Fuat OSKAY

Fuat OSKAY

18 Ekim 2025 Cumartesi

    DİĞER YAZARLARIMIZ

    KİMDİR AYDIN?

    KİMDİR AYDIN?
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Avcılık ve toplayıcılık döneminde okuma yazmaya ihtiyacı yoktu insanın. Köy yaşamında da.

    Şehirler, 1700’lü yıllarda ortaya çıktı. Şehirlerin ortaya çıkması için üretim ilişkilerinin doğması gerekiyordu. İlk büyüyen şehirler Londra ve Paris oldu. Üretim, ticareti; ticaret de yazıyı doğurdu. Ulus devletler ortaya çıkana kadar da okur yazarlık zorunlu tutulmadı.

    II. Dünya Savaşı sırasında esir tutulan 130 kişilik Rus esir grubuna Nazi subayı seslenir:
    “Hazırlanın. Çalışmaya gidiyorsunuz. Almanların kapısında ‘Çalışmak özgürleştirir.’ diye yazılıdır.”
    Ruslar bunu bildiği için sevinir. Ve subay ekler:
    “Okuma yazması olanları masa başında yazıcı olarak görevlendiriyoruz. Bunun için sınav olacaksınız.”

    130 kişilik esir takımından 30 kişi okuma yazma sınavından geçer.
    Nazi subayı üstüne sorar:
    “Ne yapacağız bunları efendim?”
    Üstü cevap verir:
    “Öldürün. Diğerlerini ise çalışmaya gönderin.”

    Bir zamanların dünyasında yalnızca okur yazar olmak bile “aydın” sayılmak için yeterliydi.

    Kamboçya’da iç çatışmaların kızıştığı 90’lı yıllarda, gözlüğü olan insanlara düşman gözüyle bakıldı. Gözlüğü varsa okuyor, okuyorsa düzene kafa tutuyor diye hedefe konuyordu.

    1 Eylül 1939. Almanların Polonya’ya girdiği tarih. Okuma yazma bilenlerin sayısı nüfusun binde birine eşitti.

    Karl Marks, 1800’lü yıllarda manifestoyu yazarken haksız değildi. Sezar kraldı, her şeyde hakkı vardı. Kilise, yeryüzünün tanrısıydı. İsa mazlumları kurtarmak için gelmiş, ancak kodamanlarca çarmıha gerilmişti. Dolayısıyla halk, ezenler ve ezilenler diye iki sınıfa ayrılmıştı. Bir yol bulunmalıydı.

    İmam Rabbani, bilgi için “Karanlığın içindeki ışık.” diyordu. Bilmek; farkına varmak, silkinmek, keşfetmek, uyanmak, duyularını açmak, karanlıktan çıkmak, kısaca aydınlanmak demekti. Okuyup yazmak o yüzden hep tehlikeli kabul edildi.

    Her şey göründüğü gibi olsaydı, bilmeye gerek kalmazdı. Görünenin arkasındaki dünyayı aydınlatmak için okuyup yazan kişidir aydın insan.
    Bunu yaparken cesurdur ve kendinden bağımsızdır.
    Egoist değildir.

    Kopernik, Darwin ve Freud; insanın zannedildiği gibi bir varlık olmadığını bize gösterdiler. İnsan davranışlarının ardındaki dünyayı aydınlatan Freud, tek Tanrıyı inkâr etti; ancak odasında, dünyanın değişik yerlerinden edindiği 300 kadar tanrı heykeli vardı. Bir insan davranışı için bu da garipti. Bilim onun için en büyük tanrıydı.
    Eşi tutucu bir Yahudi’ydi Freud’un. Lakin ancak ölümünden sonra şabat günleri sinagoga gidip dua edebildi.

    Ailesi, Darwin’i papaz olsun diye yetiştirmişti. Ailesi iyi bir Katolikti. Darwin de tek hakikat olarak gözlem ve deney yoluyla bilimde diretti.

    Fanatik değildir aydın. Kendince ulaştığı sonuçları insanlara mutlak hakikat diye dayatmaz.
    İmam Gazali, kendisiyle birlikte yorum kapısının kapandığını söyler.
    İyi de niye kapansın?
    O da herkes gibi bir insan değil miydi? Zamanın şartları açısından bu gerekli midir, veyahut ne kadar gereklidir bilmiyorum.
    Oysa ki Avrupa’nın tıp Rönesansı, İbn-i Sina’nın eserleriyle başlar. Farabi’yle birlikte zihin coğrafyasında zındık diye tekfir edildi.

