ÇANAKKALE’DİR BİZ DE AŞKIN ADI

Musa Göçer kaleme aldı...

Asya İle Avrupa’nın temas ettiği yer, Ege’den Marmara’ya ince bir nehir gibi salına salına akan dar bir suyoludur Çanakkale. Dünya üzerinde jeopolitik konumu büyük önem arz eden ender noktalardan biridir. Dünyanın kavşağıdır Çanakkale. Dünyaya ve dünya üzerindeki zenginliklere hakim olabilmek için bu bölge çok önemlidir.

Öyle yerler vardır ki o toprakların kaderi sanki hep savaş üzerinden yazılmış, çatışma hiç bitmemiş hep ölümlere gebe kalmıştır. Çanakkale gibi. Truva kahramanları antik çağda Helen için burada vuruştu, Büyük İskender yine hikayesine  buradan anılar kattı. Bin dokuz yüz on beşte üç büyük imparatorluğun orduları yine burada kan ve ölüm hikayelerine sebep oldu.

Hep bu boğaz, hep savaş, hep acı…

Yüz yıllar süren imparatorluk ihtişamını ve gücünü kaybetmiş, sonbaharda yaprak döken bir çınar parça parça savrulur olmuş. Her ferdinin dilinden acı bir türkü yükselir olmuştu. O artık “Hasta Adam” dı. Bin yıl önce geldiği topraklarda artık yok olmanın eşiğine gelmiş yorgun ve yaşlı bir ihtiyar gibiydi.

Çok sıcak bir yazdı bin dokuz yüz on dört yazı. Britanya, Rusya ve Fransa, Rus çarlığı ve Alman imparatorluğuna karşı savaşa hazırlanmaktadır. Dünya kan kokuyor, büyük  güçlerin hesaplarının pençesinde insanlık inim inim inliyordu. Bu ahval içinde Osmanlı’nın henüz hangi tarafta yer alacağı belli değildir. Belli olmadığı gibi dört bir yanda savaşmaktan takatsiz düşmüş bu büyük hesapların kendi üzerinden oynandığının ve kapıya dayanan dünya savaşının yaklaştığının farkındadır. O yaz entrikalar yazı, insanlık tarihinin en büyük oyunlarının döndüğü yazdır.

Alman İmparatoru Wilhelm bir ziyarete gelir. Amaç Osmanlı’yı yanına çekip başlayacak savaşta güç kazanmaktır. Orta Doğu’nun büyük bölümünü kontrol eden bölgedeki Müslümanları İngiliz ve Fransızlara karşı harekete geçirmenin anahtarı  Osmanlı’nın elinde idi. Ayrıca Çanakkale’den açılan kapı bütün Orta Doğu petrolünün Almanya kontrolünde olmasını sağlayacaktı. Ve Wilhelm şöyle sesleniyordu.

“Yer yüzünün her yerine dağılan üç yüz milyon Müslüman Alman İmparatorunun her zaman dostları olduğunu ve dostları olarak kalacağından emin olmalıdırlar.” Diyordu.

Tarihe mal olmuş bu ve bunun gibi bir yığın yalanın gölgesinde insanlık dünya savaşının şartlarını hızla hazırlıyordu.

O genç hırslı ve Almanya’da eğitim almış Alman kültürüne hayranlık duyan devrin padişahının kızıyla evlenerek büyük güç kazanan Enver Paşa’ydı. Savaşa Almanya ile birlikte girmek bu Pantürkist  komutan Osmanlı’yı ayakta tutabilmek için şart olduğunu düşünüyor ve Jön Türklerden aldığı güç ile Almanya ile gizli bir antlaşma yapıyordu. Artık şartlar Osmanlı’yı hızla Almanya ile birlikte hareket etmeye itiyordu.

Bir tarafta bunlar yaşanırken diğer tarafta Winsiton Churchill kaçınılmaz olan Almanya ile savaşın kapıya dayandığı biliyor ve planlar yapıyordu. Osmanlı için yapılan ve parası Anadolu insanın boğazından keserek yaptığı bağışlarla ödenen iki gemiye el koyar,  el koyduğu gibi de ödenen parayı iade etmez. Bu iki gemi Türk insanı için onur meselesi idi. Ekmeklerinin yarını bölerek parasını ödedikleri bu gemilere ulaşamayan Türk insanı hem kızmış hem onuru kırılmıştı. Bu durumu fırsata çevirmek isteyen Almanya Akdeniz’de ki iki savaş gemisinin rotasını İstanbul’a çevirir. Dört ağustos Çarşamba günü Almanya Belçika’yı işgal eder ve için için kaynayan Avrupa’da savaş başlamış olur. Avrupa’da bunlar yaşanırken İstanbul’daki iki Alman gemisi ve fes giymiş alman askerleri Karadeniz’de ki Rus limanlarını bombalamaya başlar. Britanya alman askerlerinin sınır dışı edilmesi için on iki saat süre tanır. Osmanlı alman askerlerini sınır dışı etmediği gibi o iki gemiyi kendi donanmasının bir parçası sayıp ültimatona yanıt bile vermedi. Hal böyle olunca önce Rusya sonra İngiltere ve Fransa ülkemize savaş ilan etti.

