Itır EKİCİ

Itır EKİCİ

01 Nisan 2024 Pazartesi

1 Nisannnnnn

1 Nisannnnnn
3

BEĞENDİM

ABONE OL

Zaman, çok karışık bir kavramdır. Pek çok farklı biçimde ele alınmış olsa da biz Miladi takvimi 1 yıl 365 gün ve 6 saat 9 dakika olarak kabul eder ve hayatımızın akışını bu zaman dilimine uygun olarak yürütürüz. 365 günü aylara ve haftalara ardından da günlere böleriz. Ancak şunu belirtmek gerekir ki mesela “Ben Türk’üm” diyen tüm yürekler, 10 Kasım’ı hiç sevmezler. 29 Ekim’e bayılırlar.

İnsanlığın ve sosyal yapının varlığı, ister istemez bazı günlere öyle olaylar denk getirir ki o gün ve tarihleri ölümsüz kılar; sıradanlıktan uzaklaştırır. Mesela 31 Mart Vakası,  İttihat ve Terakkî Fırkası’nın hâkimiyetine karşı bir tepki olarak başlayan hareketi anlatır hepimize. İttihat ve Terakki Fırkası, kendinden olmayanlara baskıcı bir tutum izleyerek siyasi bir istikrarsızlığa yol açmıştır. İttihatçıların eski hesapları unutmayan intikamcı yaklaşımları ve sorumsuzluğu, kitlelerin hoşnutsuzluğuna neden olmuştur. Bu şartlar içerisinde ülke seçimlere hazırlanırken gerek 5 Ekim’de Avusturya’nın Bosna-Hersek’i ilhak ettiğini bildirmesi ve Bulgaristan’ın bağımsızlığını, 6 Ekim’de de Girit’in Yunanistan’a katıldığını ilân etmesi gibi gelişmeler ve merkezdeki siyasî istikrarsızlık, muhalefetin özellikle basın yoluyla şiddetini arttırmasına sebep olduğu gibi İttihatçıların itibarını da zedelemiş, 1908’den sonra yaşanan kısa süreli hürriyet havası sona ermiştir.

Olaylar hakkında gerek bizzat görgü tanıklarının yazıları ve hâtıratları gerekse dönemin diğer kaynakları değerlendirildiğinde ayaklanmaya pek çok sebebin yol açmış olduğu ortaya çıkar. Genel olarak bunlar orduda baş gösteren aşırı siyasallaşma, subaylar arasında yaşanan alaylı-mektepli çatışması ve alaylıların tasfiye edilmesi, II. Abdülhamid döneminin kadrolarının eski imtiyaz ve itibarlarını kaybetmeleri, bürokraside geniş çaplı bir tensîkat ve tasfiyeye gidilerek İttihatçılar’ın kendi kadrolarını iş başına getirmeleri, ilmiye mensuplarının tayin ve terfilerinde imtihan usulünün gündeme getirilmesi, İttihat ve Terakkî ile Ahrar Fırkası mensuplarının iktidarı ele geçirme mücadeleleri,  İttihatçılar’ın, muhaliflerine hayat hakkı tanımayan baskıcı davranışları ve suikastlar, İttihatçılar’ın kozmopolit yapıları, masonlukla suçlanmaları,  dine ve dinî geleneğe karşı tavırlarından duyulan rahatsızlıklar gibi gelişmelerdir. 

Tüm bu gelişmeler, sonuçta tarihe “31 Mart Vakası” olarak düşmüştür. Tarih de,  denilen odur ki tekerrürden ibarettir. Geçmişte bir yerlerde isyana dönüşen liyakatsizliğin denk geldiği tam da bugün, bizim sandık başına gittiğimiz gündür.

