GÖNLÜM HEP SENİ ARIYOR
Ne vakit duman çökse gönül dağına, özleriz onu. Usta bir tezene değerde gönlümüzün bam teline, titrer yüreğimiz. Kalpten kalbe giden o sırlı yolun bir ucu yar gönlüne bir ucu kendi gönlümüze çıkar.
Hangimiz özlesek yari hep aynı cümle dökülür dilimizden onunla başlarız söze…
Sinemde gizli yaramı kimse bilmiyor
Hiçbir tabip yarama merhem olmuyor
Boynu bükük bir garibim yüzüm gülmüyor
Göynüm hep seni arıyor neredesin sen
Koca bir ömrü “Bir yoksulluk bir hasret biri de ölüm” diye anlatır büyük usta. Sanki her ozanın kaderiymiş gibi yoksulluk ve garibanlık Neşet Usta’nın da kaderi olmuştur. Onlara ABDAL derler. Göçebe manasına gelen bu sözcüğü yaşam biçimlerinden alırlar. Yoksul hırkalar giyer yaman mı yaman bozlaklar söylerler. Türkmen aşiretidirler. Rivayet edilir ki asırlar önce Kara Yağmur isimli bir deve en önde ardında dört bin çadır yüklü bir kervan ile çıkarlar yola. Horasan’dan Anadolu’ya uzanan yolculuğa başlar. Oradan oraya sürükleyen yaşam Kırşehir, Kırıkkale civarındaki Keskin’e yerleştiler.
Baba yine türkülerin bir başka büyük ustası Muharrem anne ise Döne Hanım’dır. Acıyla yoğrulmuş, kederle karılmış bir hamurdan yapılmış canlardır. Gittikleri yerlerde horlanmış dışlanmış küçümsenmişlerdir. Onlar buna dayanmış bozlaklar söyleyip, türküler çığırarak yaşama tutunmaya çalışmışlardır. Babası büyük usta Muharrem Ertaş’ın sesinden dinlediğimiz o Dadaloğlu sözleri sanki bu yaşamın bir filmi gibi gelir geçer gönül sahnemizden.
Kalktı göç eyledi Avşar elleri
Ağır ağır giden eller bizimdir
Arap atlar yakın eder ırağı
Yüce dağdan aşan yollar bizimdir
Belimizde kılıncımızKirman'i
Taşa geçer mızrağımın temreni
Hakkımızda devlet etmiş fermanı
Ferman padişahın dağlar bizimdir
Hoca Ahmet Yesevi’nin Anadolu’ya Türkmen dilini yaymak için gönderilmiş bir misyondan geldiklerini anlatır tarih. Kaygusuz Abdal, Teslim Abdal’lar hep bu misyonun birer ferdidir. Anadolu’nun Türkleşmesi silah değil gönül fethiyle yapılmıştır tezinin bir ispatıdır belki de bu.
Dağlara söylenen yiğit türkülerin, aşk nağmelerinin Çiçek Dağı’nda boy veren en güzel fidanları gönül iklimimize o güzel rayihaları büyük bir fedakarlıkla sunmuşlardır. Önceleri dini ve tasavvufi konularda eserler verirlerken değişen hayat şartları ve toplumun onları sürüklediği nokta bu eserlerin içerik değiştirmesine neden olmuştur. Düğün ve eğlencelerde boy gösterir karınlarını böyle doyurma yönelirler. Köy köy gezip eğlencelerde rol alır eserlerini sergiler bir toplum olur Abdallar.
Müziğe doğuştan yetenekli bu neslin en büyük temsilcilerinden biri olan Neşet Ertaş Otuz sekizde hayata merhaba der ve Muharrem ustanın tezgahından türkülerle yoğrulmuş bir yaşamın yoluna çıkar. Çocukluğu köyde geçer. Daha ilkokul öğrencisi iken keman ve bağlama çalmaya başlar. Muharrem Usta kendi hiç yanından ayırmayan ve ne biliyorsa kendine aktaran Yusuf Ustadan öğrendi ise her şeyi o da oğluna aktarmıştır. Her gittiği yere Neşet Ertaş’la gider birlikte çalıp söylerlermiş. Sekiz yaşına kadar Kırtıllar köyünde yaşayan Ertaş’lar göçebelik kaderlerinin hükmüne boyun eğer ekmek için bir başka yere göç eder İbikli’ye yerleşirler. Yaş on iki iken anneye veda vakti gelir ölümün soğuk elleri annesini alıp götürür. Baba Muharrem Yozgatlı Arzu Hanım ile evlenince göçebe yaşam bu defa onları Yozgat’ sürükler.