Artık bizimde taraf olduğumuz insanlık tarihine birinci dünya savaşı diye geçen o korkunç savaş başlamış oldu. Yirmi yedi milyon insanın öldüğü ve sakat kaldığı ve dört yıl sürecek olan savaş tarihe geçen en büyük acıların yaşanmasına sebep olacaktır.

Tarihi bilgilerle sıkıcı bir hale dönmüş yazılar yazmaktan hep uzak durdum. Ben tarihçi değilim kaldı ki bu konuya dair işin ehli bir çok eser vermiş. Ben Çanakkale’nin bir varoluş türküsü olduğundan ve gönlümüzde ki yerinden söz etmek istiyorum. Ama yine de yazının alt yapısını hazırlamak için bunlara değinmeden geçemiyorum. Savaşı hazırlayan ve Anadolu’nun kapısına dayayan şartları az da olsa irdelemek istedim. Dünyanın hiçbir savaşının kazananı olmadığı bilen bir anlayışla savaşa dair bilgiler okumak canımı yaksa da.

Artık bir var oluş savaşı başlamıştır. Bu öyle bir savaştır ki kaybedilir ve Çanakkale geçilirse mahreme el uzanacaktır. Anadolu sesi  yitecek ,  türküsü susacak bin yıllık varlık son bulacaktır. Batı bütün azameti ve sömürü ruhu ile topladığı güçlü ordusu ile kapımıza dayanmış boğazdan geçerek  artık bağımsızlığımıza ve canımıza kast etmeye kararlıdır.

Toplanan ordu öyle bir ordu ki aralarında kömür madencileri,  Dublinli futbolcular, derin vadilerden gelen Galliler ve Kembriçli şairlerden Hintlilere kadar askerler  vardı. Niye geldiklerinden habersiz, insafsız bir yalanın tuzağına düşerek binlerce kilometre ötedeki Anadolu insanın kanını içmeye geldiklerinden habersizlerdi. Serde şairlik olunca bu durumu en iyi izah eden şiirlere dem vurmadan durumu anlatmak hoş olmaz zannımca.

Ne diyordu  İstiklal Şairi Mehmet Akif;

Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,

Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer. 

Yedi iklîmi cihânın duruyor karşına da,

Ostralya'yla berâber bakıyorsun: Kanada!

Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;

Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.

Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...

Hani, tâ'ûna da züldür bu rezîl istîlâ!

Öyle alakasız öyle garip bir ordu ki karşımızdaki neden geldiğini nereye geldiğini bile bilmeyen bir sürü can. Lakin mevzu onların kandırılış mevzusu değil bizim var oluş mevzumuzdur. Bu kandırılmış insanların zaferi Türk Milletinin sonu olacaktır, onlar bunun ehemmiyetinden habersiz sömürü canavarlarının pençesinde bir kurban olup dayanmışlar kapımıza. Soruyor ya sevdiğim devlet adamı Bülent Ecevit bir şiirinde;

Söyle Arkadaşım' dedi Anadolulu Mehmet

Yanıbaşındaki Anzak erine

'Nereden kopup gelmişsin,

Neden çökmüş bu mahsunluk üzerine? '

DUNYANIN ÖBÜR UCUNDAN' dedi gencecik Anzak

'Öyle yazmışlar mezar taşıma.

Doğduğum yerler öylesine uzak,

Örtündüğüm topraksa gurbet bana.'

