10 Mart 2024 Pazar
Ev karanlıktı artık, neyse ki ışık sönmüş, gece mesaisi başlamıştı benim için. Akvaryuma yerleştirilmiş dekor mercanın arkasından hemen çıktım. Şimdi ışık tekrar açılsa gelen beni görebilirdi. Açıkçası yapay ışıklardan nefret ediyorum, huzurumu bozuyor bir noktadan sonra ve dolayısıyla gece görülmek de istemiyorum açıkçası.
Şunu fark etmiştim: gece ışık her söndüğünde içeriden bir yerden ses dalgaları huzursuzluk yüklüyordu bana. Ama hiç sekmiyordu zamanı. Bu bir aydır böyleydi. Maalesef anatomim izin vermediğinden o anda sesin kaynağını çözememiştim, ta ki bugün, ses dalgasının kaynakları bulunduğum yere gelene kadar.
Işık açıldığı halde mercanın arkasına gidip saklanamadım. Merak ediyordum; şimdi öğrenmiştim işte: beni küçük bir fanustayken “satın alıp” daha büyük bir hapishaneye koyan kadın ve adam tartışıyorlardı. Adam ağzını her açtığında ses dalgalarının olumsuzluğu beni tedirgin etti, emin olun başka bir balık olsa kendini dışarı atıp intihar edebilirdi. Ama ben başka bir amaç için bunu yapmak istiyordum. Adam, kadına evin dekor malzemelerinden birkaçını fırlatmaya başladı. Kadına isabet edenler onu dirençsiz bırakıyordu. Sonra kadın telefonu eline aldı sanırım yardım isteyecekti, ama adam buna izin vermedi, telefonun kordonunu kadının boynuna doladı. Kordonu gittikçe sıktığını görebiliyordum. Kadının yüzü kırmızıdan mora dönmeye başlamıştı. Biliyordum ki şu hayatta hiçbir tür, kendi karşı cinsine böyle davranmıyordu. Şu an şoktaydım. Daha önce karşılaşmamıştım böyle bir şeyle. Kadın ölmek üzereydi. Burada ona yardım edebilecek kimse yok muydu? Eğer her evde böyle saldırılar yaşıyorsa kadınlar, tıpkı bizim gibi belki de onların da nesilleri tükenecekti zamanla. Kendi türünün kadınına eziyet eden, onlara her türlü şiddeti hak gören ve onların üzerinde kendi tahakkümümünü kurmuş bir yapı, sistem, vücut, zihniyet siz ne derseniz artık huzuru getirebilir miydi dünyaya?
Dayanamıyordum artık, kadını öyle görmek… Ona ben yardım edecektim, başka çare yoktu. Adamın dikkatini çekersem, kadını bırakabilirdi. Akvaryum içinde hızlanabileceğim bir mesafeye gittim. Ve hızla yüzüp dışarıya attım kendimi. Hadi bak bana, bak! Yerde çırpınıyorum, dikkatini bana ver! Çırpınıyorum kuyruğumla başımla, çırpınıyorum bütün vücudumla, pullarımın ıslaklığı kayboluyor sanki, beni görmüyor adam! Görmüyor beni, duymuyor! Artık kadın yere düşüyor, kıpırdamıyor, bana bakıyor donuk donuk. Adam telefonu bırakıp gidiyor. Yavaş yavaş gücüm azalıyor. Ne yapacağım ben şimdi? Isım düşüyor hızla boğuluyorum…
İki Saat Sonra
Komşular seslerden rahatsız olup polisi aradılar ve polis gelince şikâyet edilen dairenin kapısını açık buldu. Evin içine girdi; yerdeki kan izlerini, dağılmış eşyaları ve yerde yatan kadını gördü, ölmüştü. Bir de yerde çaprazında bir balık gördü. O da ölmüştü. Neler olmuştu burada böyle? Komşulara sordu, soruşturdu ama ne olduğuna dair bir şahit bulamadı. Kadını morga götürdüler, balık yerdeydi, olayın tek şahidi… Sonra kadının cesedine kimse sahip çıkmadı, yeri artık Kimsesizler Mezarlığıydı. Olay da şaşırabilirsiniz ya da şaşırmazsınız, kapandı ya da kapattırıldı. Balık ise evi temizleyen tarafından balkondan aşağı atıldı…
Ahu ÇETİN
Birbirlerini takip ediyorlardı, ancak soluksuz kalmıştı ki hemen sağ çaprazında su dolu bir kap gördü. İçi yanmışçasına içti, şaşırmıştı, İyiler de vardı demek ki…