Çektikleri acı ve yoksulluk sanki seslerine gırtlaklarına işlemiştir. Acı sese renk olur mu olurmuş. Neşet “Ben her ne öğrendiysem babamdan öğrendim, babamla ben aynı ruhun insanlarıyız”der. Baba oğul ilişkisi aslında bir mirasın aktarılmasıdır. Baba ay dost deyince yeri göğü inleten adamın oğlu Anadolu’nun büyük aşığı olma yolunda ilerleyecekti elbette. Babanın sesi oğlunun sesine sinecekti.
Dizinde sızıydı anamın derdi
Tokacı saz yaptı elime verdi
Yeni bitirmiştim üçünen dördü
Baban gibi sazcı oldun dediler
Artık büyümüştür Neşet. Gençlik yılları köy köy gezip çalarak ve söyleyerek geçer. Düğünlerde çalıp insanları eğlendirmek bu içli adam için zulüm gibi gelmeye başlamıştır. Bu bir çelişki bu bir sancıya dönüşmüştür. Bu sancıyı ustanın bir ansını dinlerken anlayabiliyoruz.
Yine bir gün yakın bir köye gitmiştik. Çalıp söyleyip eğlendirecektik. Bizi bir odaya götürdüler. İçeriye girince genç bir delikanlının hasta yatağında ve başucunda anasını oturur gördüm. Tam odadan çıkacakken kahya engel oldu ve geç geç burada çalacaksın dedi. Ne çalayım ben orada bir genç yatıyor acılı anası gözlerimin içine bakıyor. Hayat işte mecbur ne çalıp çalmadığımı bilmeden o geceyi bitirdim. Eve döndüğümde o sahne gözümün önünden gitmiyordu. Çok etkilenmiştim. O gece oturup anam ağlar başucumda isimli türküyü yazdım.
Anam ağlar baş ucumda oturur
Derdim elli iken yüze yetirir
Bu dert beni yiye yiye bitirir
El çek tabip el çek benim yaramdan
Ölürüm gurtulmam ben bu yaramdan
Böylece ilk beste çıkar ortaya. Artık o gönlümüze uzanan yolun en güzel yolcusu olacaktır. Kimseye bu benim bestemdir demez diyemez. Yıllar sonrası babası gelir ve sorar. Ne diyeceğini bilemeden susar usta. Babası;
-Bize garipler derler yavrum gönül de garip.
Bu sözden sonra büyük usta artık GARİP mahlasını kullanacak eserlerini bu mahlasla yazacaktır.
Perişan halimi gördün
Bana bu derdi sen verdin
Benim derdim senin derdin
Sen benimsin ben seninim
Kalbimi kalbinden duyan
Halım değil midir ayan
Garib'i bu hala koyan
Sen benimsin ben seninim
Ertaş bir güzele gönül verir. Babadan rica edilir yârin kapısına gidilir. Adları garip,işleri çalgı olunca burun kıvırır baba. Yerleşik hayata geçip başka bir iş tutma şartı koşar Ertaş’ın aşık gönlüne. Oysa o garipti. Çalmak ve söylemekten başka bir iş bilmezdi. Bu işe çok içerler usta.
Yarinaşkıynan arttı hep derdim
Babamı bir yâre düğür gönderdim
Başlığı çok istemişler haberini aldım
İstemiyor seni yârin dediler.
Kırşehir’de yedi sene kalınca
Düğün düzgün hepsi bize kalınca
Ne yapsın çalgıcı arkadaşlar yer daralınca
Angara’ya gider yolun dediler.
Dışlanmışlık, hor görülmüşlük yine kapıya göçü dayar. Çıkar gurbet yoluna ben gurbette değilim gurbet benim içimde der gibi. Bin dokuz yüz ellilerin ortasında kopar bozkırdan usta. Elinde saz cebinde iki lira bir de buçuğu var fazlaca. Henüz yaş yirmi olmamıştı. Çıkınında aşk acısı, sırtında geçim davası, dilinde türküsü vardı. Anadolu’nun garip yiğitlerinin adresi o zamanda İstanbul’du şimdi ki gibi. Düştü yola usta vardı gurbete.