Siyasetten anlamak gerekmiyor sonuçları okuyabilmek için. Anlamam ben siyasetten. Ama yaşamaktan anlarım, fatura ödemekten, çocuk okutmaktan, geçinmekten anlarım. Daha konforlu bir yaşamın varlığından haberdar olmayı da anlarım. O konfora ulaşanların bunu nasıl yaptığını, yönetici kadronun nerede ise tamamının mı anadan babadan zengin olduğunu sorgularım. Sorgularım; çünkü halk benim. Gittikçe küçülen dünyamdan evreni görürüm ve sorgularım. Bunu çoğumuz yapıyoruz. O çoğumuzun dizi dizi diplomaları var ve o diplomaların hakkını verdiğimiz bilginin mütevazı ağırlığı bizi suskunlaştırır. Sadece bilgi değil, akıllı bir düşünce dünyasının üstü kapalı İttihatçı yaklaşımı da susturur bizi…

Ama… Türk insanı, insan sever. Bu seçimlerde de insan sevdik biz aslında. Partisi ne olursa olsun bizi rahatlatan, anlayanlara evet dedik. İzmir dedi ki ben yeni bir marş istemiyorum; benim marşımda “İzmir’in dağlarında çiçekler” açar zaten. İstanbul dedi ki güçlü bir karakter dursun şöyle köşe başımda. Ankara dedi ki; “güven” benim tek limanım. Afyonkarahisar; kendi kabuğunu kırdı geçti; alkışın en büyüğü vatan sevdalısı Burcu KÖKSAL’a gitsin. Bir de hayatımıza giren isyankâr Tanju ÖZCAN; yolun çok açık olsun. Bu insanlar kendi kabuklarına muhtaç olmadıklarını ama varlıklarının o kabuğu güçlendireceğini kanıtladılar. Kendilerine yapılanlara karşılık şu ana tarih attılar 1 Nisannn!

Dediğim gibi; parti değil asıl olan; o yüzden üstü kapalı tehditler korkutmaz Türk insanını. Su akar yolunu bulur misali dikiş tutmaz yamalı nakiller. Halkız biz; küçük yaşar; büyük anlar ve sessizce fısıldarız:

Türk’üm, doğruyum, çalışkanım,

İlkem: küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.

Ülküm: yükselmek, ileri gitmektir.

Ey Büyük Atatürk!

Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim.

Varlığım Türk varlığına armağan olsun.

Ne mutlu Türk’üm diyene!

Saygılarımla.

Itır EKİCİ

Devamını Oku

BAK ŞİMDİ

BAK ŞİMDİ
0

BEĞENDİM

ABONE OL

İnsanlık tarihinin pek çok dönüm noktası vardır. İçinde bulunduğumuz baş döndürücü teknolojileri bir yana bırakırsak ve geçmişin derinliklerine gidersek, en önemli keşiflerden birinin kâğıdın icadı olduğunu söyleyebiliriz. En eski kâğıdın M.Ö. 2. yüzyılda Tibet’te icat edildiği düşünülür; ancak bu kâğıdın kimin tarafından bulunduğu belirlenememiştir. Bilinen tarih akışında, M.S. 105 yılında Çinli Cai Lun’un selüloz kâğıdı keşfettiği tüm kaynaklarda aşikârdır. 751 yılında yapılan Talas Savaşı ile bu dehşet verici keşif, Araplara kâğıt üretimini öğretmiştir. Önce Semerkant ve ardından Bağdat’ta ilk kâğıt fabrikaları açıldığında tarih 754’tür. Kâğıdın Çin’de başlayan yolculuğu Avrupa’ya 1000 yıllık bir gecikme ile girmiştir. 1453 yılında Almanya’da Johannes Gutenberg’ın matbaayı icat etmesi ve ilk İncil’i basması ile kâğıt, halka inen yolculuğuna başlamıştır.

Toplumların akli melekeleri, ulaşabildikleri bilgi ve teknoloji ile doğru orantılıdır. Amerika’nın keşfi sırasında Vespucci’nin kadırgaları sahile çok yakın bir noktaya geldiğinde yerliler sahilde günlük hayatları sürdürmekteydiler. Fakat ne yazık ki algıları, burunlarının ucuna kadar gelen kadırgaları görmelerine imkân tanımıyordu. Ne zaman ki Vespucci’nin denizcileri sahile çıkmak için kadırgalardan kayıklarına bindiler; işte o zaman yerli halk, denizin açıklarından kendilerine yanaşan kanoları gördü. Çünkü bilinçlerinde kanolar vardı. Açık denizde kanoların ne aradığını anlamaları ve kadırgayı beyinlerinin algılaması zaman aldı. Bu, kuantum ile ilgili bir konudur. Değinmek istediğim önemli nokta, bilgiye ulaşabilmek ve bunu algılayabilmek meselesidir.