Yola devam etti, az ileride kendisine benzeyen o yumuşacık dokudan çok sayıda vardı burada, artık daha da keyiflenmişti. Kendine güveni gelmişti, ama kendisinden büyük olan canlılara nasıl yaklaşabileceğini bilmiyordu hâlâ, 1 yaşında olsa da çok şey tecrübe ettiğindendi belki…
Siyah beyazdı tüyleri, pembe bir burun ve çok da atletik bir yapıya sahipti. Hiç üşenmeyip o ağaçtan bu ağaca saksağan kovalıyordu. Ama bir türlü yakalayamıyordu kendisi gibi tüyleri olan bedenleri. Her seferinde uçuyorlardı, ama sanki onunla oyun oynuyormuşçasına yine önüne konuyorlardı. Yok bu böyle olmayacaktı, ne kadar atlasa zıplasa bir türlü hedefe erişemiyordu. Bu arada kendisinden daha büyük boyutta bir canlı, duvarın dibine bir şeyler bıraktı. -pisi pisi pisi, diye seslendi. Bu canlılara insan deniliyordu. Onlara çok güvenemiyordu açıkçası, ne yapacakları belli değildi hiç. O mama zehirli bile olabilirdi, geçenlerde bir arkadaşını zehirlememişler miydi, açıkçası tedirgin oldu. Yemeği kenara bırakan insan kendisine yaklaşıp çömeldi belirli bir mesafede. Onun güvenini kazanmaya çalışıyor gibiydi: “Korkma benden lütfen, sana mama koydum bak, benden sana zarar gelmez…” deyiverdi anında. Söylediklerini anlayamamıştı, ama yüzünde ve özellikle gözlerinde samimiyet dolu bir sevgi vardı kızın, bu enerjiyi hissetmişti, ona güvenmek istedi bir yanı. Kızın mamayı bıraktığı yere kilitledi gözlerini bu defa, çok acıkmıştı, ona güvenmeyi seçti. Ürkek ve yavaş adımlarla mamaya ulaştı. İlk önce kokladı ve ilk lokmayı ağzına alarak o inci gibi parıldayan dişlerinin arasına hapsetti. Şimdi çenesi bir aşağı bir yukarı oynarken gözleri kıza sabit ama hoşnuttu. Mama bitmişti, kız biraz daha yaklaştı yanına ve ona dokunmak istedi. İzin verdi, sanki kulaklarının kaşındığını anlamışçasına kaşıdı orayı. Öyle memnundu ki şarkı söylemek geldi içinden. Nitekim gırtlağından hoş bir şarkı döküldü, kendince teşekkür etti kıza. Sonra kız oradan uzaklaşıp gitti, arkasından bakakaldı ama, onun peşinden koşsa önüne yatsa ona sıcak bir yuva verebilir miydi? Sonuçta ona güvenmişti bir kere ve ilelebet de güvenilecek birine benziyordu. Artık sıkılmıştı; kış, saksağanlar, kendi türü ve kötü kalpli insanlar onu çok yormuştu, ama en çok yoran kötü kalpli insanlar olmuştu. Onlar insan değildi aslında ama nasıl tasvir edeceğini bulamamıştı.
Evet, insanların ne yapacağı belli değildi. Kötülük için yaratılmış olabilirler miydi, sanki buna inanıyordu artık. Öyleleriyle karşılaşmıştı ki; taş atıp gözünün birini kör eden mi istersin, tekmeleyen mi- özellikle arkadaşlarından biri daha yeni defalarca tekmeler içinde bir de ezilip öldürülmüştü- , zehirleyen mi, onu ait olmadığı barakalara döverek götürenler mi- neyse ki kaçabilmişti, ama birçok arkadaşı hâlâ o ucube yerdeydi- , onu kovalayan mı, zevkine çöp kutusuna atan mı, birçok sahne vardı daha aklında beliren…
Koşmalıydı o kıza yetişmeliydi, ancak o kadar kolay olmadı, hesaba katmadığı bir durum vardı: canhıraş bağırsa da karşıdan karşıya geçerken onu ezip üstünden çıkıp inen bir tekerlek… Hiç umursamadan, arkasına bakmadan o daracık yolda hız yapan ön ve arka tekerlek. Gözünün biri göremiyordu ya işte, yakalanmıştı ters köşede, tüm suçu sıcak yumuşacık bir yer istemekti, yorulmuştu artık, ne kız onu görebilmişti, ne de diğer tekerlekler. Ve bedeni, sırf kazaya sebebiyet vermesin diye bir kenara savrulup atılmıştı. Daha mı az değerliydi onun canı, kendisine bir türlü insan kelimesini yakıştıramadığı varlıklardan?