Gurbete gideni de gelmez diyorlar
Akar gözyaşlarım dinmez diyorlar
Sevenler murada ermez diyorlar
Yüzü yanık bir adamın bütün gün sazını dinleyip insafa gelmesiyle başlar gurbete biletsiz bir yolculuk. Otel köşeleri, parasızlık, garibanlık. Karın tokluğuna bile iş bulamamış bir garip. Yol götürür onu Doğu İşhanı’nın önüne. Kaldırır kafasını bakar, okur tabelayı. Tabelada Şen Plak yazar. Çıkar yukarıya elinde sazı. Behiye Aksoy dinliyorlar içeride. Seslenir kendine İsmail Şençalar. Ne arıyorsun diye. Ben saz çalarım der ve girer içeriye. İşimiz bitsin de dinleyelim seni der içerdekiler. Başlar usta babasından bir bozlağa büyük usta;
Neden garip garip ötersin bülbül
Yoksa sen de bahtı kareli misin
Durmaz feryat edip coşarsın bülbül
Sen de benim gibi yareli misin
Ağlar Kadri Şençalar. Sarılır boynuna tutar elinden götürür ustayı Beyoğlu saza. Çal garip der çıkarır sahneye. Yatacak yer yiyecek ekmek türkü söyleyecek mekan verirler gariplerin garip türküsüne. Artık öğlen ve akşam yemeği, tek göz evi ve yedi buçuk lira yevmiyesi vardı. Zaman böylece akıp geçiyordu. Koskoca bir yalnızlık içinde iki yıla yakın bir zaman akar gider sokaklarında İstanbul’un. Dilinde Zeki Müren’in “Yaşamak zevki verir ruhuma sonsuz kederim” şarkısı ile yol alır vapurlarında o koca şehrin. Şehir sıkar ustayı ve kaytan bıyıklı püsküllü sazı ile sahne aldığı Beyoğlu’na veda edip koltuğunun altında iki plak ile döner Kırşehir’e.
Günler akıp giderken radyodan bir ses duyar Ertaş TRT Ankara Radyosunda Yurttan Sesler de Hacı Taşan nerden gelirsin mahlenin aşığı diye türküler söylüyordu. Kaptı sazını düştü Ankara’nın yoluna. Kısmet oldu bir Cuma günü yurttan sesler’ de yankılandı yurdumun en güzel sesi.
"Geleli gülmedim ben bu cihana."
O artık Türkiye’nin türküsü Anadolu’nun aşıklık geleneğinin son temsilcisi olma yoluna çıkmıştı. İyi ki çıkmış iyi ki “BOZKIRIN TEZENESİ” olmuştu.
Ankara yılları başlamış sesi radyodan daha çok duyulur ve plak üstüne plaklar çıkartır. Bu yıllar altmışlara işaret ediyordu takvimde. Bir de büyük bir aşka düşer Mecnun Leyla’sını bulur vuslat gerçekleşir.
Sevda gitmiyor serde
Düşürdün beni derde
Zülüflerin dökülmüş
Al yanağına perde
Kaşların kara kara
Gözlerin derde çare
Senin için yanarım
Kerem misali derde
Garibim böyle yarim
Merhamet eyle yarim
Suçum nedir bilmiyom
Ne ise söyle yarim söyle
Bu evliliğe babası karşı çıkar ve uzun süren bir küskünlük yaşanır. O artık ünlü bir ozan üç çocuk babası yapar. On yıl süren bir evlilikten sonra Leyla’sından ayrılır ve doruklara giden yol bu ayrılıkla başlar. Hata benim suç benim, kendim ettim kendim buldum, evvelim sen oldun ahirim sen oldun der. Yazı kışa çeviren türkülerin altına atar imza.