Hadi tüm şartlar yerine geldi ve bilgiye ulaştık. Tam da bu noktada düşünme yeteneği işin içine girer. Bu bilgiyi nasıl kullanacağız? Bilgi ve teknolojiyi geniş insan kitlelerinin neredeyse tamamının anlayabileceği düzeye nasıl getireceğiz ve kullanıma sunacağız? Avrupa’ya 1000 yıl gecikme ile giren kâğıt kavramı, 1696 yılında zarf ile buluşmayı başarmıştır. Sir James Ogilvie, kâğıdı zarf ile tanıştıran adamdır. Sonrası çorap söküğü gibi gelmiş; zarf ile kâğıt ayrılmaz bir ikili olmuştur.

Buraya kadar size daldan dala atlayarak tarihten bahsediyorum ama tarihi severim ben. Her şeyin bir tarihi var. Çokça çalışılarak keşfedilen ve insanı biraz daha rahata sürükleyen türlü türlü icatlar, ateşin bulunuşundan beri hayatımızı kolaylaştırıyor. Kolaylaşan hayatlarımızda bizler biraz daha rehavet içinde, biraz daha umursamaz ve biraz daha cahil kalıyoruz. Özellikle içinde bulunduğumuz çağ bile değil dönemlerde hızla değişiyoruz. Artık düşünmemiz gerekmiyor. 16. yüzyılda Divan şairleri artık yazacak gazel kalmadığından yakınıyorlardı. Çünkü kendilerinden önceki şairler tüketmişti tüm şiirleri. Tıpkı onun gibi bir düşünce içindeyiz ve çok ama çok yazık ki gittikçe cahilleşiyoruz.

Artık o benim çocukluğumdaki mektup arkadaşlıkları bitti. Şimdilerde kalem ele sadece zorunlu hallerde alınıyor çünkü klavye var; bunu da kullanmak istemiyorsanız telefonunuzun tuşuna dokunup konuşuyorsunuz ve telefondaki akıl da bunu yazıya döküyor. Tüm bu şartlar içinde ben de diyorum ki, hani yaklaşan bir seçimimiz var ve ülkecek gece gündüz her yerde bu seçim bombardımanının etkisi altındayız ya; şimdi biz 1696 yılında icat edilen o zarfa, o oy pusulasını doğru biçimde nasıl yerleştireceğiz? Yok muydu A5 yerine A4 boyutunda bir zarf? İcat edilmiş zaten, kimsenin aklına bir büyük boy zarf gelmiyor mu? Çünkü sanatsal açıdan el becerimiz o kadar da hassas değil ve demokrasinin temelindeki seçim, beceriksizliğimiz yüzünden fazlaya sekteye uğrayacak gibi görünüyor. Bir dünya vaatte bulunan tüm siyaset dünyası, yok muydu içinizde bir cengâver zarfları büyütelim diyecek? Öyle ya, halkız biz; zarf göreni var görmeyeni var!

Itir EKİCİ

Devamını Oku

Pırlanta İstersem Ne Olacak?

Pırlanta İstersem Ne Olacak?
4

BEĞENDİM

ABONE OL

Bu dünyaya gelen her insan, doğduğu medeniyetin kuralları, töreleri ve kavramları ile büyürken bu insanların pek çoğu içinde bulunduğu medeniyet dairesini sorgulamayı bile düşünemeden ölür, gider. Ancak şunu belirtmek gerekir ki nerede ise her medeniyetin temelinde bir din unsuru bulunmaktadır ve inanç, yaşamı süresince insanın kendisi ve dini yaptırımlar ile mücadelesinden ibarettir.  Bu mücadelenin merkezinde cehennemden kaçınmak ve cennete gidebilmek çabası yatar.

Pers mitolojinde cehennemden bahseden ilk insan Zerdüşt’tür. Ona göre ölen ruhlar üç gün yargılanmayı bekler, dördüncü gün bir köprüden geçirilmeye çalışılır. Yaşarken yaptığı iyilikler fazlaysa köprü genişler ve cennete uzanır. Kötülükleri fazla olan insansa gittikçe daralan köprüye tutunamaz ve ruhu cehenneme düşer.

 Kuzey Amerika yerlileri kötü insanların yiyecek ve içecekten yoksun, içi kanla dolu büyük ve karanlık bir zindana atılacağına inanır.