O son nefesini vermişti çoktan, kimbilir bulurlar mıydı bedenini, gömerler miydi onu hak ettiği gibi, yoksa yanına yüzlerce beden mi savrulurdu; insan olmayan canlıların bedeni, belki de insan türünden bir kadınının veyahut çocuğun…
Çayın tadı bugün ne kadar hoştu; tam istediği gibi demlenmişti. Annesi sanki ayrı bir şey katmıştı içine. Sormak istemedi, bu onun sırrıydı belli.
Bugün televizyon izleyesi yoktu, aile fertleri gözleriyle birbirlerine geziniyordu. Birkaç gün olmuştu onları ziyarete geleli. Babası, annesi… Pür dikkat şimdi televizyona bakıyorlardı. En sevdikleri komedi dizisiyle kahkahaları ardı ardına yükseliyordu. Bir an annesinin gözü ona ilişti ve göz kırptı. İçini sımsıcak bir saliseye teslim etti.
Artık yatma vaktiydi; her birine birer öpücük kondurup “İyi geceler” dedi. Odasına geçti, ardından annesi geldi ve istemsiz bir şekilde ona sarıldı. “Çok özlemişim seni yavrum, arayı bir daha bu kadar açma…” “İş, güç işte, tamam artık iki ayda bir yanınızdayım” deyip gülümsedi annesine. “Hadi tatlı uykular…” deyip ışığı kapattı anne. Kapı kapanırken içine bir huzursuzluk çöktü, yatakta şöyle bir döndü. Işığın açık mı kalsaydı acaba, yoksa bugünlük annesi yanında mı yatsaydı. ‘Amannn, uyu işte, şimdi sırası mı obsesifliğin!…’
4 saat sonra
Sadece telefonunu alabildi o an, ne olduğunu anlamadan gökyüzü kendinden uzaklaşmıştı bir anda. Neler oluyordu, ne vardı böyle üstünde, acı hissediyordu, bacağı sıkışmıştı. Şu an yatağında uyuyor olması gerekmez miydi, yoksa bu bir rüya mıydı? Telefonunun ışığını açtı ve saat 04.17’yi gösteriyordu…
Arka odalarda hiç ses yoktu, ama dışarıdan sesler yükseliyordu. Çıkmak istedi oradan, ailesine bakmak, ama sesleri gelmiyordu. Bağırdı onlara, ‘Anneee, babaaaa, iyi misiniz?’ Yok bir dirhem ses yoktu. Allah’ım hemen çıkmalıydı buradan onlara ulaşmalıydı, ama nasıl, bacağı yerinden kopacak gibiydi biraz daha zorlasa. Ve o an orada bayılıverdi.
Beton hafriyatla beraber, el, kol, bacak çıkıyordu apartmanın yıkılan parçalarından. Yerde, apartmanın dışında kaldırımda yatarken bu kabusa tanık olmuştu. Birileri ona ulaşmış, kendisinden başka kimse canlı çıkmamıştı şimdilik o yıkıntıdan. Şanslıydı belki de ama ailesi hâlâ içerdeyken ve o bu duruma şahit olurken, beyni travma üstü travma yaşıyordu. Şu an kendini şanslı bulmuyordu, ölmeyi isterdim, diye düşündü. Diğer yerler ve kendi apartmanları da dahil kurtarma ekibi bekliyordu. Herkes sessizdi, donup kalmıştı hayat, ne ambulans ne kurtarma operasyonu ne de yönetimden birilerinden ses vardı. Vatandaşlar kendi imkânlarıyla yıkıntıların arasından canlı çıkarmaya çalışıyordu hâlâ. Ve bu durum çok uzun bir zaman böyle sürdü. Bugün güneş doğacak mıydı?
Öğle saatiydi artık, hâlâ kurtulanlar tarafından elden ne gelirse yapılıyordu. Ama onlar da bir yere kadardı. Büyük betonlara ne kadar güç yetebilirdi? Bazı yıkıntılardan ses geliyordu, ancak iş makinası olmadan onlara ulaşmak imkânsızdı. Artık enkazların önünde ağlaşıyordu insanlar. Belki bir umut, bu işte uzman olan birileri gelip onlara yardım ederdi. Derken televizyon kanallarından birkaçı çekim yapmak için geldi ve ardından da zırhlı makam araçları konvoy oluştururcasına alana doldu. Kameralar, enkaz yerine o araçlardan en önde çıkana zumlandı. ‘Merhabalar, çekiyorsunuz değil mi, hemen geldik biz alana gördüğünüz üzere ve her şey kontrolümüz altında, lütfen çekime devam edin,’ dedi araçtan inen. Ve bir gürültü, yine her şey yerle bir oldu, saat 13.24’ü gösteriyordu.
