutmakta, yapay zekâ tamamen egosunu okşayan olumlu cümleler kurduğu için ortaya çıkan metni eleştiri veya değerlendirme metni olarak gururla paylaşmaktadır. Çok sığ, yavan, alelade, basit, çiğ ve çocukça hareketler bunlar. Eleştirinin de bir adabı var.
Temelde değerler dünyamızı yitirdik. Kullan-at çağıdır yaşadığımız. İnsani vasıflarımız değişti. Yazanlar açısından böyle de okuyanlar açısından da durum pek farklı değil. Okur da “görünme”nin peşinde. Özümsemek, içselleştirmek, sindirmek, dimağına, ruhuna yedirmek, kitabın kelimenin hakkını el üstünde tutmak isteyenler azınlıkta. Gerisi manzarayı dekoratif olarak zenginleştirmenin derdinde. Öyle ki gelip geçmiş filozoflar, söz ehli insanlar o sözlerini bugün için söylemiş olsalardı çiğnenip çöpe atılmış çiklet gibi akşama kadar hükmü kalmazdı sözlerinin.
Hülâsa, durumun vehametini tersine çevirme, yolu doğru yürüme davasında kurum ve kişilerin üzerine çok vazife düşmektedir.
Zaman en iyi hâkimdir. En doğru hükmü verecektir.
Aksi hâlde su çürüyecek, içindeki balıklar ölecektir.
Fuat Oskay
KÖŞE YAZILARI
6 saat önceGENEL
7 saat önceGENEL
7 saat önceGENEL
7 saat önceGENEL
7 saat önceGENEL
7 saat önceGENEL
7 saat önce