Hint mitolojinde “Naraka” olarak ifade edilen cehennemin sıcak ve soğuk 21 katmanı vardır ve kötülüğün ağırlığına göre ruhlar bu katmanlardan birine yerleştirilir. Katmanlardan birinde bakırdan bir kazanda insanın elleri ve ayakları bağlı olarak altında yanan ateşte pişer. Diğer bir katmanda karanlık ve soğuk ile mücadele yer alır. Bir başka katmanda insanlar, içi erimiş demirle dolu sıcak kazanlara atılırlar.

Yunan mitolojisinde; yeraltı dünyasına giren ruhlar yargılanır, suçsuz bulunanlar cennet çayırlarına; suçlu bulunanlar ise “Tartaros” adı verilen sonsuz işkencelerin yapıldığı cehenneme yollanır.

Hıristiyanlıkta cehennem; şeytan ve şeytana inanan meleklerin yaşadığı, Tanrının girmediği ancak Tanrı’yı inkâr eden insanların sonsuza dek yanarak acı çekecekleri bir yer olarak tasvir edilmektedir.

Yahudilikte tam bir cehennem inancı yoktur. Kötü ruhların en fazla bir yıl kaldıkları ancak işkence yerine düşünmeye ve kendilerini değerlendirmeye zorlandıkları bir yer olarak “Gehenna” bölgesi seçilmiştir. Gehenna’dan İncil’de de bahsedilir ki bu bizim inancımızdaki “Araf” kavramıdır.  Gehenna sözcüğü Arapçadaki “Cehennem” sözcüğü ile bire bir örtüşür.

Gelelim İslam dinine; Kuran’ı Kerim’de cehennem yedi kapılıdır. 70 bin halkadan oluşan inleme ve uğultu seslerinin sürekli duyulduğu her yanı ateş ve dumanla kaplı bir yerdir. Burada 70 bin iblis, insanlara zulmetmekle görevlidir.

Bence İslam inancındaki cehennemin kapıları yaşayan insanlara doğru açılmış bulunmaktadır. Oradaki 70 bin iblis de biraz temiz hava almak ve taze kan bulmak için yaşayanlara musallat olmak derdine düşmüşlerdir. Çünkü günümüz ekonomik şartlarında televizyondan başka sosyal ve kültürel bir eğlencesi olamayan insanımız burada da keyfince zaman geçirmek yerine izledikleri programlardan daha fazla reklama maruz kalmaktadır. Buraya kadar hadi neyse de ben bu reklamlardaki tutarsızlıktan çok şikayetçiyim. Bir markanın pırlanta reklamından sonra, bir markette patatesin 12,5 Lira oluşunu övünerek vermeleri; hemen ardından başka bir pırlanta markasına geçiş yapmaları, peşinden soğanın ucuzunun yerini göstermeleri ve hemen peşinden bir diğer markanın pırlanta reklamına geçişleri beni “Sırat Körpüsü” üzerinde çaresiz bırakıyor. Bir yandan ucuz patates almak istiyorum; ama öbür yandan “her kadının hakkı” olan pırlantaları gözüme kestiriyorum. Şimdi benim size sorularım var:

 Kur’an-ı Kerimde 127 ayette cennet, 165 ayette cehennem anlatılmışken ve ben bu ayetlerin çizdiği cehennem resminden ürkmüşken; bu yüzden de günahtan korkarak yaşamaya ve yetinmeye çalışırken o sürekli gözüme gözüme soktukları pırlantalara ulaşmak için atlayayım mı “Köprü”den?

O çok bilinen marketlerden biri her türlü ev ihtiyacımızı haftanın belirli günlerinde sürekli reklamlar vererek karşılıyorken, toplumun çok büyük bir bölümünün mutfak aletleri, çocuk oyuncakları, yatak çarşafları, hatta dantelli dantelsiz iç çamaşırları bile aynı olmuşken ekonomik anlamda algıda seçiciliği kullanan reklam verenler; biz kadınlar patates ve soğanın karşısına pırlanta koyduğunuzda algı malgı anlamayız. Hepimiz pırlantacıyız! Pırlanta isteyen kadının fendi ne yazık ki erkeği yenemiyor bu devride, iktidarsızlaştırıyor; güçsüzleşen erkek vuruyor kırıyor görmüyor musunuz?