Bu son olayla kontrol kimin elinde olduğu herkes tarafından görülmüştü. Hemen makam araçları uzaklaştı alandan, arkalarına bakmadan. Kalan her şey yıkılmıştı, yıkıntı üstüne yıkıntı, el, kol, bacak… Kimse kimseyi bulamıyordu. Kameralar çekiyordu, yetkililer yetkili değilmiş gibi davranıyordu. Ve güneş doğmuyordu…
3 gün sonra
Artık bacağı kesilmişti, hastane içinde feryat edenler, birbirini arayanlar, bulamayıp hastaneyi birbirine katanlar, artık çok fazla ses vardı. Televizyon kanalları çalışmaktan sakalları uzamış yetkililerle dolarken, kendisi bu durumda hastaneden çıkıp ailesini arayamamıştı. Biliyordu ki umut yoktu…
1 sene sonra
Şimdi tekerlekli sandalyede alana gelmişti, baktı şöyle bir etrafa, şehir değildi artık burası, tanınmaz bir boşluktu. Yaşanmışlıklar yerini derin bir hüzne, açlığa ve yoksulluğa bırakmıştı. Gözünden iki damla yaş düştü, daha fazlasına izin vermedi. Artık burada yaşayacaktı; annesi, babası ve tüm halk için. En sağlam evleri yapacaktı bir mühendis olarak, bırakmayacaktı hoyrat ellere, hep beraber toparlayacaklardı, Ata’dan yadigâr bu şehri. Güneş doğacaktı artık, doğmak zorundaydı…
Baş ağrısı, baş dönmesi, mide bulantısı… Genel olarak böyleydi. Nadiren de olsa sıra değişiyordu: Baş dönmesi, mide bulantısı, baş ağrısı… Fark eder miydi diye düşündü, her birini zaten her gün kaçınılmaz bir şekilde yaşıyordu. Beynini delmeye çalışan ağrılar delmeyi başarsa belki rahatlayacaktı.
Onlarca doktora gitmişti, ancak kimse ne olduğunu bulamamıştı. Bulamadıkları gibi ezbere ilaç yazıp göndermişlerdi onu: “Strestendir, şu ilaçları kullanın geçecek…” Geçen hastalık değil, sadece aylar olmuştu. Ayların yılları kovalamasından korkuyordu ve bu şekilde yaşamaya mahkum olmaktan: Baş ağrısı, baş dönmesi, mide bulantısı… Kimse onu anlamıyordu, dinliyorlarmış gibi yapıyorlardı belki de. Çünkü dinleseler ne kadar acı çektiğini fark ederlerdi. Esasen dinlemek görmekle eşitti. Ne yazık ki bunu bilen pek az insan vardı çevresinde. Ama en nihayetinde kendi evreninde acı ve tatsız rauntlar yaşıyordu, onu ayağa bile kalkmaktan alıkoyan. Hele dışarı çıkmak tamamen işkence olabilirdi onun için. Bu sebeple içinden gelmiyordu çıkmak, markete dahi gitmek istemiyordu. Kalabalık olan her yer sanki onu önüne katıyor ve yutmak için sabırsızlanıyordu. Katil balinaların yemekten önce oynadığı penguenlere benzetti kendini. En nihayetinde bir çözüm bulamazsa av olacaktı. Zaten çözüm bulmakta avare olanlar av olmaz mıydı?
Direnmek değildi çözüm, yüzeysel ilaçlarda da değildi. Problemi teşhis edip onu ortadan kaldırmaktan ya da problemi uysallaştırmaktan geçiyordu daima çözüm. O zaman kolları sıvama vaktiydi. Doğru doktorları bulacak, doğru tedavilere ulaşacaktı, başka yol yoktu. Acı kendiliğinden ehlîleştirilebilir miydi?
Hayat ona çok önemli bir öğreti vermişti yıllar içinde: çözüm basit olanda gizlidir, onu karmaşıklaştırma! Nitekim kalbinin ve mantığının gösterdiği yola güvenip aradığını bulmuştu. Şimdi bu bulduğuna alışma vaktiydi. İnsan gerçekten sabırla evriliyordu, hiçbir şey yapmamak değildi bu ama. Bizzat umut edip sakinleşmekti ve berrak düşünebildiğine şahit olmak, beynini delmek isteyen ağrıların onun cesaretine hayran kalıp artık bedenini terk etme kararı almalarını, ama bunu yavaşça yapacaklarını duymak. Çok mu endişeliydi yoksa çok mu mutlu? Korku olmadan cesaret olur muydu? Korkacaktı ki cesaret edebildiği için mutlu olsun ve yarınlar, yarınlar onun olsun…
Tercüman Gazetesi Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.