Yazımı kışa çevirdin
Karlar yağdı başa Leylam
Viran oldu evim yurdum
Ne söylesem boşa Leylam
Her an Gözümde perdesin
Nere baksam sen ordasın
Mevlam ayrılık vermesin
Gökte uçan kuşa Leylam
Baba kırgın o eşinden ayrı başladı türkülerde atışma. Baba seslendi Neşet’e:
Evvelce tutmadı Neşet sözümü
Öksüz koydu yavruları kuzuları
Yıllar akıp gidiyor. O her gün halkın gözünde büyüyordu. Süleyman Demirel ona devlet sanatçısı ünvanı teklifini sunuyor o ise “Ben halkın sanatçısıyım bu bana yakışmaz” diyordu. Konser konseri, turne turneyi izledi. Zeki Müren’le İzmir’de birlikte sahnelere giden yol Neşet Ertaş’ın yolu olmuştu artık. Pasaportunda saz öğretmeni yazan bir adamdı ve Almanya yılları başlıyordu. Gurbet, özlem sardı sineyi döküldü sazdan nağmeler, kuşatıldı gönüller.
Memlekette kötü haberler geliyordu yeri göğü inleten baba Muharrem hastaydı. Döndü sılaya vardı babanın otağına. Yaz çiçeği gibi geldin diyordu hasta yatağından doğrulan baba. Yalan dünyadan ne buldun bak ölüm geldi diyordu. Baba iyi olunca Almanya’ya döner Neşet Usta. Birkaç gün sonra kara haber dayanır kapıya, baba artık intikal etmişti ebedi hayata. Babasının cenazesine gelemedi. Aradı memleketi haber almak istedi. Son nefesin de ne dedi diye sordu. “Sazımın emaneti” dedi dediler. Babasının bu vedası üzerine canı yanan usta onun bir bozlağının üstüne onun ay dost feryadıyla başlayan bozlağını seslendirdi. Yeri göğü inletti sesi, geldi gönüllere aktı.
Ay dost deyince yeri göğü inleten
Muharrem ustaydı bunu dinleten
Gönül kırmazdı bilerekten bilmeden
İnsan velisini neyledin dünya
Sazını çalarken kendinden geçen
Gönülden gönüle kapılar açan
Aşkın dolusunu nefessiz içen
Gönül delisini neyledin dünya
Garip babamdı muharrem usta
Bilirim aşıktı sevdiği dosta
Sazımın emaneti diyen son nefeste
Sazın ulusunu neyledin dünya
Sancılı bir yaşamın sonuna doğru akıyordu ömür. Denizine koşan ırmaklar gibi. Kapanmıştı gurbete küskündü Anadolu’ya. Kapı çalındı. El Bayram Bilge Tokel’di yıl iki bindi. Yeniden döndü sılaya buluştu aşığı olan halkı ile. Konserler izdiham programlar bayram yeriydi. Otuz yıl sonra baba toprağına döndü. Uçsuz bucaksız bozkırları süzdü. Geçmişi andı. Ay dost diye haykırıp doğduğu dağlarda çiçekler açtırdı.
Konsere gittiği yerlerde insanı ona “Sana gurban olurum,sana gurban olurum”diye sesleniyordu. Ücretsiz halk konserleri veriyor, Kalan Müzik sayısız türkülerini toparlayıp hazine haline dönüştürüyordu.
Artık o Türkiye ulusal Envanterine yaşayan insan hazinesi diye kayıtlıydı. Ömrün sonuna gelmiş hastalanmış, askerliğini yaptığı İzmir’de hastane yatağında yalan dünyaya veda etmişti. İnsan ne zaman ölür sorusunun cevabı can verince değil adı anılmaz olunca gerçeğinin bir anıtıdır o. Sonsuza kadar yaşayacak bir isim, bir kutlu miras bıraktı bize. Onun türküleri ile sevdalanıp onun türküleri ile yâre mektup yazıyoruz hala. Yazmaya da asırlarca devam edeceğiz zannımca. Mızrabının darbeleri hem gönlümüzün bam telinde inleyecek, rahmet ve şükranla yad edeceğiz.
Yalan dünyanın Çiçek Dağı’ndan yükselen gönlümüzü fetheden sesi hep gök kubbemizde yankılansın, türküler susmasın Anadolu ilelebet var olsun.
Hep sen mi ağladın hep sen mi yandın,
Bende gülemedim yalan dünyada
Sen beni gönlümce mutlu mu sandın
Ömrümü boş yere çalan dünyada.
Ah yalan dünyada, yalan dünyada
Yalandan yüzüme gülen dünyada
Sen ağladın canım ben ise yandım
Dünyayı gönlümce olacak sandım
Boş yere aldandım, boş yere kandım
Rengi gözümde solan dünyada
Ah yalan dünyada yalan dünyada
Yalandan yüzüme gülen dünyada
Musa GÖÇER