Sevgiler

Devamını Oku

İn O Ağaçtan!

İn O Ağaçtan!
5

BEĞENDİM

ABONE OL

Geçenlerde bir kitap sayfasında kendi toplulumuzu buldum. Daha doğrusu, toplumun neredeyse tam yarısının yaşam biçimine şahit oldum. Lütfen, bunu sosyolojik bir araştırma olarak düşünmeyin. Tembel hayvanların yaşam koşullarını 64 milyon yıl içinde nasıl değiştirdiğini anlatan çok güzel bir yazıydı. Bu 64 milyon yıllık evrimin tek bir amacı var: Hayatta kalmak!

Günde 35-40 metreden fazla yol almayan bu dostların hareket zamanları genellikle gecenin karanlığıdır. Çünkü bu şekilde daha görünmez oluyorlar. Ancak tembel hayvanları sadece tek bir tür olarak düşünmeyin; üç tırnaklı olanı var, cüce olanı var. Cücelerin yaşadığı Escudo de Veraguas Adası’nda yırtıcı hayvanlar olmadığı için, hem günün her saatinde hareket etme şansına sahiptirler hem de istedikleri kadar uyuyabiliyorlar.

Vücut ısısını ortalama 32ºC olarak sabitleyen bu çok zeki hayvanlar, sırtlarında besledikleri güvelerle iyi anlaşarak ve çok az enerji harcayarak güvelerin ölünce çıkardıkları alg salgısı sayesinde kamuflaj yeteneği kazanıyorlar. Daha da ilginci, bu hayvanlar yalnızca dışkılamak için ağaçtan inerler ve tam da bu sırada yırtıcılara yem olurlar. Yine de bu ihtiyaçları için ağaçtan inmeye devam ederler.

Bütün bu bilgiler ışığında; aydın, eli kalem tutan, en az bir konuda uzmanlaşmış bireylerin günümüz şartlarında yaşam biçimlerinin tek bir amaca hizmet ettiğini düşünmek zor değil: Hayatta kalmak!

Küçük dünyalarımız giderek küçülüyor; üzgün, sitemli, sinirli, sessiz ve hareketsiz birer seyirci olmak ve ne yazık ki yaşamaya çalışırken aslında yaptığımızın yaşamak değil, yok oluşa sürüklenmek olduğunu fark etmek çok da yürek burkucu. Bunun en büyük kanıtı ise eskiye duyulan özlem. Sosyal medyada dolaşan siyah-beyaz zamanların günlük hayatını anlatan videoları binlerce insan beğeniyor. Bu beğeniler, en sessiz çığlığımız ve en sesli isyanımız.

Her kafadan bir ses çıkarken, vatanım sokaklarında dili benim dilim olmayan birilerinin kabile kültürü yaygınlaşırken; eline telefon alan nerede ise tüm nesiller hayatlarını anlamsız videolar haline getirirken, yaşı kemale ermiş teyzeler, ablalar; televizyon ekranlarında, bilmem kaçıncı sevgilisinin onu terk ettiğini anlatırken ve gözü yaşlı kocalarının geri dön çığlıklarına kulak asmazken biz kendi küçük dünyamızda günlük telaşlar içinde susuyoruz. Bir Allah’ın kulu da demiyor ki “Be kadın, sen toplumun direğisin, annesin. Sen böyle ulu orta yaşarken senin doğurduğun çocuk neden doğru kalsın? Senin çocuk doğru kalmazsa eğrilerin arasındaki dikler budanacak ve sen de yok olacaksın.” Hayatta kalmak denilen şey bu mudur?

Velhasıl, tembel hayvanlar kadar olamadık. Dünyanın bir yarısı Escudo de Veraguas Adası’ndaki cüce tür gibi yaşarken, biz neden karanlığı siper ediniyoruz? Onlar 64 milyon yıllık evrimleri boyunca tek bir şeyi değiştirmemişler: Dışkılamak için ağaçtan inmeyi! Bence artık biz de ağaçtan inmeliyiz. Bunu en kibar biçimde söyledim. Siz istediğiniz gibi yorumlayın.

Sevgiler.

Devamını Oku

Tercüman Gazetesi Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.