İSLAMCILIK RÜYASI
Şahin Doğan kaleme aldı...
İslamcılığın çok hazin bir hikâyesi var bu topraklarda. Bir zamanlar Seyyid Kutup’un Yoldaki İşaretler’i, Mevdudi’nin Kur’an’a Göre Dört Terim’i, Hasan el-Benna’nın Risaleler’i, Mehmet Alagaş’ın Dünden Bugüne Şeytan ve Dostları düşmüyordu elimizden. İran İslam İnkılabı henüz çiçeği burnundaydı ve çok yakında aynısı bizim ülkede de olacaktı. Bir ara Refah Partisi’nin genel seçimleri kazanması vesilesiyle parti binası önünde kendimizden geçmiş, sanki hemen yarın şeriat gelecekmiş gibi hararetli sloganlar atıyorduk.
Yıllar geçti, özlemini çektiğimiz o saadetli günler hiçbir zaman gelmedi. Belki de öyle bir saadet yoktu ve hepsi tatlı bir rüyadan ibaretti. Kimi Asım’ın Nesli diyordu, kimi nesl-i cedid, kimi altın nesil, kimi dindar nesil, kimi mücahitler nesli diyordu. Adı her ne olursa olsun, bir türlü yetişmedi ve gelmedi o nesil. Şair büyük bir coşkuyla "Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!" diyordu ama aradan yarım yüzyıldan fazla geçtiği hâlde tekerlek tümsekten çıkamadı hâlâ.
Atasoy Müftüoğlu, Ali Bulaç, İsmet Özel, Mehmet Alagaş, Mustafa Çelik, Hamza Türkmen, Sadık Albayrak, Kadir Mısıroğlu, Mustafa Müftüoğlu okumalarımız hızla devam ediyordu. Anlamak için değil, şarj olmak için okuyorduk. Afgani, Abduh, Reşit Rıza, Şeltut… Bunların sesi çok uzaklardan geliyordu. Yedi Güzel Adam ve hidayet romanlarına imza atan bütün muhafazakâr kalemlerin kulağımıza fısıldadığı o cennet veya asr-ı saadet hayali hiçbir zaman tahakkuk etmedi nedense. Hata nerede yapıldı, hata kimdeydi, kim kimi kandırdı, bu nasıl bir aldanıştı? Tam olarak bilen yoktu.
İlkelin ideolojisi olan sloganlara meftun olduğumuz için İslamcılığın topografyasını çıkaran İsmail Kara, Niyazi Berkes, Hilmi Ziya Ülken, Yusuf Akçura, Tarık Ramazan, Zafer Tunaya gibi ciddi ve akademik simalara kulak verecek zamanımız yoktu. Çünkü acilen yapılması gereken işlerimiz çoktu. Seyyid Kutup’un İstikbal İslam’ındır kitabında yer alan şu ifadeler bizi bizden almaya yetiyordu: "Doğulu-batılı tüm sistemlerin örtbas edilemez iflası, laikliğin Ortaçağ sakat din anlayışına dayanan temellerinin İslam karşısında gümbür gümbür yıkılışı, insanlığın kurtarıcıyı çağıran imdat sesleri ve tartışılmaz gerçeğin ifadesi: İstikbal İslam’ındır."
Bu satırlarda anlatılanlara o kadar gönülden inanıyorduk ki, özlenen o güzel günlerin gelmesi bizce an meselesiydi. Buna Bediüzzaman Said Nursi’nin "Evet, ümitvar olunuz! Şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür seda İslam’ın sadası olacaktır." müjdesi eklenince keyfimize diyecek yoktu artık. İslamcılık gerçekten ithal bir siyasal proje miydi, yoksa hâlisâne bir İslami hareket miydi? Bunu da tam olarak bilen yoktu.
Minyeli Abdullah filmini Milli Gençlik Vakfı’nda defalarca izlemiştik. İhvân-ı Müslimîn adını çoğumuz ilk orada duymuştuk. İhvân Mısır’da, Cemaat-i İslami Pakistan’da, biz ise Türkiye’de İran İslam İnkılabı’na benzer bir inkılap gerçekleştirecektik. Yine hiçbiri olmadı. İran İslam İnkılabı’ndan sonra Seyyid Hüseyin Nasr gibi aydınların çoğunun İran’dan birer birer firar ettiğini işitiyorduk. İnkılabın bize anlatıldığı gibi masum bir şey olmadığını anlamak yıllarımızı alacaktı.
Sadece inkılabın değil, İslamcılığın ve cemaatlerde bize anlatılan birçok şeyin aslında güzel ve cazip bir hikâyeden ibaret olduğunu anlamak keza yıllarımızı alacaktı. İslamcılık ve cemaat idealleri tatlı bir rüyaydı ve o rüya bazılarınca hâlâ devam ediyor. Belki de bir rüyadan başka bir rüyaya geçiyorduk veya rüya içinde rüya görüyorduk. Rüyadan uyananlar gördüklerinin bir rüya olduğunu rüyadakilere nasıl anlatabilir ki?