Önce Onlar İçin Geldiler

Mehmet Uygar Keleş kaleme aldı...

Martin Niemöller’in o meşhur sözleri, tarihin tozlu raflarından çıkıp bugünün Türkiye’sine adeta bir ayna tutuyor: “Önce sosyalistler için geldiler, sustum, çünkü sosyalist değildim. Sonra sendikacılar için geldiler, sustum, çünkü sendikacı değildim. Daha sonra Yahudiler için geldiler, sustum, çünkü Yahudi değildim. Sonra benim için geldiler, benim için konuşabilecek hiç kimse kalmamıştı.” Bu sözler, Alman din adamı Martin Niemöller’in, Nazilerin milyonlarca insanı tutuklamasına ve katletmesine sessiz kalan Alman halkının suça ortak olduğuna dair inancını yansıtıyor. Peki, bu sözleri söyleten neydi?

1920’lerin sonu ve 1930’ların başında, Niemöller gibi birçok Alman, Nazi fikirlerine sempati duyuyor ve radikal sağcı siyasi hareketleri destekliyordu. Zulme sessiz kalıyorlardı çünkü Nazi rejiminin ilk kurbanları, çoğunlukla sol siyasi hareketlerin mensuplarıydı. Yani onlar, “ötekilerdi”, kendilerinden değillerdi. Ancak Nazi zulmü hızla yayıldı ve Niemöller de dahil olmak üzere başka kişi ve grupları hedef aldı. Niemöller, Protestan Kilisesi’ne yapılan müdahaleleri eleştirmeye başlayınca, Nazi yönetiminin son sekiz yılını hapishanelerde ve toplama kamplarında geçirdi.

Savaş sonrasında, Müttefik devletlerin işgali altındaki Almanya’da vaazlar veren Niemöller, Alman halkının Nazilerin kurbanlarına karşı ne kadar pasif ve kayıtsız kaldığını gördü. “Sesimi çıkarmadım…” ya da “Susmayı tercih ettik” gibi sözlerle bu sessizliği itiraf etti. Pek çok Alman, Nazi eylemlerine ya destek verdi ya da görmezden geldi. Savaştan sonra ise suç ortaklığıyla yüzleşmekten kaçındı ve suçu komşularına, yöneticilere ya da Gestapo gibi Nazi örgütlerine attı. Bu sözler, geç kalınmış bir itirafın ve yüzleşmenin ifadesi. Tıpkı savaş sonrası Almanya’da molozlar arasında ölmüş at eti yerken yeni bir sistem arayışına giren insanların durumu gibi. Alman devlet adamı Konrad Adenauer, Hitler’in yerle bir ettiği Almanya’nın yıkım nedenini şu sözlerle özetledi: “Umarım bir daha İsa bile gelse tüm yetkiyi tek kişiye verecek kadar aptal olmayız.”

Bu sözler, sadece Nazi Almanyası’nın değil, her türlü otoriter rejimin ve baskıcı sistemin insanlığa öğrettiği acı bir dersi hatırlatıyor: Susma, korkma, alışma! Peki, bugün Türkiye’de neler oluyor? Niemöller’in sözleriyle başlayalım, çünkü her şey bir “önce” ile başlıyor: Önce gazeteciler için geldiler, sustuk, çünkü gazeteci değildik. Sonra akademisyenler için geldiler, sustuk, çünkü akademisyen değildik. Daha sonra seçilmiş vekillerimiz, başkanlarımız için geldiler, sustuk, çünkü ne seçilmiş vekil ne de başkandık. Sonra “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diyenler için geldiler. Nasılsa asker de değildik. Sustuk. Sonra sıra bize geldiğinde, konuşacak kimse kalmamıştı.

Bu sözler, bugün Türkiye’de yaşananları anlatmak için adeta bir rehber niteliğinde. Tarihimizin birçok döneminde kullanılan, son 23 seneyi de özetleyen Sarı Öküz hikayesi de benzer bir mesaj veriyor:

Büyük bir otlakta yaşayan öküz sürüsü, aslanların saldırılarına rağmen birlik oldukları için direniyordu. Ancak zamanla güçten düştüler. Otlağı terk etmeyi düşünürken, sürünün en kurnaz aslanı Topal Aslan, öküzlere beyaz bayrakla yaklaştı ve şöyle dedi: “Biz aslanlar aslında barışçıyız. Size saldırmamızın nedeni, aranızdaki Sarı Öküz. Onun rengi gözümüzü kamaştırıyor. Verin onu bize, barış içinde yaşayalım.” Öküzler, yaşlı öküzün itirazını dinlemeyerek Sarı Öküz’ü aslanlara teslim etti. Bir süre barış hüküm sürdü. Ancak aslanlar acıkınca yine geldiler ve bu sefer Uzun Kuyruk’u istediler: “Onun kuyruğu gözümüzü dönüştürüyor. Verin onu bize, sulh içinde yaşayalım.” Öküzler yine itiraz etmedi ve Uzun Kuyruk’u aslanlara verdiler. Zamanla aslanlar küstahlaştı, öküzler zayıfladı. Artık sebep bile söylemeden öküzleri teker teker avladılar. Sona yaklaştıklarında, öküzler “Nerede hata yaptık?” diye tartışırken yaşlı öküz şu cevabı verdi: “Bu savaşı Sarı Öküz’ü verdiğimiz gün kaybettik.”