'Dert edinme arkadaşım'dedi Mehmet

'Değil mi ki bizlerle birleşti kaderin,

Değil mi ki yurdumuzun koynundasın ilelebet,

Sende artık bizdensin,

Sende bencileyin bir Mehmet'

Toplanan ordunun komutan ve askerlerine dair o kadar çok hikaye okudum ki her biri bir ötekinden daha acı. Tamamen Almanya ile savaşa gittikleri zanneden binlerce  insan ve acı hikayeleri. En çok Malone’nin eşinin bindiği gemiye bakışı beni en çok etkileyen ikinci kadın bakışıdır. (Birincisi Vera’nın Nazım’a ölüm döşeğindeki bakışı)İnsan bütün yaşananlar için derin bir hüzün yaşıyor. Dünya barışın kol gezdiği bir yer olabilecekken ölümün kol gezdiği ve yaşamların savaş tarihlerine mevzu oluşunu hazmetmekte zorlanıyorum. Lakin hal bu olunca bir millete var oluş mücadelesini en şerefli şekilde vermek yakışıyor.

Ekonomisi ve sanayisi güçlü bir düşmanın karşısında yorgun, tükenmiş sefalet çeken ve çektiği bütün acılara yiğitçe katlanan bir millette Çanakkale için hazırlanıyordu. Çünkü biliyorlardı ki Çanakkale geçilirse bir boğaz geçilmeyecek bir milletin mahremi çiğnenecekti. Bu millet bu tür durumla birçok kez karşılaşmıştı lakin bu çok daha zor çok daha ehemmiyet arz eden bir meseleydi.

Asker doğup asker ölen bir milletin elbette Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk gibi bir çok komutanı olması kaçınılmazdı. Hangi paşadan hangi komutandan hangi erden bahsedeceğimin şaşkınlığı içerisinde yaşanılan olayın ve verilecek savaşın bu millet için önemi üzerinden devam etmeyi tercih ediyorum. Bu büyük destan için bir çok mühim kalem mühim eserler vermiştir. Bu eserlerden benliğinden habersiz gençlerimizin tanıştırılmasını umut ederek başlayan savaşın seyri ile devam edelim. Belki de dünyanın gördüğü görebileceği en büyük kuşatma yaşanıyor ve  bu büyük kuşatmanın karşısında şartları en zor olan bir millet en büyük savaşı veriyordu.

Yüzlerce geminin boğaza yanaşıp konuşlandığı varlığımızı tehdit ettiği bir dönemde Anadolu insanı kapıda ki tehlikeyi görüyor yıllardır süregelen savaşlardan arta kalan erkeklerini cepheye hazırlıyordu. Çarıkların sağlam olanı, içliklerin en yünlüsü cepheye gönderilen gençlerin hizmetine veriliyor. Şehirlerde toplanan buğdaylar ve diğer ihtiyaçlar geride kalanların boğazından kesilerek Mehmetlerin kullanıma hazırlanıyordu.

Anadolu el ele vermiş, omuz omuza yaslanmış çiğnenmek istenen varlığına sahip çıkmak için topyekûn bir savaşa hazırlanıyordu. Çocuk yaştakiler, ihtiyarlar neredeyse bir milletin bütün erkekleri Çanakkale önünde set oluşturmak için cepheye koşuyorlardı. Tek bir dilek tek bir istek vardı. O toplanan orduya DUR! Demek …

Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın

Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.

Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın

Bir vatan kalbinin attığı yerdir.

Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda

Gördüğün bir tümsek, Anadolu'nda,

İstiklâl uğrunda, namus yolunda

Can veren Mehmed'in yattığı yerdir.

Bu tümsek, koparken büyük zelzele,

Son vatan parçası geçerken ele,

Mehmed'in düşmanı boğduğu sele

Mübarek kanını kattığı yerdir.

Düşün ki, haşr olan kan, kemik, etin

Yaptığı bu tümsek, amansız, çetin

Bir harbin sonunda bütün milletin

Hürriyet zevkini tattığı yerdir.

 Böyle sesleniyordu bir milletin şairi Necmettin Halil Onan bu durumu izah etmeye çalışırken.

 Şairleri haykırmayan bir millet sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir. Bunu en iyi bilen millet, artık yeni bir destan yazmak için yeri almış ve savaş başlamıştır.

 Başlayan savaş öyle amansız öyle çetindir ki bunu ifade edebilmek için insan üstü bir izaha tanrısal bir yapıya sahip olmak gerekir. Vuruşur Mehmet siper eder gövdesini ki dursun diye bu hayasızca akın. Can verirken gülümser ve şairler söze girer anlatır Mehmetlerin öyküsünü mısralar boyu uzanan bir ihtişamla…

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;

Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı;

Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;

Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.

Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,

Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;

O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...

Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,

Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak.