    Kalıplaşmış bir düşüncenin ne esiri ne de mürididir aydın. Başkalarını yok sayarak kendisi için bir dünya inşa etmez. Aydın, sınırları zorlayandır.

    Farklı fikirlerin hayat bulmadığı bir dünya, karanlık bir dünyadır.
    Gelişme isteniyorsa fikir alanında bu ancak özgürlükle olur.
    Özgürlük ise fethedilir.

    Yargıtay’ın içtihatlarındandır: “Aykırı ve sarsıcı nitelikte olan söz, hakaret olarak kabul edilmez.”

    Bugün okur yazar olmayı bir tarafa bırakalım, içinde üniversite mezunu olmayan tek hane yok neredeyse. Diğer dünya ülkeleriyle orantılı olarak 25 yaş üstü nüfusumuzun her dördünden biri üniversite mezunu. Okuyan yazan çok.

    Lakin bizcileyin uzun bir müddettir kitleleri peşinden sürükleyen, uyandıran, harekete geçiren, aykırı ve sarsıcı nitelikte söz söyleyen ve söylediğiyle amel eyleyen insan yok.

    “Sizi rahatsız etmeye geldim.” diyordu Ali Şeriati.
    İmam Azam, kendisine teklif edilen dünyalık hiçbir mevki, makam, mal, mülk için bir tek sözünü feda etmedi.
    Said-i Nursi, inandığı hakikat uğruna bütün ömrünü çile içinde geçirdi.
    Aydın insan, bütün zorluklara rağmen cesaret, feraset, belagat ve metanetiyle ülkesini bağımsızlığa götüren, Aliya İzzet Begoviç’ti.

    Dünyanın yeni bir söze mi, sözü söyleyene mi ihtiyacı yok?
    Hayır, ne münasebet!
    Adaletsizlik, hukuksuzluk, zulüm, işkence, açlık, yoksulluk, eşitsizlik, zorbalık, densizlik, nobranlık, kabadayılık, seviyesizlik, pislik, çirkeflik her tarafta.
    Görmüyor muyuz?

    Fil dişi kulelerden insanlığa seslenenlerin kendi sesini dahi duyacağı yok. Hemen yanı başımızda, herkesin gözü önünde insanlık can çekişiyor.
    Öz yurdunda bir millet, bütün bir varlığıyla yok ediliyor.

    Vicdanın sesi olabilecek hiç mi kimse yok?
    Kurak iklim bu. Kör karanlık.
    Her söz her yerde söylenmez mi?
    Yalnızca kendisini anlayabilene denk gelmek ise muradı aydının, bu kitleyi bulana dek sözünün feri sönmez mi?

    Bu anlamda bilgin olmak, namıdiğer entelektüel olmak; aydın olmak ile eşdeğer midir?
    Kesinlikle hayır.
    Bilgin insan, yakın ve uzak tarihimizde çokça örnek verilebilir; ancak aydın insan, parmakla gösterilir.

    Cemil Meriç, Fuat Köprülü, Halil İnalcık ve bugün için ekran önünde tanınan bir yüz olan İlber Ortaylı, hatta Celal Şengör birer bilgindir; ancak Mehmet Akif, davası için sefalet içinde yaşamaktan yüksünmeyen, özü sözü bir aydındır.
    Aydın insan olmanın en temel vasfı, bedel ödemektir.

    Gutenberg, Katolikliğe katkı olsun diye matbaayı geliştirdi. İstedi ki herkes İncil’i okusun, anlasın, yaysın. Ancak bunun Protestanlığı doğuracağını kestiremezdi.

    Umulur ki bu bizde de vuku bulsun. Protestanlık, kilisenin ezici hükmüne başkaldırmaktı. Amaç, İncil’in asıl ruhuna ulaşmaktı.
    Bizde ise hakikat, 1500 yıl öncesinde, Asr-ı Saadet devrinde kaldı.
    Onun için ki bizde aslına rücu, aslında ileri atılmaktır.

    Aydın insan, aydınlanmış toplum kalıbını kırandır.
    Aydın insan, kendini anlayan, benliğinin sırlarına vakıf olandır.

    Medeniyetimiz, kayıp aydınlanmayı ancak özgür düşünce ve bu düşüncenin yön verdiği öz hüküm ile tamamlayabilir.
    Bunun için de tek tek insanların reşit olması şarttır.