Türkiye’de de benzer bir süreç yaşanmadı mı? Önce bir kesimi feda ettik, sonra diğerini… Ve en sonunda sıra bize geldi. Peki, sıra bize geldiğinde ne olacak? Henüz gelmedi mi, yoksa geldi de farkında mı değiliz? Yıllarca sosyologların merak ettiği bir soru vardı: “Onlarca bilim insanı, filozof, yazar, mühendis yetiştirmiş Alman ulusu, neden Hitler’in peşinden gitti?” Cevap, R-Kompleks kavramında yatıyor. R-Kompleks, insan beyninin ilkel içgüdülerini harekete geçiren bir mekanizma. Sürüngen beyni olarak da bilinir çünkü sürüngenler hayatta kalmak ve soyunu devam ettirmek için bu içgüdülerle hareket eder. İnsan beyninin de %10’u bu ilkel dürtülerle çalışır.

Peki, R-Kompleks nasıl aktive edilir? İnsanları bir gruba dahil etmek, korkuya dayalı propaganda yapmak ve yalanı sürekli tekrarlamak. Nazi Almanyası’nda Hitler, bu yöntemlerle kitleleri peşinden sürükledi. Bugün Türkiye’de de benzer bir strateji izlenmiyor mu? Sürekli bir düşman yaratılıyor: Dış mihraklar, teröristler, vatan hainleri… Korku politikasıyla insanların mantıklı düşünmesi engelleniyor. “Ya bizdensin ya da düşman” mantığıyla toplum ikiye bölünüyor.

Niemöller’in dediği gibi, susmamalıyız. Sarı Öküz’ü verdiğimiz gün, savaşı kaybettik. Ama henüz her şey bitmedi. Yazabiliyor, konuşabiliyor ve sorgulayabiliyorken sesimizi çıkarmalıyız. Korku politikasına alışmamalı, R-Kompleks’in esiri olmamalıyız. Mantıklı düşünmeyi, sorgulamayı ve eleştirmeyi bırakmamalıyız. Bugün Türkiye’de yaşananlar, sadece bir kesimin değil, hepimizin sorunu. Gazeteciler, akademisyenler, siyasiler, belediye başkanları, askerler… Hepimiz aynı gemideyiz. Ve eğer gemiyi batırmak isteyenlere karşı sessiz kalırsak, hepimiz batacağız.

Korkmayın, alışmayın, susmayın! Çünkü İstiklal Marşı'mız bile "Korkma" diye başlıyor.

Korkmayın, alışmayın, susmayın! Çünkü unutmayın, Sarı Öküz’ü verdiğimiz gün, savaşı kaybettik. Bugün hala yazabiliyor, konuşabiliyor ve sorgulayabiliyorken, sesimizi çıkarmalıyız. Çünkü susmak, kaybetmek demek. Ve kaybetmeye tahammülümüz yok.

"Korkmayın, alışmayın, susmayın" demişken, 6 Şubat depremini yazmadan olmaz...

6 Şubat depremi, acı, kahır ve çaresizliğin tarihiydi. Mezarı, kefeni olmayan, uzuvları kesilen, bir günde evini, ailesini, yurdunu kaybeden yüzbinlerce yurttaşımız… Bir yanda din, inanç gözetmeksizin yardıma koşan milyonlar, diğer yanda çığlık çığlığa yardım bekleyen çaresiz yüzbinler… Ancak diğer yanda yaşanan olumsuzluklar var ki, unutmadık, unutmayacağız: Deprem mağdurları çadır diye yalvarırken, Kızılay’ın çadırları satması, halkın gönderdiği yardımların dağıtılmayıp depolara kaldırılması, enkaz altındakilere yardım ulaştırılmaması, imar affı ve ahlaksız müteahhitler… Bu liste uzayıp gidiyor.

İnsanlığın öldüğü yerde dilimize sahip çıkmak zor. Ama sadece anmak yetmez, unutturmayacağız, affetmeyeceğiz, helalleşmeyeceğiz.

Depremde ölen, mağdur olan, sesini duyuramayanlarla karşı bu da bir sorumluluk.

Mehmet Uygar Keleş

Benzer Videolar