 Ne kahramanlıklar yaşanır, hiçbir terazinin tartamayacağı ne muhteşem yiğitlikler sergilenir. Kaçak kömür işi yapan Balıkesir’in Havran ilçesinin Manastır köyünden Seyit Ali Çabuk. O mermi kaç kilodur kimin umurunda. Rakamların değil yüreklerin konuştuğu bir destandan bahsediyoruz. Matematiğin iflas ettiği azın çok destanlaştığı, çoğun çaresiz kaldığı, gücün aşkın karşısında yenildiği koca bir destandan.

 Anadolu’nun her bir köşesinden kopup gelmiş kürdü, lazı, çerkezi, alevisi ve sünnisi  aynı türkünün notaları gibi haykırıp kardeşlik korusunun o muazzam türküsünü hep bir ağızdan söylüyor bize neden “Ben Anadolu’yum anlıyor musun? “ dedirten o muazzam onuru yaşatıyorlar.

 Geldiğimiz noktada bu ruh üzerinden yürümenin vakti geldi ve geçiyor. Çanakkale ruhu diye bir ders oluşturulup müfredata dahil edilmeli bu toprakların gençleri bu tohumun çiçekleri ile kokmalı ve buradan beslenmedirler diye düşünüyorum. Bu siyasi ve ırksal bir bakış açısı değil kardeşçe omuz omuza yaşayabilmenin delili olarak ortaya konulmalı ve korunmalıdır.

 Yeryüzünde kaç toplumun bir Çanakkale’si var sor kendi ne ey yolcu!…

 Millet olarak çok acılar yaşadık yaşıyoruz. Bazı hesapları yanlış yapınca acısını yine kendimizin çektiğini çok net olarak görüyoruz. Can cana kardeşçe bir toplum oluşturup Çanakkale gibi imkansızlara imza atmamız çok zor değil. Daha önce yaptık yine yaparız. Moda deyimde ki gibi bu ülkenin evet beka sorunu var. Yalnız bu ülkenin beka sorunu basit siyasi söylemlere malzeme olan konularda değil bu ülkenin beka sorunu Çanakkale Ruhu’nu unutmak gibi bir beka sorunu var.

 Çanakkale geçilseydi sen doğunun küçük bir köyünde ürettiğin tütünden çigara sarıp kürtçe bir türkü ile dağları inletemez, sen Anadolu’nun ortasındaki bir cem evinde semah dönemez, sen  Sultan Ahmet’te bir seher vakti sabah namazına duramazdın kardeşim. Sen  Ayder Yaylası’nda kemençe çalıp horon tepemezdin. Erzurum’da bar başı olan gardaşım Çanakkale geçilseydi sen o uçsuz bucaksız meralarda at koşturamaz, sesini içine gömer, bütün türkülerinden vazgeçmek zorunda kalırdın.

 Çanakkale geçilseydi İstanbul yedi tepesinden yedi ayrı şiir gibi gülümseyemez, Toroslar boynu bükük kalır, Munzur kan akardı. Seyhan ve Ceyhan, Fırat ve Dicle yan yana akamaz, Ağrı Dağı ihtişamını yitirirdi. Çanakkale geçilseydi Çukurova pamuğunu küstürür, Karadeniz çayını yitirirdi.

 Çanakkale geçilseydi sen Zeynep’e aşık olamaz bağlamanın teli kopardı. Sen Çanakkale’yi geçirmediğin için bu yazının başlığı “Çanakkale’dir Biz de Aşkın Adı “ oldu. Çanakkale geçilemediği için Musa öğretmen serin bir pazartesi sabahı bir okulun önündeki bayrağa bakarak öğrencileri ile istiklal Marşı’nı diken diken tüylerle okuyor.

 Dileğimdir Çanakkale’si olan bir milletin ferdi olduğum için cennetten daha büyük bir ödüle sahip olduğum için cenneti red ediyorum…

 Bize bu onuru yaştan siz sevgili şehitlerim;Dalgalansın diye can verdiğiniz bayrak, bu ülkenin çocuklarının elinde sonsuza kadar dalgalanacak. Atatürk gülüşlü yiğitlerle sonsuza kadar yaşayacaktır.

 Sizi anlatacak bir kalem, size övgüler dizecek şiirlerimiz, türkülerimiz yetersiz kalsa da siz bu toprakların ebedi onuru olarak yaşayacaksınız.

RUHUNUZ ŞAD MEKANINIZ CENNET OLSUN…

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!

Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd'i...

Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.

Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?

"Gömelim gel seni târîhe" desem, sığmazsın.

Benzer Videolar